Mekke’nin Fethi
Mekke’nin Fethi
(Hicret’in 8. senesi Ramazan ayı Cuma/Milâdî 630 Ocak)
Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kabe’nin bulunduğu
şehir… O Kabe ki, “çok mübarek ve âlemlere hidâyet olan
Bayt’tir.”Mübârekiyeti ve hidâyete vesile oluşu Tevhidi İlâhî’nin mücessem
bir delili olmasından ileri gelmekte. İlk banisi, ilk insan ve ilk
peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina
gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sabit kalmıştı.
Ebû’lEnbiya [Peygamberlerin Babası] lakabıyla anılan Hz. İbrahim,
Allah’ın emir buyurmasıyla, oğlu Hz. İsmail’le birlikte, bu temel üzerine Kabe’yi yeniden inşa etmişler ve Kabe “tevhid” inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.
Ancak, yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancından
uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan
kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin
elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.
Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları
olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in
ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalb ve vicdanlarını
derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması
lâzımdı. Bu mübarek mabedin ve bu mabedin içinde bulunduğu
Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu.
Hz. Fahri Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku
için bir yol arıyordu. Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü, Müslümanlar henüz az ve zaîf bir durumda bulunuyorlardı.
Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de
oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslâm’ın inkişaf etmesi, Müslümanların
çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde,
bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.
Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen
Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenâbı Hakk’ın müsait
şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslâm olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı.
Bir taraftan İslâm’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve
civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve
zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o
zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı verilmişti.
Bütün bunlar, İslâm’ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız,
büyük bir kuvvet hâlini almış olduğunu ortaya koyuyordu. Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenâbı Hakk ihsan etmişti.
Ancak, ortada bir mâni vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye
Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler 10
sene birbirleriyle harb etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.Ahde
vefada zirve noktada bulunan Resûli Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi
için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
Zahirî Sebep
Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her
arzuyu bilip cevap veren Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün de kalbinden
geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zâten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini
daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.
Cenâbı Hakk, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Anlaşmasının bir
maddesi, Kureyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himayesine
girebilme hakkını tanıyordu. Bu haktan istifadeyle, muahede
yapıldığı sırada, Huzaa Kabîlesi, Hz. Resûlullah’ın ahd ve emanına
girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabîlesi ise müşriklerin
himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık,
bir husumet vardı. İhtimal bu düşmanlık neticesidir ki, eskiden beri Peygamberimizin
dedesi Abdûlmuttâlib’le anlaşmalı ve müttefik bulunan
Huzaalılar, Hz. Resûli Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekirler de
müşriklerin himayesine girmişlerdi.
Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı
bıçaklı olan bu iki kabîle, bu nur sayesinde az da olsa birbirlerinden kanlı
ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhüne kadar devam ediyordu.
Ancak, bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye
başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hâdise çıkarma yoluna gidiyorlardı.
BENİ BEKİRLERİN, HUZAALILARA SALDIRMASI
Bir gün, Benî Bekir Kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Resûlullah’ı hicv ve
tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve
adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekir Oğulları, bunu, Huzaalılara
saldırmak için bir sebep sayarlar. Kureyş müşriklerinden de
bir yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun
başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Sulh Anlaşması
gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar;
hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, tâ Mekke’nin içine kadar kovalarlar,
Harem’de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede,
çarpışma, Huzaalılardan 23 kişinin öldürülmesiyle son bulur.
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silâh gibi yardımlarla
kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı.
Fakat, bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.
Ancak, Huzaahlar, bunları tanımışlardı. Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat, bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hattâ korkuyorlardı.
Peygamberimizin, Durumu Haber Alması
Aradan sâdece üç gün geçmişti.
Huzaalı Amr b. Salim, beraberinde kabilesinden 40 kişiyle Medine’ye
gelerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım talebinde bulundu.
Peygamber Efendimiz, hâdiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan
gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.
Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son
derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin
vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!
… Ve Allah, bu hâdiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına,
Kâbei Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zahirî sebep kıldı.
Müşriklere Verilen Ültimatom
Resûli Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu.
Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
“Yâ Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî
Bekir Kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız,
Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi
olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”
Kureyş ‘in, Teklifleri Reddetmesi
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, akıbeti düşünmeyen
kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk iki teklifini kabul
etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi
fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de te’yid etmiş oldular.
Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde
içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin
doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe îmandan mahrum kalblerini bir
korku sardı. Hz. Resûlullah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman
oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler.
“Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat.” dediler.
EBÛ SÜFYAN, MEDİNE’DE
Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle
görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve
Hudeybiye Anlaşmasının yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını
temine çalışacaktı. Ancak, son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler
bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü, Resûli Ekrem, daha
henüz Ebû Süfyan, Medine’ye gelmeden, ashabına işin neticesini haber
verip şöyle buyuruyordu:“Ebû Süfyan, Hudeybiye Anlaşmasını takviye etmek ve mütâreke
müddetini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna
nail olmadan öfkeyle geri dönecektir.”
Ebû Süfyan ve Kızı
Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna
çıkmadan önce, Ezvacı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Ümmü Habibe’nin evine gitti.
Baba henüz îman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûli
Ekrem’in pâk zevcesi… Ebû Süfyan, Hz. Resûlullah’ın minderine oturmak
istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan,
“Kızım,” dedi, “anlayamadım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden
esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Resûlullah’ın
(s.a.v.) minderidir. Sen ise şirk içindesin! Senin gibi birisinin
Resûlullah’ın minderine oturmasına gönlüm asla razı olamaz!” diye cevap verdi.
Evet, Allah ve Resulünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin
üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın
hatınyla değiştirilemez; onlara muhabbet, şâir muhabbetler için terk
edilemez. Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resulüne
olan samimî muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddî hürmettir.
Ebû Süfyan, kerîmesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti.
Hz. Ümmü Habibe, “Hayır!.. Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti
nasîb etti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta
devam ediyorsun!” dedikten sonra ilâve etti: “Babacığım!.. Senin gibi,
Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?”
Ebû Süfyan’m kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!..” dedi,
“Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini
bırakıp Muhammed’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz.
Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrıldı. Ebû Süfyan ‘in, Peygamberimize Müracaatı
Kerîmesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Resûlullah’ın yanına vardı. “Ey Muhammed!..” dedi, “Hudeybiye Muahedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!” Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan!.. Sen bunun için mi geldin?” diye sordu. Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!”
Resûli Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz! Yoksa siz,
bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu. Ebû Siifyan, bir an
durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı
ve, “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen
muahedenin yenilenmesini istiyoruz.” diye, “hiçbir şey olmamış gibi” konuştu.
Resûli Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sustu.
Ebû Siifyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini
de bir türlü kestiremiyordu. Hz. Resûlullah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi. Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Resûlullah’in bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himayene al ve bunu halka bildir.” dedi.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi.
“Benim himayemde bulunanlar,” dedi, “Resûlullah’ın himayesinde bulunanlardır!”
Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu;
“Muahedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi.
Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle,
“Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilâve etti:
“Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok
etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullah’tan şefaat dilemeyeceğim!
Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o
karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım!”
Ebû Süfyan ‘in, Hz. Osman ile Hz. Ali ‘ye Başvurması
Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün
görmedim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ayrılan Ebû Süfyan,
doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!..” dedi, “Bu topluluk
içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile
ve müddetini uzat! Çünkü, sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.”
Hz. Osman, “Benim himayemde bulunanlar, Resûlullah’ın (a.s.m.) himayesinde
bulunanlardır.” diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti. Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için
yanıyordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en
yakım akrabamsın! Bu akrabalık hakkı için, Resûlullah’a gidip, bu muahede
işinin yenilenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi.
Hz. Ali’nin de cevabı diğer Ashabı Kiram’ınkinden farklı olmadı.
“Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!..” dedi, “Vallahi, Resûlullah
Aleyhisselâm(a.s.m.) bir işe karar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu,
Resûlullah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”
Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile, “Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver!” dedi. Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey
bilmiyorum! Ama sen, Benî Kinanelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf
halkını uzlaştırmak için, himayene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.
Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı.
“Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin
yanından ayrılıp Mescidi Nebevî’ye vardı.
Ebû Süfyan, manen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi
halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescidi Nebevî’de ayakta
dikildi ve, “Ey insanlar!.. Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himayeme
aldım; haberiniz olsun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti:
“Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.”
Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efendimizin
yanına vardı. “Yâ Muhammedi..” dedi, “Zannetmem ki, bu himaye sözümü reddedesin!”
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan!.. Bunu sen söylüyorsun, ben değil!” buyurdu.
Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın
eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tuttu.
Ebû Süfyan, Mekke ‘de Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Kureyşliler, “Neler yaptın, anlat
bakalım!” dediler. Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mahcubiyet
ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.Kureyş müşriklerinin
korkuları bir kat daha arttı!
FETHE HAZIRLIK
Resûli Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak.
Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme
fikrini, son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi.
Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun
neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek
maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her şeyden evvel insanlara
ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe
memurdu, insanları imhaya değil!.. Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde
içlerinden birçoğunun gönlü İslâm’a kayabilirdi. Böylece de îman
nîmetini elde etmiş olabilirlerdi! O hâlde, düşmanı tamamen imha etmek
yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.
Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de maksadını son derece gizli tutuyordu.
Hattâ, Hz. Âişe Vâlidimize sâdece, “Yol hazırlığımı yap.” demekle
yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok
ihtiyaç duyuyordu. Çünkü, Mekkei Mükerreme gibi mübarek bir
beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbei Muazzama gibi yeryüzünün en
şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek
istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:
“Allah’ım!.. Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin
casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hâle getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!”
Hattâ, Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul
olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katade Hazretlerini askerî
bir birlikle İzam Vadisi tarafına gönderdi.Böylece, Mekke
tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak
ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı. İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz,bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve
hazırlanmalarını emir buyurdu.O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve
âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye
haber gönderdi. Nebîyyi Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabîle,
Ramazan ayı başında Medinei Münevvere’ye gelmeye başladı.
Medine ‘den Hareket (Ramazan ayının ilk günleri idi.)
Gönülleri Allah ve Resulünün muhabbetiyle coşup taşan 10 bin
mücâhid, Medine’de hazır bekliyordu. Bunların 700’ü Muhacirlerdendi.
Beraberlerinde 300 at vardı. Ensâr’ın mevcudu ise dört bin idi.
Onların da yanında 500 at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki
kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Rühm Külsüm b. Husayn’ı vekil bıraktı.
Bu haliyle İslâm Ordusu, hareket için Hz. Resûlullah’ın emrini bekliyordu.
Müşriklere Gönderilen Haber İslâm Ordusu harekete hazır bekliyordu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve
Hz. Mikdad b. Esved’e şu emri verdi:
“Sür’atle gidiniz! Hah Bahçesine vardığınızda, hayvan üzerinde,
yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiriniz!”
Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabî, son sür’at yol
alıp Hah Bahçesine vararak orada kadını buldular.
Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular.
Kadın, “Benim yanımda mektup filân yok!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip
eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.
Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a
yemin ederim ki,” dedi, “Resûlullah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâfı hakikat
konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz;
gerekirse üstünü başını arar, elbiseni çıkartırız!”
Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi.
Mücâhidler, “Evet, Müslümanız; ama Resûlullah (a.s.m.), bize, beraberinde
mektup bulunduğunu söyledi.” diye konuştular.
Kadın, kurtuluş çâresinin kalmadığını anlamıştı. Mücâhidlere,
“Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz.” dedi. Sahabîler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı.
Vazifeli sahabîler, mektubu alıp Hz. Resûlullah’a getirdiler.
Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir
ashabı”ndan olan Hatıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben,
Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı!
Peygamber Efendimiz, derhâl Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı. Hz. Hatıb
gelince, mektup kendisine okundu.Resûli Ekrem, “Bu mektubu tanıdın
mı?” diye sordu. “Evet, tanıdım!” dedi.”Bunu sen mi yazdın?” Hz. Hatıb
inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!” Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu.Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Resûlallah!.. Bu hususta hakkımda hüküm
vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim.
Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak
kimsem de yok. Ben, bunu, Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında
bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre
saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben
Allah’a ve Resulüne olan îmanımda sabitim!” Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına dönerek, “O, size doğru söyledi! Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz.” dedi. Kendisini zabtedemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Resûlallah, şu münâfıkın boynunu vurayım!” dedi.
Resûli Ekrem müsaade etmedi ve, “O, Bedir Muharebesinde bulunmuştur!
Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbine katılmış bulunanlara,
savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet
size vâcib olmuş, siz de Cennet’e girmeye hak kazanmışsınız.’ buyurmuştur.”
diye konuştu. Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu
ve, “Allah ve Resulü her şeyi daha iyi bilir!” dedi.
Bu hâdise üzerine Cenâbı Hakk, şu âyeti kerîmeyi inzal buyurarak
mü’minleri ikaz etti: “Ey îman edenler!.. Benim de, sizin de düşmanınız (olanları)dostlar
edinmeyin! (Kendileriyle aranızdaki) sevgi yüzünden onlara
(Peygamber’in maksadını) ulaştırırsınız (değil mi)? Hâlbuki onlar,
Hakk’tan size gelene küfretmişlerdir. Peygamber’i de, sizi de Allah’a îman
ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıkarıyorlardı onlar… Eğer siz,
Benim yolumda savaşmak, Benim rızamı aramak için çıkmışsanız (bunu
yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleyeceksiniz? Hâlbuki, Ben,
sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim
bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun tâ ortasından sapmış olur!”
İslam Ordusu Mekke Yolunda
Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, tek
kalb gibi çarpan 10 bin kişilik muazzam İslâm Ordusuna hareket emri verdi.
Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple
Resûli Ekrem ve mücâhidler oruçlu idiler.
Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu
ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma
çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harbte
güç, kuvvet lâzımdı. Oruç, mücâhidleri bir noktada takatsiz hâle getiriyordu.
Ancak, kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Resûlullah’ın ne yapacağını bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksadevam mı edilecekti?
İslâm Ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz,
ikindi namazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan
Ebû Katade de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok
Müslüman gelip İslâm Ordusuna iltihak etti.
Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde
İslâm Ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz,
kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini
emretti; sonra, “Ey Abbas!.. Sen Muhacirlerin sonuncususun!”
buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.
Yolda Müslüman Olanlar
Hz. Resûlullah kumandasındaki İslâm Ordusu, bütün ihtişamıyla
yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullah’in huzurunda
İslâm’la şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu
Ebû Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.
Resûli Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek
onlardan yüz çevirdi; zîra, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce
gayet samimîyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman
kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir
olan Ebû Süfyan b. Haris, Peygamberimizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi.
Yine, Efendimizin akrabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz
ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.
Ancak, bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize,
onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat, Resûli Ekrem
Efendimiz, yine, “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul
etmemekte ısrar ediyordu. Resûli Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu hâlde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helak oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu. şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu sözlere dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İslâmiyetle şereflendiler.
Ordunun Savaş Düzenine Girişi
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada
ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları
kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi.
Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas… Ensâr’ın ise, 12 bayraktan vardı. İslâm Ordusunda
ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda
14 de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eşlemlerin,
dördü Cüheynelerin, üçü Ka’b Oğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.
İslâm Ordusu, Merruzzahran ‘da
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Merruzzahran’da konakladı.
Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece
muvaffakiyetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.
On Bin Ateş
Merruzahran Vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzerlerine
gelişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz,
gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her
mücâhide ateş yakmalarını emir buyurdu.
Bir anda 10 bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık
saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet… Aralarından göç etmeye
mecbur bıraktıkları Kâinatın Manevî Güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi
etrafında 10 bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün
ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında
bir başka haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki
sene evvel bu güneş bu kadar parlak değildi, bu kadar kuvvet ve
azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesine inkişaf etmiş,
büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek istedikleri nur,
nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bırakan
azamet peyda etmişti. Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
İşte, Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu 10 bin ateşlik
muazzam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladılar.
Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi
İslâm Ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı.
Resûli Ekrem Efendimiz, İrak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden
toplamalarını bazı sahabîlere emretti ve, “Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim; çünkü, en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”buyurdu.
Sahabîler merakla, “Yâ Resûlallah!.. Bu yemişin iyisini kötüsünü
çobanlar bilir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular.
Resûli Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de
Ecyad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını
otlatırdım.” diye cevap verdi.
EBÛ SÜFYAN, PEYGAMBERİMİZİN HUZURUNDA
Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû
Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üzere vazifelendirdiler.
Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek
üzere Mekke’den çıktılar; İslâm Ordusu karargâhına yaklaştıkları
bir sırada mücâhidler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına
yetişmeseydi mücâhidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.
Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi.
Arkasından Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu hâlde Huzuru
Saadet’e girdi ve, “Yâ Resûlallah!.. Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi.
Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Resûlallah!.. Ben, ona eman vermiş bulunuyorum!”
Fakat, Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.
Hz. Abbas, “Ey Ömer!.. Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’b
Oğullarından (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” deyince,
Hz. Ömer bütün celâdetiyle, “Ey Abbas!.. Vallahi, babam Hattab
hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün
Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim! Zîra, biliyorum ki,
Resûlullah (a.s.m.) da, babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman
oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi.”diye konuştu.
Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas!.. Ebû Süfyan’ı
konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir.” sözleriyle sona erdirdi.
Ebû Süfyan ‘in İslâm ‘la Şereflenmesi
Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Resûli Ekrem, “Ey Ebû Süfyan!.. Henüz ‘Lâ ilahe İllallah.’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” diye sordu. Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne
yapayım? Lat ve Uzza’dan nasıl vazgeçeyim!”
Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû
Süfyan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin;
dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu.
Ebû Süfyan, “Ey Ömer!.. Yazıklar olsun sana!.. Sen de baban gibi sertsin.
Hem, sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben, sana gelmiş değilim; amcamın
oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber
Efendimize hitaben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk
ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede daha
üstünü yoktur.” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu
düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki, Allah’tan
başka ilâh olmasa gerek! Çünkü, Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş
olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.
Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilahe illallah.” gerçeğini
kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan!..
‘Muhammedün Resûlullah.’ diyeceğin zaman daha gelmedi mi?” diye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam manâsıyla
çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!..” dedi, “Bunun için bana biraz müddet tanı; zîra, bundan dolayı zihnimde biraz ilişik var.”
Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:
“Ey Ebû Süfyan!..” dedi, “Yazıklar olsun sana!.. Aklını başına topla! Ne
yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehâdet getir!”
Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu. İmanının acil mükâfatı
Hz. Abbas, Hz. Resülullah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını
istedi. “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Ebû Süfyan, üstün tanınmayı, övülmeyi
seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz!..”
Resûli Kibriya Efendimiz, “Olur.” buyurdu ve ilâve etti: “Kim, Ebû Süryan’ın evine girerse, emindir!” Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?..” diyerek, Peygamber
Efendimizden bu lûtfunu genişletmesini istedi. Bu sefer Resûli Ekrem Efendimiz, “Kim Kabe’ye girer, sığınır ise, o emindir!” buyurdu.
Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kabe’nin ne genişliği var ki?..”dedi.
O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescidi Haram’a girer,
sığınırsa, emindir!” buyurdu. Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mescidi Haram’ın ne genişliği var ki?..” diyerek bunu da ifade etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en
geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!” Ebû Süfyan’ın artık bu hususta taleb edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte,
bu, geniştir!” diyerek memnuniyetini izhar etti.
Ebû Süfyan’ın, İslâm Ordusunu Seyredişi
Resûli Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye gitmesine
müsaade etmedi. Her ne kadar îman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin
tesiri altında kalıp İslâm Ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme
ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan,
İslâm Ordusunu görmeli idi; tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve
kuvvetin Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaati kendisinde
tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine
bir şey kazandırmayacak, sâdece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet
verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere
nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!
Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Abbasî.. Ebû Süfyan’ı, vadinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti. Hz. Abbas, bu emri Nebevi üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.
Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslâm Ordusunu
seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu;
Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri,
nurânî dalgalar hâlinde akan mücâhidler karşısında kamaşıyordu.
Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve
inayeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalb ve
ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi
başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar,
şimdi ona sadâkat elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun
derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.
Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süfyan, olanca
dikkatiyle Hz. Resûlullah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz.
Abbas’a, “Muhammed (s.a.v.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin
bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu. Nihayet, Resûli Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silâhlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vekarı ile devesi Kasva’nın üzerindeydi. Etrafını Ensâr ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensâr’dan Sa’d b. Ubade Hazretlerinin
elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüylerini ürperticesine tir tir titretircesine geçiyorlardı.
Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “SübhanallahL Kimdir bunlar ey Abbas?..” diye sordu.
Hz. Abbas, “Resûlullah!.. Etrafındakiler ise, Ensâr ve Muhacirler!..” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan’ın dehşedi daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini
tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş;
hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat!..” dedi.
Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tashih etti.
Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!” diyerek kanaatini düzeltti.
Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurânî, bir tek kalb hâlinde çarpan, tek
el hâlinde kalkan, tek ses hâlinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay
karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı:
“Ey Abbas!.. Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!”
Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de
karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine
mâni olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın
Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.
Ebû Süfyan, Mekke ‘de
Ebû Süfyan, sür’atle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı;
“Ey Kureyşliler!.. İşte, Muhammedi.. Karşı koyamayacağınız kadar
büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da
selâmete eriniz!” dedi;sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer
sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa, o emindir!
Kim, Mescidi Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.
Fakat, müşrik ileri gelenleri, hattâ karısı Hind, bu davranışı karşısında
Ebû Süfyan’a hakaret etti; hattâ Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil
gibileri, halkı Resûli Ekrem’e karşı çıkmak için kışkırtmaya bile
kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve
Ebû Süfyan’ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescidi Haram’a sığındı.
Mekke’ye Giris Hazirligi
İslâm Ordusu, Mekke’ye girmeden evvel, son defa Zîtuva Vadisinde toplandı.
Peygamber Efendimiz ve Ashabı Kiram’ın sevinçleri etrafa dalga
dalga yayılıyordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürür vardı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasva’nın üzerindeydi. Kendisine bu
mübarek ve muazzam günü gösteren Cenâbı Hakk’a sonsuz hamd ve
şükrünü takdim ediyordu. Tevazu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki, neredeyse mübarek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.
Bu haliyle, önünde eğilecek tek zâtın sâdece Kâinatın Yaratıcısı Cenâbı
Hakk olduğunu bütün insanlığa ilân ediyordu; aynı zamanda, ashabına
da, muvaffakiyeti verenin sâdece Yüce Allah olduğunu, insanların ise
muvaffakiyetin sebeplerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu!
PEYGAMBERİMİZİN MEKKE’YE GİRİŞİ
Peygamberimiz, Mekke’ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol… Kumandan, “Seyfullah” unvanının sahibi Hz. Hâlid b.
Velid’di. Mekke’ye aşağı taraftan girecekti. Sok kol… Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.
Üçüncü kol Sa’d b. Ubade kumandasındaydı ve Ensâr birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti. Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrah kumanda ediyordu. O da, Mekke’nin üst tarafından ilerleyecekti.
Peygamber Efendimiz, kumandalara şu emri verdi:
“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle
çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!”
Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar, görüldükleri
yerde, Kabe’nin örtüsü altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi.
Onlar da şunlardı: İkrime b. EM Cehl, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Şerh, Habbar
b. Esved b. Muttâlib, Hüveyris b. Nukayz, Mıkyes b. Subabe elLeysî,
Abdullah Hilâl b. Hatal, Hind binti Utbe b. Rebia, Şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.
Bunlar, irtikap ettikleri suçlar, irtidat, İslâm’a ve Müslümanlara aşırı
düşmanlık, işkence, kati, Resülullah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme
gibi affa sığmayacak suçlardı.
Kollar Mekke ‘ye Girerken…
Takvim yaprağı, Hicret’in 8. yılı Ramazan ayının 13’ü Cuma gününü
gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasva’nın üzerindeydi. Mübarek
başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omuzunun
arasına salıvermişti. Bu haşmet ve vekar içinde mübarek beldeye giriyordu.
Bir taraftan, Allah’ına, kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı
hamdediyor, minnet ve şükrünü arzediyor, diğer taraftan da fethi iki
sene evvelinden haber verip müjdeleyen Fetih Sûresini okuyordu. Bu,
kendileri için, ashabı için en mes’ud, en sevinçli anlardan biriydi. Dillerde acı söz yok, kalbleri fetheden tatlı sözler vardı. Sımalardan tebessümler damlıyordu.
Mücâhidlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin verdiği kendini
kaybediş yoktu. Nefislerine, kalb, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.
Sa ‘d b. Ubade nin Azledilmesi
Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayriihtiyarî kendisini
kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa’d b. Ubade, ağzından, “Bugün
büyük savaş günüdür. Kabe’de vuruşmanın helâl olacağı gündür!”diye bir söz kaçırdı.
Durum, derhâl Hz. Resûli Ekrem’e bildirildi. Bu söz, Mekke’ye harbsiz,
kan akıtmaksızın girmek isteyişin mânâ ve ruhuna zıddı. Hemen
sancağın Sa’d Hazretlerinden alınıp oğlu Kays’a verilmesini emir buyurdular.
Hâlid b. Velid Koluna Taarruz
İslâm Ordusu, Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye
kılıç kaldırmadan edeb ve hürmet içinde Mekke’ye dalga dalga giriyordu.
Ancak, bu arada, Hâlid b. Velid Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola
bir taarruz oldu. Taarruz, İkrime b. Ebî Cehil, Safvan b. Ümeyye
gibilerle, topladıkları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.
Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı.
Ancak, müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücâhidleri ok yağmuruna
tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya
mecbur bırakıldılar. Çarpışmada iki mücâhid şehid düştü, müşriklerden
ise 13 kişi öldürüldü. Durum, Hz. Resûli Ekrem tarafından öğrenildi. Hz.
Hâlid, huzuruna çağırıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını,
mücâhidlerin ise sâdece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını
Hz. Hâlid’den öğrenince,”Allah’ın hüküm ve takdir ettiğinde hayır vardır.” buyurdular.
Bundan başka 10 bin kişilik muazzam İslâm Ordusu Mekke’ye
girerken hiçbir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silâhlarını kullanmadılar.
Bu arada, kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler
öldürüleceklerden birkaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların
birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidat eden kimselerdi. Abdullah
b. Hatal ve Mıkyes b. Subabe, bunlardan ikisiydi. Kanı heder edilip ele
geçirildikten sonra öldürülen diğerleri ise Haris b. Tuleytıla, Huveyris b.
Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Peygamberimiz henüz Mekke’deyken
kendilerine en ağır eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp
öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise, her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.
Emanın İlânı
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye girer girmez halka eman verdiğini ilân etti:
“Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim elinden
silâhını bırakırsa, ona eman verilmiştir. Kim evine girer, kapısını
kapatırsa, ona da eman verilmiştir.”Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süfyan’ın evine sığındı.
PEYGAMBERİMİZ, KÂBE-İ MUAZZAMA’DA
On bini aşkın İslâm Ordusu, Mekke’ye girmişti. Fakat, Mekke sakin ve
âsûde bir gün yaşıyordu. Herkes bir emniyet içinde idi.
Resûli Ekrem Efendimiz, Kasva’nın üzerinde, terkisinde Üsame b.
Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu
olduğu hâlde Kâbei Muazzama’ya doğru ilerliyordu. Dâvasını ilâna
başladığı ilk günden bu güne kadar ve muzafferiyet sonunda hiçbir
değişiklik yoktu. Tek başına İslâm ve îmanı tebliğ ederken de mütevazi,
mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de… Birkaç kişinin gönlünde
yer tutmuşken nasıl âlicenab, şefkatli, mütevazi ve afüvkâr idiyse,
şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti.
İşte, Efendimiz, bu tevazu, mahviyet ve Allah’a minnet ve şükran
hisleriyle dolu bir manzara içinde Haremi Şerife girdi. Müslümanlar da
akın akın muazzam mabede doğru akıyorlardı. Resûli Kibriya tekbir getirince,
Müslümanlar da hep bir ağızdan “Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
diyerek Mekke ufuklarını bu kutsî sadâ ile çınlattılar. Bu ulvî sadâya, bu
mübarek beldenin dağı, taşı “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek karşılık veriyordu.
Kabe ‘yi Tavaf
Resûli Kibriya, binlerce sahabî arasında devesi Kasva’nın üzerinde
Kabe’yi tavafa başladı. Peşini Ashabı Kiram takib etti. Tavafın her
devresinde ellerindeki değnekle Hacerü’lEsved’e işaret ederek onu
istîlâm ediyordu. Tavafın yedinci devresinden sonra Kasva’dan indi.
Makamı İbrahim’e varıp orada iki rekât namaz kıldı. Sonra da Zemzem
Kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safa
Tepesine çıkışları takib etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu
muazzam günü gösteren Yüce Allah’a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.
Bu sırada Medineli Mlüslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe
uyandı. Bu endişeyi, “Cenâbı Hakk, Resulüne yurdunun fethini
nasîb etti. Artık burada oturur kalırlar mı dersiniz?” diyerek izhar ettiler.
Duasını bitiren Fahri Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.
Onlar, “Bir şey yok yâ Resûlallah!..” dediler.
Sorusunu birkaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize,
o sırada vahiyle Ensâr’ın konuştukları haber verildi.Bunun üzerine,
“Ben, sizin söylediğiniz şeyden Allah’a sığınırım! Bilin ki, benim hayatım
sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir!” diye buyurdular.
Bu hitab karşısında Ensâr gözyaşları arasında Fahri Kâinat’ın çevresinde
toplanıp gönlünü almaya çalıştılar. “Vallahi,” dediler, “biz bunları, Allah ve Resulüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil!”
Ebu Süfyan ve Fadale ‘nin İçlerinden Geçirdikleri
Peygamber Efendimizin ve Müslümanların Kabe’yi tavaf ettikleri bir sıradaydı.
Ebû Süfyan da Mescidi Haram’ın bir köşesinde oturup düşünceye
dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve birtakım sinsi vesveseler telkin
ediyordu. Resûli Ekrem önünden her geçtikçe o, “Acaba bir daha asker
toplasam, şu adamla(!) bir daha çarpışsam ne olur?” diye içinden geçiriyordu.
Tam bu sırada Resûli Kibriya Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve, “O
zaman da yine Allah seni hakir eder!” buyurdu. Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da Allah’a tövbe ve istiğfarda
bulunarak, “Vallahi, sen Resûlullah’sın!” dedi.
Fadale b. Umeyr ise, Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle
gözlüyordu. Bir ara bu niyetle fazlasıyla yaklaşan Fadale’ye,
Resûli Ekrem anîden dönüp, “Sen Fadale misin?” diye sordu.
Fadale, şaşkınlık içinde, “Evet, yâ Resûlallah!..” dedi.
Peygamberimiz, “İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?” dedi.
Fadale, “Hiçbir şey düşünmüyor, sâdece Allah’ı anmakla meşgul bulunuyordum!”
diye cevap verince Resûli Ekrem, “Allah’tan af ve mağrifet dile ey Fadale!..” dedi, sonra da elini Fadale’nin göğsüne koyarak onun için dua etti.
Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan
kalbiyle birlikte îmanı da karar kıldı. Resûli Kibriya’nın bir tek nurânî tebessümü
düşmanlıkları dostlukları döndürüyor, katı kalbleri balmumu gibi yumuşatıyordu.
Fadale, o ânı, “Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan
daha sevimli ve sevgili hiçbir şey yoktu!”824 diyerek tasvir eder.
Putların Yıkılışı!
Kureyş müşrikleri, Kabe’nin çevresine 360 put dikmişlerdi. Bu putlar,
kurşunla yerlerine perçilenmiş bulunuyordu.825
Tebliğ ettiği “tevhid” inancıyla akıl, ruh ve kalblerdeki putları yıkıp,
binlerce insanı getirdiği nurun etrafında pervane gibi döndüren Resûli
Kibriya Efendimiz, şimdi de tevhid inancına uygun bina edilmiş olan
Kabe’yi asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.
Elindeki asayla putlara birer birer işaret ederek,”Hak geldi, bâtıl zail
oldu. Gerçekten bâtıl, dâima yokluğa mahkûmdur.”826 âyetini okudu.
İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına
düşer, arkasına işaret ettiyse yüzüstüne düşerdi. Böylece Kabe içinde ve
çevresinde yere yuvarlanmayan hiçbir put kalmadı.
Kabe ‘de Ezan!
Öğle namazı vakti girmişti.
Nebîyyi Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kabe’nin üzerine
çıkarak ezan okumaya başladı, imanlı gönüllerde sevinç ve canlılık,
imansız gönüllerde ise üzüntü ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna ip
takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gelmedik eziyet ve işkencelere
mâruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kabe’nin üzerinde gür sesiyle
şirk ehlini çatlatırcasına tevhidi ilân ediyordu. Onunla beraber âdeta dağ
taş da “Tevhidi İlâhP’yi kendilerine mahsus dillerle haykırıyorlardı. Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû Süfyan, Attab b. Esid ve Haris İbni Hişam, aralarında konuştular.
Attab, “Pederim Esid bahtiyar idi ki, bu günü görmedi!” dedi.
Haris, “Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki,
müezzin yapsın?” diye konuşarak Hz. Bilâli Habeşî’den tahkirle söz etti.
Ebû Süfyan ise, ağzından tek kelime kaçırmadi ve:
“Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim! Kimse olmasa bile, şu ayağımızın
altındaki kumlar ve taşlar ona haber verir; o da bilir!”diye konuştu.
Gerçekten de, az sonra Resûli Kibriya Efendimiz onlarla karşılaştı ve konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Haris, şehâdet getirip Müslüman oldular.
Ebû Süfyan ise, “Yâ Resûlallah!.. İyi ki ben bir şey söylemedim!” dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdu.
Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin bir tesir bırakıyordu.
Gönüllerini İslâm’a ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve Ashabı Kiram’a
besledikleri kin ve adavetlerinin erimesine sebep oluyordu.
Peygamberimizin Kabe ‘ye Girmesi
Resûli Ekrem, Osman b. Talha’ya haber göndererek Kabe’nin
anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki
şiddetli ısrarına rağmen Osman b. Talha anahtarı alıp getirdi.
Kâinatın Efendisi, yanında Hz. Bilâl, Üsame b. Zeyd ve Osman b.Talha
(r.a.) olduğu hâlde Kabe’ye girdi.830 İçerideki suret ve putların temizlenmesi
için daha önce emir buyurmuşlardı; ancak henüz onlardan eser
vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini istedi.
Bir müddet Kabe’nin içinde kaldıktan sonra dışarı çıktı. O sırada hemen
hemen bütün Mekke halkı Mescidi Haram’ın etrafında toplanmış,
haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
Acaba, Resûli Kibriya, onların kendisine reva gördükleri gibi yüzlerine
işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti?
Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların,
sahabîlerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı
dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı?
Onları aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?
Hayır, kâinatın vücut bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş bulunan o şanlı Resul, bunların hiçbirini yapmadı.
FETİH HUTBESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzama’nın kapısında durdu.
Mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah’a
hamd ve senadan sonra şu hutbeyi îrad etti:
“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır; O’nun şeriki yoktur.
“O, va’dini yerine getirdi; kuluna yardım etti, (aleyhinde) toplanan
düşmanları tek başına perişan etti.
“Bilmelisiniz ki, Câhiliyye devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılıp
gelinen her şey, kan, mal dâvaları… bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın
altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.
“Bütün insanlar Âdem’den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır.
“Ey insanlar!.. Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık.
Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasanız.
Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır (şeref,
soy, sop ve nesebce en üst olanınız değildir). Şüphe yok ki Allah
Alîm’dir [her şeyi bilendir], Habîr’dir [her şeyden haberdardır]!” (elHucurat, 13)
UMUMÎ AF
Resûli Ekrem Efendimiz, bu hitabesinden sonra, halka, “Ey Kureyş
topluluğu!.. Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?”
diye sordu. Kureyş topluluğu, “Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve
iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.”dediler.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimiz şöyle konuştu:
“Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır.
Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha
çok sevmesinden dolayı kardeşleri, Hz. Yusuf’u çekemezler ve hayatına
son vermek için Kenan Kuyusuna atarlar. Oradan geçen bir kafile ise, onu alıp Mısır’a götürür. Başından birçok hâdise geçtikten sonra Hz.Yusuf, sonunda Mısır’a azîz olur.
Kaderi ilâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf’la kardeşlerini bir araya getirir.
Yusuf’u tanıyan kardeşleri, yaptıklarından pişmanlık duyarlar.
Bunun üzerine Hz. Yusuf, “Bugün ve bundan sonra benim tarafımda
size başa kakma ve serzenişte bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa
düşünmeyin. Ben hakkımı helâl ettim!” diyerek, kardeşlerini affeder.
“Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: ‘Size bugün
hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet
edenlerin en merhametlisidir!’ (Yusuf, 92). “Gidiniz, sizler serbestsiniz!”
Affedişlerin en makbulü muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli
ise kötülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine
acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte,
Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu! Çünkü o, Cenâbı Hakk’tan dersini şöyle almıştı:
“Affı (öne) al, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir!”
O anda Kureyşliler boynu bükük, elleri yanlarına düşmüş bir vaziyette
Hz. Resûlullah’ın huzurunda bekliyorlardı. İsteseydi, tek ferdi kalmamak
üzere hepsini, geçmişte yaptıkları zulüm, kötülük ve eziyetlerden
dolayı kılıçtan geçirebilirdi yahut hepsine köle muamelesinde bulunabilirdi;
bunun yanında, mallarına mülklerine el koyup, onları yurtlarından da sürgün edebilirdi!.
Ama, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz,
yukarıda sözü edilen davranışların hiçbirine teşebbüs etmedi. Zîra, onun
tek gayesi, gönüllerde İlâhî meş’alenin yakılmasıydı. Bu müstesna davranışıyla
da bu ulvî gayesine en büyük hizmeti îfa etti. Onun böylesine
merhametli davranışı, affediciliği, âlicenablığı karşısında bütün Kureyş
kin ve düşmanlık duygularını terk ederek, İslâm’ın tertemiz saadet deryasına kavuştu.
İşte, Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerine, “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf’la (a.s.) kardeşlerinin dediğinin aynısı olacaktır.” derken bu hâdiseyi hatırlatmak istemişti.Tarih, böylesine muazzam ruhî ve fikrî inkılâba ilk defa şâhid oluyordu.
FETİHTEN SONRA HİCRETİN KALDIRILDIĞI
Mekke’nin fethedildiği gün idi.
Abdurrahmân b. Safvan, babasını alıp Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
“Yâ Resûlallah, babam hicret etmek üzere bey’at edecektir.” dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret kalkmıştır.” buyurdu.
Ne var ki, Abdurrahmân, babasının, Muhacir vasfının manevî mükâfatından
nasîbdar olmasını istiyordu. Bunun için gidip, Peygamberimizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas’a başvurdu. Bu hususta şefaatçi olmasını diledi.
Abdurrahmân’in ricasını kabul eden Hz. Abbas, “Yâ Resûlallah!.. Sen
benimle filân arasındaki dostluğu biliyorsun. Babasını hicret bey’atı yapmak
üzere size getirmiş, kabul buyurmamışsınız.” dedi.
Arabistan müşriklerinin yegâne kal’ası olan Mekke artık fethedilmişti.
İslâmiyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini
istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu
sebeple Peygamber Efendimiz, “Hicret müessesesi”ni kaldırmaya karar
vermişti. Bundandır ki, çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet duyduğu amcasının bu arzusuna da müsbet cevap vermedi ve, “Hicret için bey’at yapmak artık yoktur!” buyurdu.
Resûli Ekrem Efendimizin kaldırdığı hicret, İslâm’ın serbestçe
yaşanabildiği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslâm’ın bir başka
beldesine hicretti. Daha hususî manâsıyla, Peygamber Efendimizin
sağlığında Mekkei Mükerreme ve çevresinden, Medinei Münevvere’ye olan hicretti