Hicretin 11. Yılı
Hicretin 11. Yılı
Hz.Usame’nin Ordusu
Hicret’in 11. senesi Sefer ayının 26’sı, Pazartesi günü idi. Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalanmasına bir gün gibi kısa bir zaman vardı. Buna rağmen o, yine İslâm’ın istikbâl ve inkişafını ilgilendiren tedbirler almak, gerekli teşebbüslerde bulunmakla meşguldü. Bizans, İslâm Devleti için her zaman büyük bir tehlike hüviyetini koruyordu. O zamana kadar da gerekli dersi tam manâsıyla almış değildi. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz, o tarafa büyük ehemmiyet veriyordu. Pazartesi günü, Ashab-ı Kiram’a sefer için hazırlanmalarını emretti. Hedef belli idi: Bizanslılarla, yâni Rumlarla muharebe… Emri duyan Müslümanlar evlerine dağılıp sür’atle hazırlığa başladılar. Ertesi gün, yâni salı günü Resûl-i Kibriya Efendimiz, Üsame b. Zeyd Hazretlerini huzuruna çağırttı. Ona şu emri verdi: “Seni, hazırlanan ordu üzerine komutan tâyin ediyorum! Sür’atle harekete geç, babanı şehid edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer ihsan ederse, orada fazla durma, geri dön!” Peygamberimizin Hastalanmasi Bu emri verişinden bir gün sonra anîden hastalandı; fakat, cihad için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi. Bir gün sonra, yâni Perşembe günü, hasta olduğu hâlde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsame’ye verdi. “Ey Üsame!.. Allah yolunda, Allah’ın ismiyle muharebeye çık, Allah’ı inkâr edenlerle çarpış!” buyurdu. Sonra, Müslümanlara hitaben, “Ahde vefasızlık etmeyiniz! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyiniz! Düş- manla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; zîra, ne olacağını bilemezsiniz. Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz! Fakat, ‘Allah’ım!.. İmdadımıza yetiş, düşmanımızın hakkından gel, bizi onların zararından koru!’ diye dua ediniz!” diye konuştu ve ilâve etti: “Şunu da unutmayınız ki, Cennet, kılıçların parıltısı altındadır!” Hz. Üsame, sancağı Büreyde b. Huseyb’e teslim ettikten sonra, aldığı emir gereği karargâhını Cüruf te kurdu. Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu. Bazı Sözler Hz. Üsame, ordusunu hazırlamakla meşguldü. Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. İslâm Ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, Ubeyde b. Cerrah gibi Ashab-ı Kiram’in ileri gelenlerinden birçok kimse vardı. Bunların üzerine, henüz 20 yaşına basmamış Hz. Üsame kumandan tâyin edilmişti. Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu: “Henüz 20’sine ayak basmamış bir delikanlı kumandan tâyin ediliyor, ashabın ileri gelenlerinden birçok kimse emri altına veriliyor! Bu nasıl olur?” Ayyaş b. Ebî Rebia ise, “İlk Muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tâyin ediliyor?” diyordu. Sanki bir anda Hz. Üsame’nin Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafından tâyin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu… Duruma Hz. Ömer (r.a.) muttali oldu. Bu tarz sözleri sarf-edenlere gereken cevabı verdikten sonra, meseleyi gidip Hz. Resûlullah’a(s.a.v.) intikal ettirdi. Peygamberimiz, yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı. Haberi alır almaz, kızgınlığının ifadesi yüzünden belli oldu. Sargılı başıyla yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı. Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra, “Ey insanlar!.. Üsame’yi kumandan tâyin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum!” dedi; sonra, konuşmasına şöyle devam etti: “Benim, Üsame’yi kumandan tâyin etmeme itiraz ediyor gibisiniz! Daha önce Üsame’nin babasını kumandan tâyin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız! Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsame de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir! Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsame de en sevdiğim kimseler arasından biridir! O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Muhakkak ki Üsame, sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir!”” Bu hitabesinden sonra minberden inip Hâne-i Saadetine girdi. İslâm Ordusuna katılacak Müslümanlar, birer ikişer gelip kendisiyle vedalaştılar. Efendimiz onlara, “Üsame’yi gönderme işini geri bırakmayınız.”” diyordu. Hattâ, bir ara, dadısı ve Hz. Üsame’nin annesi Hz. Ümmü Eymen, Hâne-i Saadet’e gelip, “Yâ Resûlallah!.. Üsame’yi bir süre karargâhında bıraksan olmaz mı?” deyince, Efendimiz aynı sözlerini tekrarladı: “Üsame’yi gönderme işini ihmâl etmeyiniz. Onu gönderiniz!” Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.
Bakî Mezarlığını Ziyaret
Fahr-i Âlem Efendimizin, bu fânî dünyayı terkedeceği an, günbegün, saatbesaat yaklaşıyordu. Bir gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı. Hz. Âişe Validemiz, “Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, “Bakî Mezarlığında medfun bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım; oraya gidiyorum.”” diye cevap verdi. Yanında âzadlı kölelerinden Ebû Rafı ve Ebû Müveyhib vardı. Bakî Mezarlığında kabirler arasında uzun müddet durarak dua ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû Müveyhib’e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bâkî-i Hakikî’nin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifade buyurdu: “Ey Ebû Müveyhib!.. Dünya hazinelerinin anahtarları ile âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım; ben de âhiret nimetlerini tercih ettim!”‘ Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib’in birden nutku tutuldu. Yalnız gözü değil, bütün duygulan, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya başladı. Bu manâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriya, Hâne-i Saadetine geri döndü.
Uhud Şehidlerini Ziyaret
Uhud şehidleri için de dua ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti. Bu sebeple, bir gün Uhud’a gitti. Orada şe-hid olan en güzide sahabîleri için uzun uzun dua etti. Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadet’e vardı. Minbere çıktı. Müslü- manlara hitaben, “Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım.” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Ben, sizin hakkınızda, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum; fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum!”
Hz. Meymûne ‘nin Evinde
Resûl-i Ekrem Efendimiz, âdetleri gereği Hz. Meymûne’nin evinde bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen ailelerinin hakkına son derece riâyet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Davet ettiği bütün hanımları, etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı. “Yarın hanginizin evine gideyim?” diye sordu. Bu sualini birkaç kere tekrarladı. Hiçbir hanımından cevap gelmedi. Bu soruyu sormasındaki maksadı, hastalık günlerini Hz. Âişe Validemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı. Peygamber Efendimizin bu arzusunu, Ezvac-ı Tâhirat, fera-setleriyle anlamada gecikmediler; ittifakla, Hz. Âişe Validemizin evinde kalmasını uygun gördüler. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, Hz. Meymûne’nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali’nin, diğer eli Hz. Abbas’ın omuzunda, onların yardımıyla Hz. Âişe Validemizin evine geldi.
Peygamberimiz ve Hz. Âişe
Hz. Âişe Validemiz, Efendimizin hastalığı esnasındaki bir hâtırasını şöyle anlatır: “Resûlullah (s.a.v.), eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti. Ağrının şiddetinden ‘Vay başım, vay başım!..’ diye söylendim. “Resûlullah bunu duyunca, ‘Ne ehemmiyeti var, neden üzülüyorsun? Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen seni teçhiz ve tekfin eder, namazını da kılarım.’ diye konuştu. “Ben de, ‘Benim ölümümü mü istiyorsunuz?’ dedim.” Hz. Âişe, Peygamberimizin lâtife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu. Resûl-i Ekrem, latifesinin sonunu şu ciddî sözlerle bağladı: “Ey Âişe!.. Senin başının ağrısı geçer, gider. Asıl baş ağrısı, benim başımın ağrısıdır; artık ondan kurtulmak çok zor!””
Peygamberimiz ve Sıddık-ı Ekber
Her yerde her zaman Allah ve Resulüne sadâkatin zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarak, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını, şöylece dile getirdi: “Yâ Resûlallah, müsaade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!” Resûl-i Ekrem, Sıddık-ı Ekber’in arzusuna müsaade etmedi; ama cevabı, gönlünü fethediciydi: “Yâ Ebâ Bekir!.. Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevab ve mükâ- fatına şimdiden nail oldun. Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!”
En Ağır Hastalık, En Fazla Izdırap
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz, yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu. Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle, “Yâ Resûlal-lah!.. Eğer bizden birisi bu derece ızdırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin!” dediler. Resûl-i Ekrem, cevabıyla, durumunu şöylece izah etti: “Benim hastalığım, bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Teâlâ, sâlih ve mü’min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musibet ve o hastalık vasıtasıyla o mü’min sâlih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder.” ve Hz. Âişe Validemiz şöyle der: “Hakikaten, Resûlullah’ın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik.”
İbn-i Mes ‘ud Anlatıyor
Abdullah İbn-i Mes’ud (r.a.) ise, Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir: “Nebî’nin (s.a.v.) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım. ‘”Yâ Resûlallah!.. Humma hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz! Yâ Resûlallah!.. Bu hummanın iki kat ızdırabı var; elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır.’ dedim. “Resûlullah, ‘Evet.’ diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu: ‘”Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah Teâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!'”
Ümmü Bişr Anlatıyor
Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem’in ziyaretine giden Bişr b. Bera’nın annesi Ümmü Eîişr de, gördüklerini şöyle anlatır: “Resûlullah’ı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim: “‘Yâ Resûlallah!.. Ben böyle sıtma hiç görmedim!’ “Resûlullah (a.s.m.), bana cevaben şöyle buyurdu: ‘”Bizim hastalığımız, herkesten daha şiddetli, daha ziyade olur; fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevab ve mükâfat da o nisbette fazla olur!””
Resûl-i Ekrem ‘in, Bir Yazı Yazdırmak için Kâğıt Kalem İstemesi
Rebiülevvel ayının sekizi, Perşembe günü… Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalığının en şiddetli anları… Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu. Bu arada, “Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazayım; tâ ki, bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız.” buyurdu.” Hz. Ömer, “Resûlullah’a (a.s.m.) hastalığı baskın gelmiştir. Yanınızda Kur’ân var. Allah’ın Kitabı bize yeter.” dedi. Bazıları Hz. Ömer’in sözlerini doğruladı. Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, anlaşmazlığa düşüldüğünü farkedince, “Yanımdan kalkınız! Yanımda münakaşa, gürültü olmaz. Beni kendi hâlime bırakınız!” buyurdu. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin yazdırmayı arzu ettiği şey, yazılmamış oluyordu.
Hastalığının Hafiflediği Gün
Fahr-i Alem Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini artırıyordu. Bir ara soğuk su getirilmesini emretti. Getirilen suyu mübarek vücutlarına döktürdü. Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti. Bunun farkına varır varmaz, Hz. Ali (r.a.) ve Fazl b. Abbas Hazretlerine dayanarak, Hâne-i Saadetinden Mescid-i Şerife gitti. Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı Kiram’a şu hitabede bulundu: “Ey insanlar!.. Duydum ki, vefat edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz! Hangi peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki ben de kalayım? Bilesiniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım; O’na siz de kavuşacaksınız! “Ey Ensâr!.. İlk Muhacirlere iyilik etmenizi size tavsiye ederim! “Ey Muhacirler!.. Size de, Ensâr’a iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim! Onlar size yardımda bulundular. Sizi memleketlerine getirdiler. Sizi evlerinde ağırladılar, barındılar. Geçimde sıkıntı içinde oldukları hâlde sizi kendilerine tercih ettiler. Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun. “Ey insanlar!.. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ezelî iradesi dairesinde cereyan eder. Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız; çünkü mağlûb olursunuz. Cenâb-ı Hakk’a hile yapmaya kalkışmayınız; zîra zarar ve ziyana siz uğrarsınız. Ben size, şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır. Her kim Kevser Havuzu kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın. “İnsanlar!.. Bilmelisiniz ki, günah işlemek, nîmet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur. İnsanların ekserisi sâlih olursa, onların amirleri, idarecileri de adi ve insaf ile muamele ederler. Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri, hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.” Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe Validemizin evine gitti ve yatağına yattı.
Efendimizin Müslümanlarla Helâlleşmesi
Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti. Yine, bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fazl b. Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minbere çıkıp oturdu. Hz. Bilâle de (r.a.) şu emri verdi: “Halka nida et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!” Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı, mescid almaz oldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah’a hamd ve senadan sonra Ashab-ı Kiram’a şöyle hitab etti: “Ey insanlar!.. Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah bana darılır.’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak, benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”” Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar!.. Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her kimin benden alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın!”” Cemaat içinden biri ayağa kalktı: “Yâ Resûlallah!.. Sizden üç dirhem alacağım var!” Peygamber Efendimiz, “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘Yemin et.’ diye teklif de etmem; ancak, bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” dedi. Adam, “Yâ Resûlallah!.. Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Doğru söylüyorsun!” dedikten sonra, “Ey Fadl!.. Buna üç dirhem ver!” buyurdu.”
Mescide Açılan Kapıların Kapatılması
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mescide açılan kapıları kapatınız; sâdece, Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın!”” buyurdu. Emir gereği Mescid-i Şerifin çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir’inki hâriç, hepsi kapatıldı.”
Hz. Ebû Bekir, Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor
Resûl-i Kibriya Efendimiz, hastalığı esnasında ezan okununca dâima Mescid-i Şerife çıkar ve cemaate namaz kıldırırdı. Vefatına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şerife de çıkamaz oldu. O zaman, “Ebû Bekir’e söyleyiniz; insanlara namaz kıldırsın!” diye emir vererek, imamlığı Hz. Ebû Bekir’e bıraktı.
Peygamberimizin Son Namaz Kıldırışı
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu. Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali’nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerife çıktı. Hz. Ebû Bekir, Fahr-i Âlem Efendimizin gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir’in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tâbi oldu.” Resûl-i Kibriya Efendimizin Mescid-i Şerifte Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur! Hz. Cebrail ‘in, Hatırını Sormak İçin Gelişi Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi. Peygamber Efendimizin hayatında, Hz. Ebû Bekir 17 vakit namaz kıldırmıştır. Cenâb-ı Hakk tarafından Cebrail (a.s.) geldi, Resûl-i Kibriya Efendimizin hâl ve hatırını sordu. “Ey Ahmed!..” dedi, “Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği hâlde, sana, ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye soruyor.” Rabb-i Rahîmine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ey Cebrail!.. Kendimi baygın ve sıkıntılı bir hâlde görüyorum!” diye cevap verdi.”