Hicretin 8. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
Hicretin 8. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
HZ. İBRAHİM’İN DÜNYAYA GELİŞİ
(Hicret ‘in 8. senesi Zilhicce ayı)
Bu tarihte Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz.
Mâriye’den olan Hz. İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi.
Medine’nin yukarı tarafında, Avali diye anılan kısımda annesine tahsis
edilen bir hurma bahçesindeki evinde hayata gözlerini açan Hz.
İbrahim’in doğum müjdesini, Peygamberimize, oğluna ebelik vazifesini
yapan Selmâ Hâtûn’un kocası Ebû Rafı getirdi. Bu mes’ud hâdisenin
müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafı’e de bu
ismi şöyle açıkladı: “Ona, ceddim İbrahim’in ismini koydum!”Hz. İbrahim ‘in Sütanneye Verilmesi
Emzikli Ensâr kadınları, Hz. Resûlullah’ın evlâdını emzirme bahtiyarlığına
ermek için âdeta birbirleriyle yarış eder gibiydiler. Sonunda,
Resûli Ekrem Efendimiz, nur topu evlâdını Ümmü Bürde Havle binti
Münzir’e emzirmek üzere teslim etti.921 Bu vazifeyi üzerine almasından
dolayı da Ümmü Bürde Havle’ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim,
vefatına kadar, süt annesi Ümmü Bürde Havle’nin yanında kaldı.
Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz. İbrahim’i sık sık ziyarete
gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını okşar, bağrına basardı.
Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes b. Mâlik (r.a.), ilgili bir
hâtırasını şöyle anlatır:
“Ben, ev halkına Resûli Ekrem’den (s.a.v.) daha şefkatli, daha merhametli
davranan kimse hayatımda görmedim!
“İbrahim, Medine’nin Avali kısmında süt annesinin yanında bulunurken,
Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk.
“İbrahim’in süt babası (Ebû Seyf Bera b. Evs) demirci idi. Evinin her
tarafı dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.
“Yine bir gün Resûlullah onu görmek için yola çıkmıştı. Ben de kendisini
takip ediyordum. Evine vardığımızda, Ebû Seyf körüğüne asılıp
duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum; ona
‘Körüğünü durdur! Resûlullah (s.a.v.) geldi.’ dedim. O da körüğünü durdurdu.
“Resûlullah, çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu.”
ŞÂİR KA’B B. ZÜHEYR’İN MÜSLÜMAN OLMASI
Ka’b b. Züheyr, büyük bir şâirdi.
Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu
Ka’b ile Büceyr’i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr b. Ebî Sülma, Ehli Kitap kimselerin sohbetine devam ederken,
âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, ipe yapışmak için elini
uzattığı hâlde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyasını, âhirzamanda
gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.
Bu sebeple, vefatından önce oğullarına, “Gelecek olan peygambere îman
ediniz!” diye vasiyette bulunmuştu.
Kur’ân’ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan birçok
kuvvetli edip, şâir ve hatib, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber
şirke direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri
kin ve düşmanlığı şiir ve hitâbeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar
da vardı. İşte, Ka’b b. Züheyr, bunlardan biri idi.
Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu.
Kardeşi Büceyr, Resûli Ekrem safında yer almışken, Ka’b bir türlü şirkten
vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve
Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün, yine, kardeşi Büceyr’e, Müslüman olmasından dolayı duyduğu
kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr
(r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular.
Ka’b’ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırı
aşmıştı. Bunun üzerine Resûli Ekrem, ashabına şöyle ilân etti:
“Kim Ka’b b. Züheyr’e rastgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren
heder edilmiştir [mubah kılınmıştır].”
Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Ka’b’ın uğrayacağı âkıbet, şüphesiz,
dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini
îkaz edip nasihatte bulunmak üzere bir mektup yazdı. Mektubunda,
hakkında verilen kararı da haber verdi. Bundan kurtulabilmenin tek
çâresinin de ancak, Hz. Resûlullah’a gelip af dilemek olduğunu bildirdi.
Mektubu alan Ka’b, yerinde duramaz hâle gelmişti. Âdeta kocaman
yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş
gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamaycağını
anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte
devam edecek ve ele geçmemek üzere köşe bucak kaçacaktı
veyahut Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkarak sadâkat elini uzatıp, o âna
kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka’b, akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zâten kardeşinden mektup
gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda kat’edip Medine’ye gelen Ka’b, Resûli
Ekrem’in huzuruna vardı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu.
Ka’b, bu durumu akıllıca kullandı. Efendimizin huzurunda diz çöküp
mübarek elini tuttuktan sonra, “Ka’b b. Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman
olarak huzuru saadetinize gelmek işitiyor. Ben, onu size getirsem,
ona eman verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?” diye zekîce teklifte bulundu.
Ka’b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bunda pişmanlık
duyup Müslüman olursa, artık Resûli Kibriya ile arasında bir mesele
kalmamış demekti. Nitekim, Resûli Ekrem, bu teklife, “Evet.” cevabında
bulunarak bu kanâatini izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka’b’in mânâ âlemi birdenbire parladı ve elini Hz.
Resûlullah’ın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:”Şehâdet ederim ki,
Allah’tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah’ın Resulüdür.”
Resûli Ekrem ile etrafında bulunan sahabîler, bir anlık bir hayrete
kapıldıktan sonra, Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ka’b, “Ben, Ka’b b. Züheyr”‘im yâ Resûlallah!..” diye cevap verdi.
O sırada ashabtan biri ortaya atıldı. “Yâ Resûlallah!.. Bırak da şu Allah
düşmanının boynunu vurayım!” diye konuşunca, Efendimiz, “Bırak onu!
O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve
Hakk’a dönmüş olarak gelmiştir!” buyurdu.
Gönül ülkesi İslâm’ın manevî kılıcıyla fethedilen Ka’b, hemen o anda
Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan “Banet Süâdü”
isimli kasidesini Hz. Resûlullah’a sundu.
“Suad’ın ayrılığı yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar,
bana, ‘Ey Ebû Sülmâ’nın oğlu!.. Sen, artık kendini ölmüş bil!’ dediler.
“Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana, ‘Seni oyalayıp
teselli edemem; başının çâresine bak!’ dedi.
“Ben de ‘Çekilin yolumdan!’ dedim. Rahmân’in takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
“İnsanoğlunun mes’ud hayatı ne kadar uzun olursa olsun, mutlaka bir
gün bir tabutta taşınacaktır.
“Resûlullah’ın beni öldüreceğini haber aldım! “Resûlullah’ın yanında
bağışlanmak en çok umulan şeydir. “Özür beyan ederek Allah Elçisinin
yanına geldim. “Resûlullah’ın katında özür dâima kabule şayandır:
“Merhamet ve teenni ile muamele et bana!
“İçinde birçok nasihat ve hüküm bulunan Kur’ân hediyesini sana ihsan
eden Allah, hidâyetini artırsın!
“Rakiplerimin dedikodusuyla beni muaheze etme!
“Hakkımda birçok dedikodu yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.
“Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve
işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi muhakkak titrerdi!
“Burada, beni ancak Allah’ın izniyle Peygamber’in affına nail olmak kurtarabilir.
“Ben, Yüce Peygamber’e karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi,
onun adaletli eline uzatıyorum. “Şimdi, söz onun sözüdür!
“Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok
etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır.”927
Kâ’b, Resûli Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden
bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyit vardı ki, Resûli Kibriya Efendimiz ondan son
derece memnun olmuştu. O “Tâc Beyit” şuydu:
“Şüphe yok ki, Resûlullah, doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri
yok etmemek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır.”
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek
bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti
yanında tebrik ve takdirlerini izhar etti.
Bundan sonra “Banet Süâdü” adlı kaside “Kasidei Bürde” olarak anılmaya başlandı.
Ka’b. b. Züheyr, Hz. Resûlullah’in bu hediyesiyle her zaman, her yerde
iftihar ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muaviye, 10 bin dirhem vererek onu almak istemişti.
Ka’b, “Resûlullah’in hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih
etmem!”diye cevap vermişti.
Fakat, Hz. Muaviye, Ka’b’ın vefatından sonra bu arzusuna nail oldu.
Mirasçılarına 20 bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullah’ın bu mübarek
Hırkai Saadetlerini kendilerinden aldı.
Daha sonra bu mübarek hırka Emevîlerden Abbasîlere, onlardan da
Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.
Bugün, Hz. Resûlullah’ın bu mübarek hırkası mukaddes emanetleri
arasında Topkapı Sarayının Hırkai Saadet Dairesinde muhafaza altında bulundurulmaktadır.
“Hırkai Saadet, 1,24 boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan
yapılmıştır. İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır.
Önünde, sağ tarafında 0,23×0,30 ebadında bir parçası noksandır. Sağ
kolunda bir eksiklik vardır. Yer yer harabtır.
“… Hırkai Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu hâlde
(0,57×0,45×0,21) ebadında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.*
Bunun üzerinde, Sultan Azîz tarafından yaptırıldığı ve şefaat
talebini hâvî uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.
“İşbu çekmece ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya
konulur. Bu da Sultan Azîz tarafından yaptırılmış olup üzerinde ‘Lâ ilahe
illallah. Ve mâ erselnâke İllâ rahmeten lilâlemin. Lâ ilahe illallah
elMelikü’1Hakkü’IMübînMuhammedün Resûlullah Sâdıku’l Va’di’lEmîn.’ yazılıdır.
“Dört ayaklı kaidesi de altın kaplamalıdır.”
Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
“Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan’ın 15. günü, Topkapı
Sarayına gelir. Hırkai Saadet, merasimi mahsusa ile açılır
i. Hâmî Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 2, s. 43. 31
Tahsin Öz, Hırkai Saadet Dairesi ve Emanatı Mukaddese, s. 23.
Hırkai Saadet’in bu ebadda Sultan Murad tarafından yaptırılmış olan
altın bir mahfazası daha mevcuttur. Bu, san’at itibarıyla fevkalâde olup,
ayrıca zümrütlerle de bezenmiştir. Fakat, Sultan Azîz yeni mahfazayı
yaptırınca, birincisi boş kalmış ve şimdi hazinenin üçüncü salonunda teşhirdedir
ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu hâlde devlet ricali ve saray
memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu.
Bilâhare saray kadınları da ziyaret ederlerdi.
1. “Hırkai Saadet’in başmuhâfızı hükümdar olup, onun gaybubetinde
bu vazife Tülbent Ağasına aittir. Hırkai Saadet hademe
teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze hâline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı an’aneyle
Uyeyne b. Hısn ‘in Müslüman Olması
Uyeyne b. Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm nurunun gün geçtikçe
etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu. Bir gün
hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:
“Ey Uyeyne!.. Sen, bu dar görüşlülükten hâlâ vazgeçmeyecek misin?
Muhammed, memleketler fethedip duruyor; sen ise hâlâ başka şeylerle
meşgulsün! Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî Kurayzaların, ondan
önce de Benî Kaynukaların, nihayet Hayberlilerin işlerini sen de gördün!
Hâlbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri ve kuvvetlileri idiler!”
Uyeyne adamı tasdik etti: “Evet!.. Bütün bunlar, aynen oldu!”
Nihayet, Hicret’in 8. senesinde, Mekke fethinden az önce Medine’ye gelerek Müslüman oldu.
Benî Süleymlerin Müslüman Olması
Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke’yi fethe gittiği sıradaydı. Kudeyd
mevkiinde Süleym Oğullarından 900-1000 kadar kişi gelip Peygamber
Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular. Mekke’nin fethinde,
Huneyn ve Taif Savaşlarında İslâm Ordusunda bulundular.
İlk Kısas Hükmü
Taif Seferi esnasında idi. Peygamber Efendimize Benî Leyslerden bir
adam getirildi. Bu adam, Hüzeyllerden birini haksız yere öldürmüştü.
İki taraf, Resûli Ekrem Efendimizin huzurunda iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar.
Sonunda Peygamber Efendimiz, öldürülen adama karşılık, katilin de
öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm infaz edildi.
Bu, İslâm’da kısasla neticelenen ilk kan dâvası idi.