İfk Hadisesi
İfk Hadisesi
Zahiren îman etmiş görünüp hakikatte îman etmemiş münafıklar
güruhu, her zaman her fırsatta Resûli Ekrem Efendimizi ve ashabını rahatsız
etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarında muvaffak
olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı.
Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına
dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cür’etini bile gösterebiliyorlardı.
İfk Hâdisesi, Hz. Aişe (r.a.) Validemize, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy tarafından yapılan iftira hadisesidir. Hâdise şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Âişe’den (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (s.a.v.) herhangi bir
sefere çıkacakları zaman Ezvacı Tâhirat arasında kur’a çeker, kur’a kime
düşerse onu beraberinde götürürdü. Benî Müstalık Gazasında ise,
kur’a, Hz. Âişe Validemize düşmüştü.
Hâdisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe Validemiz şöyle anlatmıştır:
“Resûlullah’la beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, hicab âyeti inzal buyurulduktan
sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de yine hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik. “Resûlullah (s.a.v.) bu gazasından (Benî Müstalık) dönüyordu. Medine’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü
orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti. “Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kazayı hacet ederek, dönüp bindiğim devenin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz
boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu farkettim. (Bu
gerdanlığı annesi Ümmü Ruman düğün hediyesi olarak takmıştı.)
Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan
alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki, sefere iştirak etmiş olanlar bir ay
bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevketmezler.
Hâlbuki yolda bana hizmet edenler, gelip hevdecimi yüklemişler,
bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde
sanıyorlarmış. Çünkü, o zaman kadınlar hafif idi; iri ve ağır vücutlu
değillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler, hevdeci yüklemek
üzert kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak
yüklemişler. Hem ben, küçük ve zaîf bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler.
“Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp
ordugâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmiş.
Ben de oradan evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünüp yanımın üzerine uzandım. Hevdeçte beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım. O sırada gözlerimi uyku bürüdü; uyumuş kalmışım.
“Safvan b. Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır,
bir şey kalmışsa, kaybolmamak için, alıp diğer konak yerine götürürdü.
“Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü, bize hicab âyeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.
“Safvan, beni görünce şaşırarak ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn=Biz
Allah’ın kullarıyız ve muhakkak O’na döneceğiz.’ dedi.
“Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.
“Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de istircadan [“İnnâ
lillah ve innâ ileyhi raciûn”dan] başka ondan bir kelime işitmişimdir.
“Bundan sonra Safvan, devesini indirdi. Beni, binsin diye ayağını
devesinin ön ayağına bastı. ‘Bin.’ dedi ve kendisi geri çekildi.
“Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını
çekerek askere yetişmek için sür’atle ilerlemeye başladı.
“Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik.
“Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Safvan’ın, devenin
yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.”
BAŞ MÜNÂFIĞIN DURUMU DEĞERLENDİRMESİ
Safvan b. Muattal, Hz. Âişe Validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkların
başı Abdullah b. Übey’le karşılaşmışlardı. Abdullah b. Übey,
“Bu kimdir?” diye sordu. “Âişe’dir.” dediler.
Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfî şekilde
üstüne toplamış bulunan başmünâfık, bu masum hâdiseyi diline dolamak
istedi. Bu meş’um niyetini hemen orada izhar etti:
“Vallahi,” dedi, “ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam
Âişe’den dolayı kurtulur!” Daha bir sürü alçakça lâf etti.
Ordugâh, başmünâfık Abdullah b. Übey b. Selül’ün yaptığı iftirayla
çalkalandı. Hz. Âişe der ki: “İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış! Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!”
ŞENİ İFTİRA
Görüldüğü gibi, hâdise her türlü şaibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe Validemiz, mâkul ve meşru bir mazeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet sonra, ordunun geride kalan veya düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim etmek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalbli ve sonradan hasur olduğu, yâni erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan b. Muattal tarafından görülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.
Kur’ânı Azîmüşşan’a göre, peygamberler, mü’minlere öz nefislerinden
daha üstündür. Ezvacı Tâhirat da, “mü’minlerin anneleri” hükmündedir.
Resûli Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini
nikahlamak kesinlikle yasaklanmıştır. Buna binâen, Allah’a ve Resulüne gerçek mânâda îman etmiş hakikî bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık âyetler karşısında, Hz. Resûlullah” ın, gerek sağlığında ve gerek Melei Âlâ’ya yükselişlerinden sonra,
zevcelerinden herhangi birisine,değil kötü gözle bakması, hattâ böyle bir
kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.
Allah ve Resulüne gerçek mânâda îman etmiş ve onların emir ve yasaklarına
riâyet eden gerçek bir mü’min ve Müslümanın, canından çok
sevdiği Peygamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve yapayalnız
uykuya dalmış hâlde görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip,
orduya sür’atle yetiştirmesi kadar tabiî ve zarurî ne olabilirdi? İşte, gerçek mânâda bir mü’min ve Müslüman olan, hattâ erkeklik özelliğinden bile mahrum bulunan Safvan b. Muattal da, dininin gereği olan bu vazifeyi yapmıştır.
Ne var ki, kalblerinde hastalık bulunan, dilleriyle “îman etti.” deyip,
kalben îman etmemiş bulunan ve işleri güçleri mü’minleri birbirine
düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah b. Übey b. Selül, bunu bir
ganîmet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Aişe Validemize şen’îce iftirada
bulunmuştur. Maksadı, üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûli Kibriya
Efendimizin nâzik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine
düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.
Hz. Aişe nin, Söylenenlerden Uzun Müddet Habersiz Oluşu
Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in başlattığı, Hasan b. Sabit, Mistah
b. Üsase, Hamne binti Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münafıkların
tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hâdisesinden., Hz.
Aişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Aişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medine’ye gelince, ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa (humma)
tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashabı İfk’in
iftiraları dolaşıyormuş! Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim.
Aleyhimde iftiraları Resûlullah’la annem ve babam da duymuşlar, fakat
bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı. “Yalnız, hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebî’den (s.a.v.) daha önce hastalığım zamanında görmüş olduğum lütuf ve şefkati
bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden
‘Hastanız nasıl?’ diyor ve bununla iktifa ediyordu. Benim, iftiracıların
uydurduklarından hiç haberim yoktu.” Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak, yukarıda zikrettiğimiz şekilde, Hz. Resûlullah’in kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat, bunun sebebinden haberi yoktu.
Hz. Âişe, İftirayı Nasıl ve Kimden Öğrendi?
Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır: “Aradan 20 küsur kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekahet devresine girmiştim.
“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu
helaları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz,
Medine’nin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya, ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı. “Ben, yine bir gece Mıstah b. Üsase’nin annesiyle, hacet giderme yerimiz
olan Menası tarafına çıkmıştım. Mıstah’ın annesi, çarşafına takılarak
düşünce, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ diyerek oğluna beddua etti.
“Ben, ‘Ey ana!.. Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim. Sustu, cevap vermedi.
“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ dedi.
“Ben, ‘Ey ana!.. Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim. “Yine susup cevap vermedi.
“Üçüncü kere düştü. Yine ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün!’ diye beddua etti.
“Ben yine, ‘Ey ana!.. Ne diye oğluna beddua ediyorsun? Bedir Savaşında bulunmuş bir zâta hiç sövülür, beddua edilir mi?’ dedim. “O, ‘Vallahi, ben, ona, senin aleyhinde söylediklerinden dolayı beddua ediyorum!’ dedi. ‘”O, neler söylemiş?’ diye sordum.
“Bunun üzerine, Mıstah’ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker
teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi. Vallahi, üzümtümden hacetimi
gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki, ağlamaktan
ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”
Hz. Âişe, Annesinin Evinde
Hastalığında, Hz. Aişe’ye annesi Ümmii Ruman bakıyordu.
Bir gün yine Resûlullah, selâm verip yanına girdi. Hz. Aişe’nin ismini
zikretmeden, “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.
Hz. Âişe der ki: “(Bunun üzerine) Artık kendimi tutamadım. ‘Yâ Resûlallah!.. Şimdiye
kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen
de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?’ dedim.
“Resûlullah, ‘Gitmende bir mahzur yok.’ dedi.
“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimde haberin iç yüzünü anlamak istiyordum.
“Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.
“Annem, ‘Kızcağızım, sen niçin geldin?’ diye sordu.
“‘Anneciğim!..’ dedim, ‘Halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş
da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız!’
“Annem, ‘Kızcağızım,’ dedi, ‘sen kendini hiç üzme, sıhhatini düşün.
Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve
onun birçok ortağı bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde
birtakım lâflar çıkarmasınlar; bu pek nâdirdir!’
“‘Babamın bundan haberi var mı?’ dedim.
“‘Evet… ‘ dedi.
“‘Resülullah’ın da haberi var mı?’ diye sordum.
“‘Evet..’ dedi.
“Kendimi tutamadım, ağladım.
“Babam, damda Kur’ân okuyordu. Sesimi duyunca, indi. Anneme,
‘Nedir bu hâli?..’ diye sordu.
“Annem, ‘Aleyhindeki dedikodulardan haberi olmuş.’ dedi.
“Babamın da gözleri yaşla doldu.
“O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.”
PEYGAMBERİMİZİN ASHABIYLA İSTİŞARESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftiranın etrafta
konuşulduğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, dışarıya pek çıkmıyordu.
Konuyla ilgili vahyin gelmesi gecikince, ashabıyla konuştu, onların fikirlerini aldı.
Hz. Ömer ‘in Görüşü
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah!.. Hâşâ, bu, büyük bir bühtan ve iftiradır.
Kat’î biliyorum ki, bu, münafıkların yalanıdır. Allah Teâlâ, bedeninize
sinek kondurmaktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan
sineklerden bile muhafaza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah,
nasıl olur da aileni, böyle kötülüklere bulaşmaktan korumaz?” diye fikrini beyan etti.
Hz. Osman’ın Kanaati
Hz. Osman ise, görüşünü şöyle açıkladı:
“Yâ Resûlallah!.. Allah, üzerine insan ayağı basmasın yahut
yeryüzündeki pislikler üzerine düşmesin diye gölgenizi yere düşürmekten
korumaktadır. Böyle gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin ailenizin namusunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?”
Hz. Ali’nin Görüşü
Hz. Ali ise, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Bir gün bize namaz kıldırıyordun.
Namaz içinde iken, ayakkabılarını çıkarmıştınız. Size uyarak biz de
çıkarmıştık. Namazı bitirince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize
sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik.
Bunun üzerine siz, ‘Temiz olmadıkları için onları çıkarmamı bana Cebrail
emretti.’ demiştiniz. Böyle, ayakkabılarınıza bulaşan bir pislik, size
bildirildiği ve onları pislik bulaşığından dolayı çıkarmanız size emredildiği
hâlde, ailenize, namus kirletecek kötülüklerden bir şey bulaşsın
da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?..” diye fikrini açıkladı.
Hz. Âişe ‘nin Hizmetçisinin Görüşü
Resûli Ekrem Efendimiz, bu arada, Hz. Âişe Validemizin hizmetçisi
Berire’nin de görüşünü sordu. Berire, “Yâ ResûlallahL” dedi, “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben onun hakkında hayırdan başka bir şey
bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sâdece şunu söyleyebilirim:
Kendisi çok genç bir kadındı. Ev halkının hamurunu yoğurıırken uyuya
kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.”
Hz. Zeyneb ‘in Görüşü
Hz. Zeyneb (r.a.), Peygamberimizin zevceleri arasında güzelliği ve
Efendimiz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe Validemizle eşit
görür ve onunla dâima rekabet hâlinde bulunurdu. Buna rağmen Hz.
Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamıştı.
Resûlullah, bu hususta onun görüşünü de sorunca, şu cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah!.. Ben, işitmediğimi ‘İşittim.’ demekten kulağımı,
görmediğimi ‘Gördüm.’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun
hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.
Peygamberimizin Hitabesi
Aslında Resûli Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe’nin böyle bir isnaddan
uzak olduğunu çok iyi biliyordu; ancak, böylesine haince ve sinsice
plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece
üzmüştü. Bu, Hz. Âişe’ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep
olmuştu. Nitekim, meseidde îrad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
“Ey Müslümanlar cemaati!.. Ailem aleyhindeki iftirasıyla beni
üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Hâlbuki, vallahi
ben, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onlar
(iftiracılar), öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki, ben onun
hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum.”
Peygamberimizin, Hz. Aişe’yle Konuşması
Hz. Âişe’ye iftira edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet
geçmiş olmasına rağmen, Resûlullah’a (s.a.v.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescidde ashabına îrad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra, Hz. Ebû
Bekir’in evine vardı. Selâm verdikten sonra, Hz. Âişe’nin yanına oturdu
ve, “Ey Aişe!.. Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan
uzak isen, yakında Allah, seni onlardan berî ve uzak olduğunu açıklar. Yok, eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur.”
Hz. Âişe, o andaki durumunu da şöyle anlatır: “Resûlullah (s.a.v.) sözlerini bitirince, gözümün yaşı kesildi. Öyle ki, gözyaşından bir tek damla bulamıyordum.
“Hemen babama dönüp, ‘Resûlullah’a bu hususta benden taraf cevap ver.’ dedim.
“Babam, ‘Vallahi kızım!.. Resûlullah’a (s.a.v.) ne diyeceğimi bilemiyorum!’ dedi.
“Sonra anneme döndüm. ‘Resûlullah’a (s.a.v.) bu hususta benim
tarafımdan sen cevap ver.’ dedim.
Hz. Âişe ‘nin Cevabı
Baba ve annesi Resûlullah’a herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz.
Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenâbı
Hakk’a hamd ve senada bulunduktan sonra, “Vallahi,” dedi, “ben anladım
ki, siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ, onlara
inanmış gibisiniz! Şimdi, ben size o kötülükten uzağım, desem—ki Allah
biliyor, uzağimdır—beni doğrulamazsınız! Faraza, ben, kötü bir iş
yaptım(!) desem,—ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım—siz,
beni hemen tasdik edersiniz! Vallahi, ben kendim için de, sizin için de
Yakub’un (a.s.) oğullarıyla olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum.
Nitekim, o zaman o, ‘… Artık, bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah’tır.’ demişti.”
PEYGAMBERİMİZE VAHYİN GELİŞİ
Henüz Resûli Kibriya Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından
da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada
vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:
“Resûlullah’ı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri
bürüdü. Nitekim, vahiy sırasında, kış günleri bile kendisinden
inci tanesi gibi ter dökülürdü. Resûlullah’ın (s.a.v.) üzerine elbisesi
örtüldü, başının altına da derinden bir yastık konuldu. Vallahi, ben ne
korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü, o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah
Teâlâ’nın bana zulmetmeyeceğini biliyordum. Annemle babamın ise,
halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye
korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum.”
Vahiy hâli Resûli Kibriya Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden
gülüyordu. Hz. Âişe’ye, “Müjde ey Âişe!.. Yüce Allah, seni,
kesin olarak tebrie etti, yapılan iftiradan berî ve uzak kıldı.” dedi.
Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp, kızı Hz. Âişe’nin başını öptü.
İnen Ayetler
Cenâbı Hakk, konuyla ilgili olarak Resulüne indirdiği âyeti kerîmelerde şöyle buyurdu:
“O uydurma haberi getirenler içinizden (mahdut) bir zümredir.
“Onu siz kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilâkis, sizin için bir
hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah (nisbetinde ceza) vardır.
Onlardan günahın büyüğünü yüklenen o adama da pek büyük bir azab vardır.
“Onu (iftirayı) işittiğiniz vakit, erkek mü’minlerle kadın mü’minler,
kendi vicdanları (önünde) iyi bir zanda bulunup da, ‘Bu, apaçık bir
iftiradır.’ demeleri (lâzım) değil miydi?
“Buna karşı dört şâhid getirmeli değil miydiler? Mademki bu şâhidleri
getiremediler; o hâlde onlar, Allah katında yalancıların tâ kendileridir!
“Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın ihsan ve rahmeti üzerinizde olmasaydı,
o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azab çarpardı.
“O zaman siz, o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz;
hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (günah olmayan şey) sanıyordunuz. Hâlbuki, o(nun günahı) Allah katında büyüktür.
“Onu (iftirayı) duyduğunuz zaman, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz.
Hâşâ!.. Bu büyük bir iftiradır.’ demeniz (lâzım) değil miydi?
“Eğer siz gerçekten îman eden kimselerseniz, böyle bir şeye ebedîyyen bir daha dönmenizi Allah size yasaklıyor! “Allah, size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir; tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
“Mü’minler içinde, kötü sözlerin yayılıp duyulmasını arzu edenler yok
mu? Dünyada da, âhirette de onlar için acıklı bir azab vardır! Onları,
(kötülüğü yaymak isteyenleri) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Ya üzerinizde Allah’ın fazl ve rahmeti olmasaydı, ya hakikat Allah
çok esirgeyici, çok merhametli olmasaydı, hâliniz nice olurdu?””
Böylece, Cenâbı Hakk, vahiyle Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir
iftiradan ibaret olduğunu haber vererek hem Resulünün temiz ruhunu
ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetinin
küçük düşürülmesine müsaade etmedi, hem de Müslümanlar arasında
zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.
En Üstün Beraat
Bir gün, Hz. Abdullah b. Abbas’tan, Hz. Âişe’yle (r.a.) ilgili âyetlerin
tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı: “Yüce Allah, dördü dört şeyle beraat ettirmiş, yapılan iftiralardan onları temize çıkarmıştır:
“1) Hz. Yusuf u, Züleyha’nın kendi ehlinden getirilen bir şahidin
diliyle beraat ettirmiştir.
“2) Hz. Musa’yı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren
taşla beraat ettirmiştir.
“3) Hz. Meryem’i, kucağındaki oğlunu dile getirip, ‘Ben Allah’ın kuluyum.’
diye söyletmek suretiyle temize çıkarmıştır.
“4) Hz. Âişe’yi ise. Yüce Allah, Kiyamet’e kadar bakî kalacak olan
i’cazkâr kitabı Kur’ân’daki o azametli âyetlerle beraat ettirmiştir; ki, bu
derece belâğatlı temize çıkarmanın benzen görülmemiştir. Bakınız da,
bununla diğer beraat ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resulünün mertebesinin yüceliğini ortaya
koymak için yapmıştır.”
İftiracıların Cezaya Çarptırılmaları
Resûli Ekrem Efendimiz, konuyla ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp
halka bir hutbe îrad etti, sonra da gelen Kur’ân âyetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirayı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah
b. Üsase, Hassan b. Sabit ile Hamne binti Cahş’a had vurulmasını emretti.
İftiracılara had olarak 80’er kamçı vuruldu.