Uhud Muharebesi
Uhud Muharebesi
(Hicret ‘in 3. senesi 7 Şevval / Milâdi 625)
Kureyş müşrikleri, Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak
istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorlardı. İleri gelenlerinden
birçoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri
ağır darbeyle izzeti nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki
prestijleri de haliyle sarsılmıştı. Ayrıca, sahilden giden Şam ticaret yollarının Resûli Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır
darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu.
Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye
başlamışlardı; ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa
zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile, bu yoldan giden ticaret
kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu. Haliyle, bu durumlar, zâten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husumetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdeta can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir
iki küçük baskın hareketi, onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna
uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
Kureyş İleri Gelenlerinin Teklifi
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük
ticaret kervanı, Resûli Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin
eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zor gelebilmişti. Hemen arkasından
Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini
geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Darü’n Nedve”de muhafaza
edilmekteydi.” Bu sırada, bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve
bunların da içinden Cübeyr b. Mut’im, Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebû
Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleri sayılabilecek kimseler, Ebû Süfyan’a
şu teklifte bulundular: “Muhammed, büyüklerimizi öldürerek bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini
sahiplerine verelim, kârıyla da Müslümanlara karşı harb hazırlığı yapalım!”
Teklif oy birliğiyle kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın… Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sür’atle harb hazırlığına başlandı. Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler, bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sâdece mahallî gönüllü askerler, hattâ
devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş* Kabilesi askerleriyle de iktifa etmiyorlardı.
Arabistan Yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak
istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o
kabîleleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer
kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de sür’atle harb hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri,
içlerinde birçok ünlü kişinin, şâirin, hatibin Benî
Mustalık’la Benî Hevn b. Huzeyme, Mekke’nin alt tarafındaki Hubşa
Dağı eteklerinde toplanıp, düşmanlarına karşı, sonuna kadar birlikte
hareket edecekleri hakkında Mekkeli müşriklerle anlaşmış oldukları için,
toplantı yerlerine nisbetle bu kabilelere “Ahabiş” adı verilmiştir.
de bulunduğu propaganda heyeti ise, bütün Arabistan Yarımadasını
karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere, girişecekleri
hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı
ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin tek bir sözü, bir
hatibin tek bir hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini,
kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiblerin bu harekete katılmaya
teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
Müşrik Ordusu Hazır Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam üç bin kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, 200 atlı ve
üç bin de deve vardı.Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak
ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
Komutan, Ebû Süfyan Sahr b. Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû
Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında
bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının
intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
Kureyş Ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan b. Uveyf, birini
Talha b. Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbiş Kabîlesinden biri taşıyordu.
Kureyş, hazırlıklarını böylece tamamlamış ve 20 gün sürecek uzun bir
sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.
Medine ‘ye Gelen Haber
Medine’ye, Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam, mektubu Resûli Ekrem’e heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılıydı. Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a aitti.
Resûli Ekrem’in emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak, hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hattâ, bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince, Resûli Ekrem, “Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır.” buyurmuştu. Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve birkaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat, “Kötü haber çabuk yayılır.” hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı. Resûli Ekrem Efendimiz, önce Kureyş Ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla birkaç sahabîyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücâhidler, yolda Kureyş Ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler. Mücâhidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
Kureyş Ordusu Uhud’da
Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş Ordusu, Şevval ayının
başlarında bir çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan
Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.
PEYGAMBERİMİZİN RÜYASI
Bu sırada Resûli Ekrem Efendimiz, gördüğü bir rüyayı ashabına anlattı:
“Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zûlfikâr’ın
ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından
da bir koç gördüm.” Ashabı Kiram, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun yâ Resûlallah!..” diye
sordular. Hz. Resûsullah’ın cevabı şu oldu:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir.
Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara
uğramayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının
şehid edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine
gelince… O, askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir!”
Bir başka rivayete göre, Peygamber Efendimiz rüyasını, “Rüyamda
kılıcı yere çarptım; ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının
şehid düşeceklerine işarettir. Kılıcı tekrar yere çarptım; eski, düzgün
hâline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, mü’minlerin toplanacağına
işarettir.”şeklinde anlatıp yorumlamıştır.
Peygamber Efendimizin bir cuma gecesi gördüğü bu rüya, ashabla
harb hususunda yapacakları istişareye de tesir edecektir.
Ashabla İstişare
Resûli Ekrem Efendimiz, Ensâr ve Muhacirun’un ileri gelenlerini bir
araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişarede bulundu.
Peygamberimizin kanâati, gördüğü rüyanın da ilhamıyla, Medine’yi
bizzat içeriden müdafaa etmekti. Buna rağmen Müslümanların da
görüşlerine başvurup onların da kanaatlerini öğrenmek istiyordu.
Ashabın ileri gelenlerinin birçoğu da, Peygamber Efendimizin bu
kanaatine iştirak etti. O âna kadar hiçbir toplantıya çağrılmayan münafıkların
reisi Abdullah b. Übey de bu istişareye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.
Ancak, Bedir Gazasında bulunmayan kahraman ve genç sahabîler,
Bedir’de bulunan gazilerin nail olduğu ecr ve sevabı, Bedir şehidlerinin
ulaştığı yüksek dereceleri Resûli Ekrem Efendimizden işitmekle, o harbte
bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple, düşmanı
Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle
ısrar ederek şöyle diyorlardı: “Yâ Resûlallah!.. Vallahi, onların Câhiliyye devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde
onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?
Yâ Resûlallah!.. Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar.
Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim!” Bir kısmı ise şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah!.. Eğer onları dışarıda karşılamazsak, düşman bu durumu
korkaklığımıza ve za’fımıza hamlederek şımarır!”Bu arzuyu taşıyanlara,
cesur ve bahadır bir zât olan Hz. Hamza, Sa’d b. Übade, Nu’man b.
Mâlik gibi hatırı sayılır, ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz.
Hamza, “Yâ Resûlallah!.. SanaKitab’ı indiren Allah’a yemin ederim ki, bu
kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim!”
diyerek, çıkıp düşman üzerine hücum etme arzu ve
görüşünü izhar etti.
Hz. Hayseme ‘nin Konuşması
Hz. Hayseme, Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa’d ile kur’a
çekmişti. Kur’a, Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa’d ise, arzuladığı
şehâdet mertebesine ulaşmıştı. İşte, şehid babası Hz. Hayseme de şöyle konuşuyordu:
“Yâ Resûlallah!.. Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan
Ahâbiş’ten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelerek meydanlarımıza
indiler. Bizi, evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar,
sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleceklerdir.
Bu, onların cesaretlerini artıracaktır. Görüp de karşılaşmazsak ve yurdumuzun
ortasından onları kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da
bize göz dikeceklerdir! “Allah Teâlâ’nın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galib getireceği ümit edilir. Eğer ikincisi olursa—ki şehidliktir—Bedir, beni ondan mahrum
kıldı. Hâlbuki, ben onu öylesine özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine
çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum, benimle kur’a çekmişti. Kur’a
ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı. Hâlbuki, ben şehid olmayı
ne kadar arzu ediyorum! Dün gece oğlumu güzel bir surette
gördüm: Cennet meyveleri ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana,
‘Cennet’te arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana va’dettiği gerçeği buldum!’
diyordu. Vallahi, yâ Resûlallah!.. Sabah gözlerimi açınca, oğluma
Cennet’te arkadaş olmayı candan özlemeye başladım. Yaşım, fazlasıyla
ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim. Yâ Resûlallah!.. Beni
şehidlikle, Cennet’te oğlum Sa’d’ın arkadaşlığıyla nasîblendirmesi için
Allah’a dua et!” Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi.
Kendisi için dua etti. Ebû Said elHudrî’nin babası Mâlik b. Sinan ise, “Yâ Resûlallah!.. İki
şeyden biri bizimdir: Ya Allah, bizi onlara galib ve muzaffer kılar—ki istediğimiz
budur—ya da Allah, bize şehidlik nasîb eder! Vallahi yâ
Resûlallah!.. Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.
Yine, kahraman bir sahabî olan Nu’man b. Mâlik ise, “Yâ Resûlallah!..
Ben şehâdet ederim ki, rüyada boğazladığını gördüğün sığırın temsil ettiği
ashabından birisi de benim! Bizi Cennet’ten mahrum etme! Kendisinden
başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben Cennet’e
girsem gerektir!” diye konuştu. Resûli Kibriya Efendimiz, “Ne ile?..” diye sordu.
Hz. Numan, “Çünkü,” dedi, “ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına,
senin de Allah’ın Resulü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resulünü
severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”
Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin.” buyurdu.
KARAR
Resûli Kibriya Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak
arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi
açık arazide yapmayı kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de
şöyle buyurdu:”Sabır ve sebat ederseniz bu kere dahi Cenâbı Hakk size
yardımını ihsan eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!”
Kesin Karardan Sonra Günlerden Cuma idi.
Resûli Ekrem Efendimiz, Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara
cihadın faziletinden, cihada nasıl hazırlanılacağından bahsetti
ve, “Cihadda geri durmak, gecikmek acizliktir. Sabır ve sebat gösterildiği
zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabr ve sebat ediniz! Sabr ve sebat ettiğiniz
takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir.” buyurdu.
Resûli Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaate
kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte Hânei Saadetine
girdi. Bu iki sahabî, Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Resûli Ekrem, içeride zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken,
dışarıda toplanmış bulunan Müslümanları, Sa’d b. Muaz ile Üseyyid b.
Hudayr, “Medine’den çıkmak istemediği hâlde, siz, çıkmaları için
Resûlullah’a ısrar edip durdunuz. Hâlbuki, ona emir gökten iner. Siz bu
işi ona bırakınız, onun istediğini yapınız!” diyerek îkaz ettiler.
Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir
derece de olsa yumuşattı; hattâ, pişmanlık bile duyar oldular. Resûli
Ekrem’in zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış hâlde evinden çıktığını
görünce, “Yâ Resûlallah. Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer
Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz!” diye konuştular.
Hz. Resûlullah’ın cevabı şu oldu:”Bir peygambere, zırhını giydikten
sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah, onunla düşmanları arasında
hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”
Arkasından da şöyle buyurdu:
“Sür’atle, size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini
anarak gidiniz. Sabır ve sebat gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.””
İSLÂM ORDUSU
Hazırlanan Müslümanlar bin kişi civarında idi.” Sayıca Kureyş Ordusunun
üçte biri kadar… İçlerinde sâdece 100 zırhlı vardı.
Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab b. Umeyr, Muhacirlerin; Üsseyid
b. Hudayr, Evslilerin; Hubab b. Münzir ise, Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
İslâm Ordusu, harekete hazırlanmıştı.
Peygamber Efendimiz, atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve
mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine, Abdullah b. Ümmî Mektum’u
bırakmıştı. Zırhlı iki sahabî, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubade önünde,
mücâhidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
Cennet ‘i Arzulayan Sahabî İslâm Ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı.
Topal bir zât olan Amr b. Cemuh da, sefere katılmak için gönlünde
şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte
savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve, “Beni de sefere çıkarınız!” dedi.
Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsaade etti. Yüce Allah
da seni mazeretli saymıştır.” diye konuştular.
Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının
bu sözlerine aldırış etmedi ve, “Yazıklar olsun size!.. Siz, beni
Bedir Seferinde Cennet’i kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud Seferinde
de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennet’e giderken, ben evde oturup kalamam!”
dedi; sonra da, doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna vardı.
“Yâ Resûlallah!.. Bu oğullarım, şunu bunu bahane ederek beni sefere çıkmaktan
alıkoymak istiyorlar! Vallahi, ben, seninle beraber sefere çıkmayı
ve Cennet’te şu aksak hâlimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu:
“Yâ Resûlallah!.. Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp
şu aksak ayaklarımla Cennet’te gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Resûli Kibriya Efendimiz, “Evet, uygun görürüm!” dedikten sonra
ilâve etti: “Amma, Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef
değilsin!” Sonra, bu sahabînin oğullarına, “Siz, onu seferden alıkoymaya
mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik
nasîb eder.” buyurdu. Bunun üzerine Amr b. Cemuh, derhâl silâhlandı ve kıbleye dönerek, “Allah’ım, bana şehidlik nasîb et!” diye dua etti.
Yahudi Yardımının Reddedilmesi
İslâm Ordusu, Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz,
dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî
birlik gördü. “Kimdir bunlar?” diye sordu.
Uhud Muharebesinin krokisi
Mücâhidler, “Abdullah b. Übey’in, Yahudî müttefiklerinden 600 kişilik
bir topluluk.” cevabını verdiler. Resûli Ekrem, “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu. “Hayır, yâ Resûlallah… ” denilince, Efendimiz, “Gidip onlara söyleyiniz:
Geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok!” diye emretti.”
Peygamberimizin Orduyu Teftişi
İslâm Ordusu, Şeyheyn Tepelerine geldiği zaman, Resûli Ekrem durup
ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada 15 kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
Fakat, içlerinde mücâhidler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere
karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de,
Rafi b. Hadic idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûli Ekrem’e
uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir sahabînin, “Yâ Resûlallah, Rafı
iyi ok atar.” demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine, Peygamber
Efendimiz onu da orduya aldı. Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabî Semüre b. Cündü, babasına, “Babacığım, Resûlullah Rafı’e müsaade etti,
beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim!” dedi.
Baba Mürey b. Sinan, teklifi Resûli Ekrem’e iletti. Peygamber Efendimiz,
güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre’nin Rafı’i yıktığını görünce,
onun da orduya katılmasına izin verdi. Henüz 15 yaşlarında bulunan bu
gencecik sahabîler, işte böylesine büyük bir şevkle mücâhidler safında
müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.”
ŞEYHEYN’DE GEÇEN GECE
Peygamber Efendimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de
o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymıştı. Az sonra Bilâli Habeşî,
akşam ezanını okudu. Resûli Ekrem, mücâhidlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz, geceyi burada geçirecekti. Muhammed b. Mesleme kumandasındaki 50 kişilik bir devriye birliğini de, orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.
Bir Sahabînin, Peygamberimizi Gece Beklemesi
Resûli Ekrem Efendimiz, mücâhidlere yatsı namazını kıldırdıktan
sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Mücâhidler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Resûlallah!… .” Peygamber
Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.
Aynı sesin sahibi, “2’ekvan b. Abdi Kays’ım, ben… ” diye cevap verdi.
Resûli Ekrem, ona, “Sen otur!” diye emretti:
Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu
gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Yine mücâhidler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Resûlallah!… .”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im.” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi.
Bir müddet bekledikten sonra, Peygamber Efendimiz, sorusunu
üçüncü sefer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?”
Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûli Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız.” buyurdu.
Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvan b. Abdi Kays’tı.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca,
Zekvan, “Yâ Resûlallah!.. Üç seferinde de sorunuza cevap veren bendim!” dedi.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, ona, “Git, sen bize muhafızlık
et! Allah da seni muhafaza etsin!” dedi. Zekvan, hemen zırhını giyindi, kalkanını aldı; bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu. Bu sahabî, önce kendi ismiyle, sonra oğlunun, sonra da babasının ismiyle kendisini tanıtmıştı!
İslam Ordusu Uhud’da
İSLÂM ORDUSU UHUD’DA
Sabaha yakın, Peygamber Efendimiz, ordusuyla birlikte Şey-heyn’den
ayrıldı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.
Düşman karşıda görünüyordu. Mücâhidler cephesinde sabah ezanı
göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullah’ın arkasında silâhlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını eda ettiler.
Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine
ikinci bir zırh, takyesinin üzerine ise miğfer giydi.”
MÜNAFIKLARIN ORDUDAN AYRILMASI
Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harb nizamıyla meşgul oluyordu.
Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah
b. Übey b. Selül, ortaya atıldı ve, “Muham-med, rey ve görüş
sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi, benim sözümü dinlemedi! Ey
ahali! Bir türlü anlayamıyorum: şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz?'”
20 deyip, kavminden ve münafıklardan 300 kadar askerle geri döndü.
Münafıkların ayrılmasıyla, İslâm Ordusu 700 kişiden ibaret kaldı.
Kureyş Ordusunun dörtte biri kadar…
Abdullah b. Übey, münafıklardan bir grupla İslâm Ordusundan ayrılmakla
kalmadı; şâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun
geri döndüğünü gören Hazreç Kabilesine mensup Selime Oğulları ile
Evs Kabilesine mensup Harise Oğullan da geri dönmeye niyetlendiler.
Fakat, Allah’ın inayeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.
Kur’ân-ı Azîmüşşan’da bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulur:”O zaman
içinizden iki birlik za’f föstermek istemişti. Hâlbuki, onların yardımcısı
Allah’tı (Allah, rahmetiyle, onlardan bu gevşekliği giderdi).
Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.”
Münafıklarla İlgili İnen Ayet
Münafıkların, harb meydanında İslâm Ordusundan ayrılıp Medine’ye
geri dönmeleri üzerine ise, şu mealdeki âyetler nazil oldu:
“İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah’ın emriyle geldi. Bu,
Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması
içindi. Onlara, ‘Geliniz, Allah yolunda muharebe edin yahut (hiç olmazsa
düşmanın kendinize ve ailenize saldırmasını) önleyin.’ denildi de, ‘Biz
muharebe etmeyi bilseydik elbette arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar, o
gün î-mandan ziyade küfre yakındılar. Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı
söylüyorlardı. Onlar ne gizlerse, Allah çok iyi bilendir!'”
MUHAYRIK’IN İSLÂM ORDUSUNA KATILIŞI
Muhayrık, büyük bir Yahudî âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı.
Fakat, kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı
için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbine çıkışa kadar devam etti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücâhidlerle Uhud Gazasına çıktığı sıradaydı.
O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık, “Ey Yahudî cemaati!..
Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin,
üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak
olduğunu pekâla bilirsiniz!” dedi.Yahudiler, “Bugün, Cumartesi
günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz.” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Muhayrık. kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından
birisine, “Eğer bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi
Muhammed’indir! O dilediğini yapmaya serbesttir.” diyerek vasiyette
bulundu ve gidip İslâm Ordusuna katıldı. Şehid düşünceye kadar da
müşriklerle çarpıştı. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Muhayrık, Ya-hudî
ırkından, hayırlı bir kişidir.” buyurdu. Muhayrık’in vasiyeti üzerine, Peygamber Efendimize kalan mülkleri, Bisab, Safiye, Delâl, Hüsna, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostan idi.
Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti.
Medine’deki vakıfları umumiyetle Muhayrık’ın mal-larındandı.126
İslâm Ordusu Karargâhı
Günlerden Cumartesi idi.
Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, îman ve cesarette
büyük ordusunun saflarını bizzat tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene
soktu. İslâm Ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu arada, oldukça mühim bir yer olan
Ayneyn Tepesine 50 muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini
vaziyet almak üzere vazifelendirdi.
Başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tâyin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn
Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın burada İslâm Ordusunu
arkadan sarmasına fırsat vermemekti.
Resûl-i Ekrem, okçulara şu emri verdi:
“Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe
yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlûb ettiğini
görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ‘Yardımlarına koşalım.’ demeyiniz.”
Bu emir ve talimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha
sonra okçulara, “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben
size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız.'” emrini verdi.
Resûl-i Kibriya’nın emri ve talimatı böylesine net ve kesindi.
İKİ ORDU KARŞI KARŞIYA
İki ordu da artık harb nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.
İslâm Ordusunda, Zübeyr b. Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise
zırhsız askerlerin başında vazifeliydi.
Müşrik ordusunun sağ ve sol kumandanı Hâlid b. Velid, sol kol kumandanı
ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında
Safvan b. Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah b. Ebî Rabia bulunuyordu.
Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı.
Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar, türküler, şarkılar söyleyerek ve
defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.İslâm Ordusu cephesi
ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah’tan yardım dileniyor,
nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de,
hitabesinde, onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata,
her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu.
Gönülleri îmanla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan
mücâhidler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya
vurulup şehid olarak Allah’ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu
yerle bir etmek için âdeta yerlerinde duramıyorlardı.
Tek Tek Vuruşma
Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.
Bu sırada Kureyş Ordusunun sancaktan Talha b. Ebî Talha ortaya
atılarak, kendinden emin, mağrurane bir eda ile seslendi:
“Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?”
Karşısına “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali çıktı ve, “Varlığım
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, seni kılıcımla Cehennem’e
göndermedikçe veya kılıcınla Cennet’e girmedikçe seni bırakmayacağım!”
diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine
kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca, Hz. Ali geri döndü.
Mücâhidler, “Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?” diye sordular.
Hz. Ali, “Yere düşünce, edeb yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen
yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki, Allah, onu yaşatmayacak, öldürecektir.”
diye cevap verdi. Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz ve
mücâhidler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhar ettiler.
Hz. Hamza ‘nın, İkinci Sancaktarı Yere Sermesi
Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman b.
Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.
Bu sefer sancağı yine Abdûddar Oğullarından Ebû Sa’d b. Ebî Talha
aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı.
Çarpışmadan galib çıkan, yine Hz. Ali oldu. Ebû Sa’d, “Esedullah”ın kılıç
darbeleri arasında can verdi. Sa’d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsafı b. Talha b. Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsim b. Sabit Hazretleri okla vurup öldürdü. Ondan
sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Haris b. Ebî Talha aldı. Âsim b.
Sabit Hazretleri, onu da bir okla yere serdi. Haris’ten sonra sancağı Kilab b. Talha aldı. Onu da, Zübeyr b. Avvam (r.a.), bir hamlede yere serdi.
Bu sefer sancağı Cüiâs b. Talha aldı. Onu da Talha b. Ubeydullah Hazretleri öldürdü.
Abdûddar Oğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi
kişi, Kureyş müşriklerinin sancağı altında iken, kahraman mücâhidler
tarafından böylece yere serildiler.
Bundan sonra sancağı yine Abdûddar Oğullarından Ertat b. Şürahbil
aldı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere yıkıldı. Sonra sancağı
Şurayh b. Kâriz aldı. O da Ashab-ı Kiram’dan biri tarafından öldürüldü.
Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir
dehşet ve korku sardı. Öyle ki, sancaklarının yanına bile kimse
yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden
alıp Kureyşlilere teslim etti.”
Abdûddar Oğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından,
yine onların kölelerinden Suvap sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ
elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun
üzerine Suvap sancağı kol ve pazularıyla tutmaya çalıştı;fakat, daha
fazla dayanamayıp ar-kaiistü yere yıkıldı.
Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çapışma, bir
anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve
deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan
mücâhidler, kahramanca dövüşmeye başladılar.
Ebû Dücâne ‘nin Peygamberimizden Kılıcı Alması
Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde, “Korkaklıkta ar, ilerlemekte
şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderden kurtulamaz!” mealindeki beyit yazılı idi.
“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu.
Birçok sahabî birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!..” diyerek ellerini uzattılar.
Bu sefer Peygamberimiz, “Bunu, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sordu.
Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve
Hz. Zübeyr b. Avvam da vardı. Hz. Resûlullah vermek istemedi. Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu!.. Hz. Resûlullah’a, “Nedir onun hakkı yâ Resûlallah?..” diye sordu. Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düşmana sallamandır!” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallah!.. Ben onu, hakkını yerine
getirmek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Resûlul-lah’tan kılıcı teslim aldı.
Ebû Dücâne, elinde Resûl-i Ekrem’in şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise
kırmızı sarığı olduğu hâlde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye
başladı. Bunun üzerine Fahr-i Alem Efendimiz, ashabına şu ölçüyü ders verdi:
“Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin (harb hâlinin) dışında
hiçbir zaman sevmez!'” Ebû Dücâne, şimşek sür’atinde düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir
iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde
deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını
fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya
teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken,
hasmından bir çığlık koptu. Bu, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in çığlığı idi.
Ebû Dücâne, ona kılıç sallamaktan geri durdu. Kendisini o sırada gören
Hz. Zübeyr b. Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak,
Ebû Dücâne ise şu cevabı verecektir: “Resûlullah’ın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!” Diğer taraftan, Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben, Allah’ın arslanıyım!” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine
cesaretle saldırıyordu. Mücâhidlerin hepsi de düşmanla cesurca dövüşüyor ve kıyasıya
mücadele veriyorlardı!
DÜŞMANIN BOZGUNA UĞRAMASI
Şirk ordusu, mücâhidlerin bu kahramanca dövüş ve çarpışması
karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve
dehşet sardı. Gerisin geri kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler
çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı.
Ancak, cesaretin kaynağı îmandan mahrum kalbe deflerin çalınması,
şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bir fayda veremiyor,
müşrik askerleri gerisin geri her şeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda
terk ederek kaçıyorlardı. Harbin ilk safhası, işte böylesine mücâhidlerin üstün çarpışmaları ve Allah’ın yardımıyla Müslümanlar lehine neticelendi.
Uhud ‘un İlk Şehidi
İslâm Ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnada bir müşrik tarafından
Abdullah b. Amr b. Haram şehid edildi. Uhud’un ilk şehidi, bu mücâhid oldu.
Oğlu Hz. Cabir der ki:
“Babam Uhud Seferine çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni
yanına çağırdı ve, ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü
ilk şehid ben olurum! Kız kardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim.
Üzerimde borç var. Borcumu öde!’ dedi. Gerçekten, dediği gibi, ilk şehid kendisi oldu.”
Uhud Harbinin Seyrini Değiştiren Hadise
Düşman ikiye bölünüp sür’atle harb yerinden uzaklaşırken, mücâhidler
de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn
Tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud Meydanındaki manzarayı seyrediyorlardı.
Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücâhidlere katılma isteği
uyandı. Onlar, harb bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir
düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara,kumanları Abdullah
b. Ciibeyr, verilen emri hatırlattı: “Resûlullah’ın size söylediklerini, verdiği
emri ve talimatı unuttunuz mu?” Fakat, bu hatırlatmaya rağmen,
kumandanlarıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn
Tepesini terk ederek harb sahasındaki mücâhidlerin yanına vardılar. Onlarla
birlikte ganîmet toplamaya başladılar.
Hâlid b. Velid’in Fırsatı Değerlendirmesi
Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslâm Ordusunun arka cephesi
müdafaasız kaldı. Harb dahîsi ve Kureyş Ordusunun süvari kumandanı
Hâlid b. Velid de, zâten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli
zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan 10 kadar okçuyu
şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ânî ve
beklenmedik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücâhidler,
düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hattâ bazıları silâhlarını bile bırakmıştı. Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü.
Bu durumda mücâhidler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik
bir hücuma mâruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca
kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi. Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.
İSLÂM ORDUSUNUN DAĞILMASI!
Önden ve arkadan hücuma mâruz kalıp sıkıştırılan mücâhidler, bir anda
kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda
kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde her şeye rağmen 10-15
kadar sahabî kalmıştı. Bu bir avuç mücâhid, canını dişine takarak,
müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüs geriyor,
vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu
arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri, Hz. Resûlullah’ın sağ alt
çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehid etti; bir diğer taş ise, alnını
ve alt dudağını yardı. Abdullah İbn-i Kamia a-dındaki kâfirin kılıç
darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddetiyle miğfer
parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı.
Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne miğferin iki halkasının battığını
gören Ebû Ubeyde b. Cerrah, bir anda kendisini onun önüne
atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ
Ebû Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah’la aramızdan çekil. Bırak da
mübarek yüzünden halkaları çıkarayım!” diyerek halkaların her birini
dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu. Öte taraftan, Mâlik b. Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlem’in yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine, Efendimizin, “Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye Cehennem ateşi erişmez.” müjdesine muhatab oldu. Bir müşrik tarafından, Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslâm Ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda
harbin şiddetinden dolayı farkına varamaya-rak, Resûl-i Ekrem, kazılmış
olan çukura yanı üzerine düştü. Çukurun etrafı derhâl mücâhidler
tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsaade edilmedi.
Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü
kanlar içinde kalmıştı. Elini, kanayan yüzüne sürdü. “Kendilerini Rablerine
îmana davet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir
kavim nasıl felah bulabilir?” dedi.
Bu, bir sitemdi, bir serzenişti. Cenâb-ı Hakk, Sevgili Resulünün bu
sitemi üzerine şu mealdeki âyetleri indirdi:
“Ey Resulüm!.. Kulların işinden hiçbir şey sana âit değildir (senin
elinde bir şey yoktur). “Allah, ya onlara (rahmetiyle) tevbe nasîb eder,
yahut zalim oldukları için onları azaba çarpar.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; O dilediğini bağışlar,
dilediğini azaba uğratır. Allah, kulları hakkında çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.'”
“ZÜLFİKÂR GİBİ KILIÇ, ALİ GİBİ YİĞİT BULUNMAZ!”
Çok az sayıda Müslümanın, müşriklere karşı direndiği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir grup müşrikin kendisine doğru gelmekte
olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz.
Ali’ye, “Hücum et onlara!..” diye emretti.
Allah’ın arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğinin üzerine yürüdü;
onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi.
Bu esnada Cebrail (a.s.), “Yâ Resûlallah!.. Bu, sizin için yapılan iyilik ve
civanmertliktir.” diye seslendi.
Peygamber Efendimiz cevaben, “O, bendendir, ben de ondanım.” buyurdu.
Tam o esnada bir ses işittiler: “Zûlfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!”
SA’D B. EBÎ VAKKAS’IN MÜŞRİKLERE OK YAĞDIRMASI
Mücâhidlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları
esnada, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş, kararsız duruyordu.
Kendi kendine, “İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu
atabiliyorum!” diyordu. O sırada mücâhidin biri ona, “Yâ Sa’d!.. Resûlullah seni çağırıyor.” dedi. Hz. Sa’d, derhâl Hz. Resûlullah’m yanına vardı. Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır: “Resûlullah, beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta,
‘Allah’ım! Bu, Senin okundur. Onunla düşmanını vur!’ diyordum.
Resûlullah da (s.a.v.), ‘Allah’ım, Sa’d’m duasını kabul et! Allah’ım, Sa’d’ın
atışını, okunu doğrult! Devam, devam Sa’d!.. Babam, annem sana feda
olsun!’ buyuruyordu. Her ok atışımda Resûlullah (s.a.v.) aynı duayı tekrarlıyordu.
“Ok çantam boşalınca, Resûlullah (s.a.v.), kendi çantasında bulunan
okları da birer birer yayıma yarleştirip attırdı. Okları yaya yerleştirmekte,
o, herkesten daha çabuk ve sür’atli idi.”
Hz. Ali derki: “Resûlullah (s.a.v.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse
hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir. Uhud günü, ona, ‘At, ey
Sa’d!.. Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!..’
buyurdu. Nebî’nin (s.a.v.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.”
HZ. TALHA B. UBEYDULLAH’IN KAHRAMANLIĞI
Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan
hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için
tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah’ın etrafında kala kala 15
kadar mücâhid kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve
sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan
biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi. Müşriklerin Resûlullah’ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr,
Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine
isabet edeceğini anlayınca, buna mâni olmak için, elini oka hedef tuttu.
Son sür’atle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.
Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak
isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” buyurdu.
Hz. Resûlullah’ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine
ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından
biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından
bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına
geldi. Resûl-i Ekrem, ona, “Amcanın oğluyla ilgilen.” dedi.
Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi.
Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu;
uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu.
Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e, “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “İyidir. Beni sana o gönderdi.” diye cevap verince, bu
kahraman ve fedakâr sahabî, “Allah’a şükürler olsun! Resûlullah sağ
olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!” diye konuştu.
İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve
fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harbte
“Talhatü’1-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha’nın,
Uhud’dan döndüğü zaman vücudunda tam 75 yarası vardı. Başı dört
köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.
HZ. HAMZA’NIN ŞEHÂDETİ
Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.
Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve, “Allah’ım!
Müslümanların şu hâllerinden dolayı Sana sığınır, Senden af dilerim.”
diye dua ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup
düşürmenin çâresini arıyorlardı. Mekke’de, “Vahşî” adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tesbit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu. Kureyş Ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b.Mut’im, kölesi Vahşî’yi yanına çağırmış ve, “Orduya katıl. Eğer
Muhammed’in amucası Hamza’yı, amucam Tuayma b. Adiy yerine öldürürsen hür ve âzadsın.” demişti.’Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, bunun için
Vahşî’ye birçok mükâfat va’detmişti.
Bu sebeple Vahşî, harb boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu.Hz.
Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı.
Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu.
Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları
kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını
fırlattığı gibi bu kahraman sahabînin böğrüne sapladı ve onu şehid etti.
Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan’m karısı Hind’in gönlünü yapmak
için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli
eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren
Hind, intikam hırsıyla, bu azîz şehidin ciğerini çiğnedi.Bununla da
intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı;
burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazuband ve halhal yapmak niyetiyle kesti.
MUS’AB B. UMEYR’İN ŞEHİD DÜŞMESİ
Mücâhidlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı.
Her şeye rağmen Resûlullah’ın yanından ayrılmayan mücâ-hidler de
vardı. Bunlardan biri de, İslâm Ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr idi.
İbn-i Kamia denilen kâfir, bir ara atlı olduğu hâlde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. “Gösteriniz bana Muhammed’i!.. O kurtulursa, ben kurtulmayayım.” diyerek haykırıyordu. Hz. Mus’ab, mücâhidlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtûn ile, İbn-i Kamia’ya karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah’ı korumaya çalışan Hz.Nesibe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtûn da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat, bu müşrikin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
İbn-i Kamia, önüne çıkan Hz. Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle
kesti. Hz. Mus’ab, İslâm’ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol
eline aldı. İbn-i Kamia, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz.
Mus’ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu
zındığın Re-sûlullah’a ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere
düşmekten korumaktı. İbn-i Kamia, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi.
Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini
içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.’
Hz. Mus’ab şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye
verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
“MUHAMMED ÖLDÜRÜLDÜ” YAYGARASI
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya
Efendimize pek benzerdi. İbn-i Kamia da, Hz. Mus’-ab’ı şehid etmekle,
Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhâl müşriklerin
yanına vararak, “Muhammed’i öldürdüm!” dedi.
Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ
başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü!” diye yaygarayı bastı.
Bu dehşetli yaygarayı duyan mücâhidlerin birden kolu kanadı
kırılıverdi. İslâm Ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası
başladı. Her biri başka başka istikametlerden harb sahasını terk ediyordu.
Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din
kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hattâ, bu karışıklık
esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.
Mücâhidlerin Hz. Resulullah’ı Araması
Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücâ-hidler, Hz.
Resûlullah’ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen
düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi
arıyordu. Harb sahasında bulunan mücâhidlerin o anda en büyük
ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu!
Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslüman!..
Müjde size: İşte Resûlullah!..” Bu sesin sahibi, Ka’b b. Mâlik’ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden
tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resûl-i Ekrem’in bulunduğu
yeri gösteriyordu. Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’a, eliyle, “Sus,
sus!” diye işaret verdi.
Artık Hz. Resûlullah’ın yeri tesbit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir
şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücâhidler, derhâl Resûl-i Ekrem’in
bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine
aldılar. O anda mücâhidlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullah’ın
vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.
NESİBE HÂTUN’UN KAHRAMANLIĞI
Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka’b…
Kocası ve iki oğluyla birlikte İslâm Ordusuna katılıp Uhud’a gelmiş;
kocasıyla oğullan müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara
yardım edip su yetiştirecekti. Ancak, harbin ikinci safhasında
Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah’m etrafında çok az sayıda
mücâhidin kaldığını gören Nesibe Hâtûn, derhâl Resûl-i Kibriya Efendimizin
yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan
Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı.
Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun’un
müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:
“Ey Ümmü Umare!.. Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes
dayanamaz ve katlanamaz!”
Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun’un omuzundan aldığı yarayı
görünce, oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar, annenin!..” dedi.
Sonra da şöyle buyurdu:
“Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filânca ve
filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filân ve filânların
makamından hayırlıdır! Senin makamın da filân ve filânların
makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!”
O esnada îmanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan
Nesibe Hâtûn da, “Yâ Resûlallah!.. Allah’a dua et de, Cennet’te sana
komşu olalım!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allah’ım! Bunları Cennet’te bana komşu ve
arkadaş et!” diye dua etti.
Bunun üzerine, Nesibe Hâtûn, sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne
musibet gelirse gelsin gam çekmem; bu bana yeter!” diyerek Allah ve
Resûlullah’a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
“O, CEHENNEMLİKTİR!”
Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın ü-zerine
hücum eden biri vardı. Hattâ, Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok
yağdıran da o olmuştu.
Garibtir ki, Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse,
Efendimiz “O, Cehennemliktir.” derdi. Sahabîler, bunun sırrını bir türlü
çözemiyorlardı.
Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi.
Hattâ, İslâm Ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve,
“Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref
ve şan için çarpışınız.” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı.
Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında
yaralanıp kan revan içinde kaldı.
Sahabîler hâlâ Efendimizin, “O, Cehennemliktir.” sözünün mânâsını
anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında
gösteren Kuzman, nasıl Cehennemlik olabilirdi?
Ancak, Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenâb-ı Hakk’ın
bildirmesiyle biliyordu.
Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabîler, “Tebrikler ey
Kuzman!.. Cennet’i müjdeleriz sana!..” diyerek tebrik ettiler.
Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye
beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek
değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir.
Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar
vermesin diye çarpıştım!” Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından
ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.
Sahabîler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün
hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah
yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile
Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
“Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya
Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resulü olduğuma
şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse,
bu dini fâcir bir adamla da te’yid eder!” diye buyurdu.
Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yâni, amelin
Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.
İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen
bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte,
bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.
Resûl-i Ekrem ‘in, Kavmine Duası
Çok az sayıda mücâhidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı,
kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek
dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:
“Allah’ım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne
yaptıklarını bilmiyorlar.”
Hazin Netice
Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip
toparlanan nıücâh idler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya
gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve
mağrur bir eda ile geri çekildiler.
Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.
Harbte, mücâhidlerden 70 şehid düşmüştü. Bunlar arasında Hz.
Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabîler de bulunuyordu.
Ebû Dücâne, Nesibe Hâtûn gibiler, Resûli Kibriya’yı muhafaza etmeye
çalışırlarken vücudları delik deşik olmuştu. Harbin ilk safhasında mücâhidlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullah’ın emir ve talimatına riâyet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlûbiyete inkılâb etmiş,
Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin,
“O bizi sever, biz de onu severiz.” buyurduğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.
Peygamberimizin Kayalığa Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek
kuvveti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubade’ye dayanarak, Müslümanların
sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu
gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten
de mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu.
Bu sırada Talha b. Ubeydullah yere çöktü. “Buyur yâ Resûlallah… Ben
kuvvetliyim.” diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
Resûli Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.
Peygamberimizin, Übeyy b. Halefi Öldürmesi
Bedir Harbinden önceydi. Resûli Kibriya Efendimiz harb sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filân ve filânın
öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy b. Halefi de, ben kendi elimle öldüreceğim!”
buyurmuştu.
Peygamberimizin sığındığı Uhud mağarası
Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye b. Halef,
mücâhidler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye
Übeyy b. Halef kalmıştı. Bu adam Kureyş’in ileri gelenlerinden biri idi.
Peygamberimize her karşılaşmasında, “Ey Muhammedi.. Bir atım var.
Her gün ona 16 ölçek darı yedirip besliyorum. Bir gün gelir, onun
sırtında olduğum hâlde seni öldürürüm!” derdi.
Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sâdece şu oluyordu:
“Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!”
İşte, Übeyy b. Halef, Bedir’de mücâhidler tarafından canı Cehennem’e
yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin
vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Hz. Resûlullah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi.
Übeyy’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde 16 okka darıyla
beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize
yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabîler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler.
Ancak, Hz. Resûlullah, “Bırakın, gelsin.” diyerek, mücâhidlerin
karşı çıkmasına mâni oldu. Resûli Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın
müşrikin ağzından, “Ey Muhammedi.. Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!”
lâfları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Resûli Kibriya Efendimiz, bir anda celallendi.
Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine
yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullah’ın heybet ve
haşyet verici tavrı karşısında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber
Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey
yalancı?..” diye sesleniyordu.Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı.
Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma
saplandı ve Übeyy, sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.
Müşrikler, yaralı hâlde onu alıp götürdüler, Yarasından kan akmıyordu.
Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına,
“Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” diyordu.
Arkadaşları bu sözünü ciddîye almıyorlar ve yarasının önemsiz
olduğunu ifade ederek tesellî etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy,
kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mekke’de) ‘Seni
öldüreceğim.’ demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!” dedi.
Übeyy b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığlıkları
arasında ölüp gitti. Resûli Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber
verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.
Peygamberimizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
Müslümanlarnı bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı.
Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihabı Zührî, Utbe b. Ebî Vakkas, Abdullah
b. Kamia ve Übeyy b. Halef, bir araya gelerek, Peygamber Efendimizin
hayatına son vermek için sözleşip and içmişlerdi.
Resûli Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, “Allah’ım,
onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” diye dua etti. “Vallahi, Resûlullah’ı
vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden yıl geçmedi.”
Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü.
Übeyy b. Halefi, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldürdü.
Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hatıb b. Ebî Beltea öldürdü.
Resûli Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamia ise,
Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarlarının yanına gitti. Dağın en
yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç
üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip
parçaladı.
EBÛ SÜFYAN’IN SESLENİŞİ
Müşrik ordusu, harb sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan
Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara
çıkmış bulunan mücâhidlerin yanına geldi ve, “Müslümanlar arasında
Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı
hâlde Peygamber Efendimiz, “Cevap vermeyiniz.” buyurdu. Bu sefer
Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye sordu. Hz. Resûlullah
yine cevap verilmesine müsaade etmedi. Kureyş reisi bu sefer, “Aranızda
Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini
istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, “Herhalde
bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi.” diye bağırdı.
Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak
yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan!
Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar.” dedi.
Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
Ebû Süfyan: “HübeFin sânı yüce olsun!”
Hz. Ömer (Peygamberimizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Allah’tır!”
“Bizim Uzza’mız var, sizin yok!”
“Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!”
“Bir gün yenildik, bir gün yendik! Bir gün üzüldük, bir gün güldük!
Hanzala’yı Hanzala’ya karşı, filânı filâna karşı öldürdük!”
“Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz Cennet’te, sizinkiler ise Cehennem’dedir.”
Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer!.. Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hz. Ömer, “Hayır… Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!” diye cevap verdi.
Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin hayatta
olduğuna inanmıştı artık… Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı:
“Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”
Hz. Ömer, Allah Resulüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi.
Kendisinden, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yerimiz olsun.”
emri gelince, Hz. Ömer, “Olur!” diye cevap verdi.
PEYGAMBERİMİZİN, ŞEHİDLER ARASINDA DOLAŞMASI
Uhud Dağı, Uhud şehiclleri ve Hz. Hamza’nın kabri
Düşman kuvvetler, harb meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket
edince, Peygamber Efendimiz mücâhidlerle birlikte çıktığı kayalıktan
indi. Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz
eden şehidler arasında dolaştı. Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin
verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En
güzide sahabîlerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehidler hakkında
vahşîce muamelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz
hâle getirmişlerdi. Onların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı
bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, “Ben, Kıyamet Gününde,
şu şehidlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şâhidlik edeceğim.”
buyurdu. Daha sonra ashabına dönerek, “Bunları, kanlarıyla sarıp
gömünüz! Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, Kıyamet Gününde
Mahşer’e yaralan kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi,
ama kokuları mis kokusu gibi olacaktır.” diye ferman etti.
Peygamberimiz, Hz. Hamza ‘nın Cesedi Başında
şehidler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabî Hz. Hamza da
vardı. Kamı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş,
cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübarek cismini
gören Resûli Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu
ki, bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O âna kadar öylesine mahzun
olduğu görülmemişti. “Seyyidü’şşüheda [şehidlerin Efendisi]” olan bu
cesaret âbidesi şahabının cesedi başında durdu. Gözyaşları arasında ona
şöyle seslendi:
“Ey Hamza!.. Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete
uğramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!
“Ey Resûlullah’ın amcası Hamza!.. Ey Allah’ın ve Resulünün arslanı
Hamza!.. Ey hayırlar işleyen Hamza!.. Ey Resûlullah’a koruyucu olan
Hamza!.. Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi,
sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım!”175
O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte
olduğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’nın anne baba bir
kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu… Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu.
Önüne gelene Hz. Hamza’nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu.
Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b.
Avvam’a, “Annene söyle: Geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin.” diye emretti.
Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim!.. Resûlullah, ‘Geri dönsün.’ diye emretti!” dedi. Hz. Safıyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zâten
kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah
yolunda uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de
razıyız. Sevabını Allah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sabredip katlanacağız.”
176 diye kahramanca cevap verdi.
Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safıyye’nin,
kardeşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.
Hz. Safıyye, Şehidlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı,
başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûli Ekrem
Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin
ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı
bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine
gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safıyye, musibete karşı sabrın
ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.” âyeti kerimesini okudu,
azîz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dileğinde bulundu.
O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın
göklerde, “Allah’ın ve Resûlullah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu
haber verdi. Resûli Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safıyye’ye iletti.
Abdullah b. Cahş ‘ın Başına Gelenler
Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas
Hazretleri, bir kenara çekilip Cenâbı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ
RabbiL Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galib ve muzaffer
olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına
“Âmin.” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım,
onunla çarpışayım ve sonunda şehid olayım. Burnum ve kulaklarım
kesilsin. Yarın Mahşer Gününde Cenâbı Hakk bana, ‘Burnun ve kulakların
nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi!.. Senin ve Resulünün
yolunda kesildi.’ diye cevap vereyim.” şeklinde dua etmişti.
Şehidler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi
burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.
Peygamberimiz, Mus ‘ab b. Umeyr ‘in Cesedi Başında
şehidler arasında İslâm Ordusunun sancaktan Hz. Mus’ab b. Umeyr
de vardı. Resûli Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’minlerden
öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler.
Onlardan bazıları şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı
adağını yerine getirdi. Kimisi de şehid olmayı bekliyor. Onlar verdikleri
sözü asla değiştirmediler.” mealindeki âyeti kerîmeyi okudu.
Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı
vardı. Sahabîler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor,
ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûli Kibriya
Efendimiz, bu durumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır
otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz.” diye emretti.Allah yolunda,
Resûlullah ve İslâm uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati
göze almak ve sonunda şehid olmak, şehid olduktan sonra ise örtülecek
kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak!.. İbret ve şeref dolu bir sahne!
Bütün bunlardan sonra Resûli Ekrem Efendimiz, şehidlerin
namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehidlerinin namazlarının kılınmadığı,
defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiştir.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silâh ve zırhları
çıkarıldıktan sonra şehidlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini
emretti. Sahabîler, “Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?” diye
sordular. Resûli Ekrem, “En çok Kur’ân bileni önce defnediniz.” buyurdu.
HZ. ALİ’NİN KEŞFE GÖNDERİLMESİ
Resûli Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları
yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten
Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna
çağırdı ve, “Git, müşrikleri takib et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak
istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine
alıyorlarsa, Mekke’ye dönmek istiyorlar demekti; şayet, atlara biniyor,
develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine’ye yürümektir.” diyerek kendisini
keşfe memur kıldı. Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise
yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûli Ekrem’e haber verdi.
PEYGAMBERİMİZİN HARB SONRASI DUASI
Şehid sahabîler defnedildikten sonra, Resûli Ekrem Efendimiz,
mücâhidlerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre
mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabbi Rahîmine şu içli
niyazı yaptı: “Allah’ım!.. Hamd ve sena ancak Sanadır.
“Allah’ım!.. Senin açıp yaydığını dürecek, Senin durduğunu de açıp
yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidâyete erdirecek
yok, Senin hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini
kimse veremez ve Senin verdiğini de kimse engelleyemez.
“Allah’ım!.. Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!..
“Allah’ım!.. Ben, yoksul olduğum günde senden nîmet, korkulu olan
günde de emniyet dilerim!
“Allah’ım!.. îmanı sevdir bize!.. Kalblerimizi îmanla süsle! Küfür, isyan
ve tuğyandan nefret ettir bizi!.. Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden,
doğru yola erenlerden eyle bizi!..
“Allah’ım!.. Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür!
Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini
kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
“Allah’ım!.. Senin Peygamberini yalanlayan, Senin yolundan yüz
çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve
gerçek olan azabı indir!”
Fahri Kâinat’in bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücâhidler de
“âmin”lerle katılıyorlardı.
Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün bu duasını kabul buyuracak, İslâm
dininin düşmanlarını kısa zamanda mahvü perişan edecektir!
MEDİNE’YE DÖNÜŞ VE KARŞILANIŞ
Ensâr kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu
seyrediyorlar, Hz. Resûlullah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek
ve görmek istiyorlardı. İslâm Ordusu 7 Şevval Cumartesi günü
akşamüzeri Medine’ye giriyordu. Kadınlar, şehid olan erkekleri için
ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûli Ekrem’in de gözlerinden yaşlar aktı.
Sadâkatin Böylesi
Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu
kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi
Ubeyd kızı Kebşe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehid vermişti. İçi
acıyla buruk buruktu. Resûli Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurânî
sımasına başını kaldırıp baktı ve, “Babam anam sana feda olsun yâ
Resûlallah!.. Seni sağ salim gördüm. Sen sağ salim olunca hangi felâkete
uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye konuştu.
Bu cümleler, gerçek îmanın ve Resûli Ekrem Efendimize sonsuz
sadâkatin ifadesiydi. Şehid düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlullah’ın
sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu.
Resûli Ekrem de, bu kahraman İslâm kadınına şehid olan oğlundan
dolayı taziye diledi ve, “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)!.. Sana ve onun
ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehid düşenlerin hepsi Cennet’te
toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat
edeceklerdir.” buyurdu; sonra da, Kebşe Hâtun’un arzusu üzerine, ev
halkına şu duada bulundu:
“Allah’ım!.. Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını
da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!”
Kalbi Nübüvvet iksiriyle temas hâlinde olan sahabînin, Allah ve Resulü
için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz
evlâdını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu.
Zîra, İslâm dâvasının ancak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle
yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslâm uğrunda, Resûlullah uğrunda
gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık
olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi, onlar
hakkında şöyle buyurmuştur: “Cenâbı Hakk, ashabımı—nebî ve resuller hâriç—bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı!”
Peygamberimiz Hânei Saadetinde
Uhud’dan dönen sahabîler, mağlûbiyetin kalblerinde meydana getirdiği
acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz
de Hânei Saadetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma’ya kılıcı Zûlfıkâr’ı uzatarak,
“Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi, o, bugün yapacağı vazifeyi
bîhakkın yaptı!” buyurdu.
Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlûbiyetten dolayı asla
me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galib geleceğini
çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasîb
edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır.”
ümit dolu sözleri bu gerçeği aksettiriyordu.
Medine’ye gelen Peygamberimiz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin
değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ânî baskın yapma tehlikeşi her an
muhtemeldi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar, Hânei Saadet’in
kapısında nöbet tuttular.
Peygamberimizin Bir Yetimi Evlâd Edinmesi!
Uhud mağlûbiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış,
birçok anne ciğerparelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetîm kalmıştı.
Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye
kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların
dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için
Efendimize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Akrabe şehid olmuştu.
Hz. Resûlullah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak
girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
Resûli Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk!.. Ne
diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa
razı olmaz mısın?” dedi. Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözlerinin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın
verdiği eziklik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun
yâ Resûlallah!.. Razı olurum elbet!..”186 diyerek sevincini izhar etti.
Resûli Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve,
“Adın ne?” diye sordu. Çocuk, “Büceyr… ” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır!.. Sen, Beşir’sin!” buyurarak
ismini değiştirdi. Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle
diyecektir: “Başımda Resûlullah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı,
diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltekliğim de o
andan itibaren geçti gitti!”
Hamraul Esed Seferi
Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat
değildi. Kureyş müşriklerinin geri dönüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini
göz önünde bulunduruyordu.
Ayrıca, Uhud mağlûbiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve
gerekse dışta meydana getirdiği bir menfî hava vardı. Bu havanın da bir
an evvel bertaraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların eski güç ve
cesaretlerini korudukları, etrafa gösterilmeliydi.
Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş
idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra Hz. Bilâl’i huzuruna
çağırdı ve, “Resûlullah, düşmanınızı takib etmenizi size emrediyor! Dün,
Uhud’da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir.
Sâdece, Uhud’a katılanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti.
Sahabîlerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen
Resûlullah’in İ’lâyı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete
icabet etmede asla tereddüt göstermediler.
Yaralı İki Kardeşte Cihad Aşkı
Abdû’lEşhel Oğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Rafı b. Sehl,
ağır yaralı idiler. Nebîyyi Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir
anda yaralarının ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu
davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz
bile yok! Yoksa Resûlullah’la gazaya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.
Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim
yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.
Abdullah diretti:
“Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”
Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu.
Böylece mücâhidlere katıldılar.
Ağır yaralılardan biri de, Üseyyid b. Hudayr adındaki sahabîydi. Yedi
ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat,
Resûli Ekrem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa
bırakarak mücâhidlere katıldı.
Medine ‘den Ayrılış
Resûli Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası
vardı; alnı yarılmıştı; azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı; sağ omuzu
yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz
kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi.
Gözlerinden başka yeri görünmüyordu. Bu haliyle ordusunun başına
geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, yerine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u
vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.
Keşif Kolu
Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri
yorulup yolda kaldı. Kureyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat
kollayarak onları yakalayıp şehid ettiler.
Resûli Ekrem, Hamraû’1Esed mevkiine vardı, karargâhını orada kurdu,
şehid edilen gözcülerden ikisini de orada bir kabre defnetti. Sonra
geceleyin yakmak üzere mücâhidlere odun toplamalarını emir buyurdu.
Gece olunca bütün ateşler yakıldı. Yakılan 500’e yakın ateş, etrafa bir
korku ve dehşet saldı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sâdece
uyuyup kalan biri yakalandı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline
düşen, fakat bundan sonra Peygamberimize ve Müslümanlara şiirleriyle
eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fıdyesiz salıverilen Şâir
Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durmamış ve tekrar Uhud’a gelerek
müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
Ebû Azme, yine, Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için
dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu:
“Mü’min, bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra
seni serbest bırakarak Mekke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere
Muhammed’i aldattım, onunla gönül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir
üzerine, boynu vuruldu.
Huzaalı Mabed’in Peygamberimizle Konuşması
Resûli Ekrem Efendimiz henüz Hamraû’1Esed mevkiinden ayrılmış
değildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Huzaalılardan Mabed b.
Ebî Mabed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları kadar müşrik
olanları da Peygamber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden
hiçbir şeyi ondan gizlemezlerdi.
Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûli Ekrem
Efendimize sâdık biri idi
“Yâ Muhammed!.. Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın
onlara karşı sana sıhhat ve afiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber
Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı. Mabed, Peygamber Efendimizle
bu konuşmasından sonra yoluna devam etti. Revha denilen mevkide
müşriklerin toplantı hâlinde olduklarını gördü. Onlar, Müslümanların
üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemişlerdi. Şöyle diyorlardı:
“Muhammed’in sahabîlerini, en şerefli ve en cesur adamlarını
öldürdük, fakat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda
Mekke’ye nasıl gideceğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine
yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”
Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini
doğruluyordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.
Mabed”le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
Kureyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed!..
Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.
Mabed, “Muhammed ve sahabîleri, şimdiye kadar bir benzeri daha
görülmemiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah!.. Neler söylüyorsun sen?..” dedi.
Mabed gayet sakin bir eda ile, “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların
alınlarını görürsün.” diye konuştu.
Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir
araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini kazıyacağız!” dedi.
Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “Ben,” dedi, “sana, böyle
tehlikeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı
görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”
Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Mabed şiirine başladı: “Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden, az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti! “Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu. Yanlarında mızrak ve
kalkanları bulunmayan, silâhsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!..
“Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım! “Acele yanlarından uzaklaştım.
“Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!
“Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha Vadisi, sakinleriyle beraber sallanacak!
“‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!..’
“Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve onlardan her düşünen
kimse için, neticenin dehşetli olacağını haber veren îkazcıyım!
“Anlatmaya çalıştığını ordu Ahmed’in ordusudur ki, o ordu bayağı insanlardan
teşekkül etmemiştir!
“Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.”191
Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalblerine
korku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip
Mekke’nin yolunu tuttular.
Müslümanlar lehine büyük bir hizmet îfa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden
biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
Resûli Ekrem Efendimiz, Hamraû’lEsed’de üç gece kaldı; düşmandan
herhangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü.
Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraû’lEsed Seferi olarak da anılır.
Bu sefer münâsebetiyle inen âyeti kerîmelerin birkaçında meâlen şöyle buyuruldu:
“Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resulünün dâvetine icabet edenler
ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır.
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk, kendilerine ‘Düşmanlarınız, size karşı
ordu hazırladılar; o hâlde onlardan korkun.’ dedi de, bu söz onların îmanlarını
artırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Uhud Mağlubiyetinin Bazı Hikmetleri
Uhud Muharebesinde Müslümanların mağlûb duruma düşmeleri, bir
kısmının yaralanması, diğer bir kısmının şehid olmasının birtakım hikmetleri vardı:
Allah ve Resulünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları
büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık
bir surette anlaşılmıştır. Zîra, Peygamber Efendimiz, Ayneyn Tepesine
yerleştirdiği okçulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip
tembihlediği hâlde, onlar, “Müslümanlar galib geldiler.” düşüncesiyle
yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri
neticesinde ise, Müslümanların elde ettikleri parlak muzafferiyet bir anda
acı bir mağlûbiyete döndü.
Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları
dersi verilmiştir. Zîra, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir.
Peygamber Efendimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve
imam olarak gönderilmiştir; tâki, insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî
hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma
mazhar olup, her hâlinde harikuladelere ve mucizelere istinad etseydi,o
vakit Mutlak İmam ve İnsanlığın En Büyük Rehberi olamazdı. Bu
hikmete binâendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız dâvasını tasdik ettirmek
için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak
için mucize göstermiştir; şâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi
Cenâbı Hakk’ın kâinata koyduğu Adetullah kanunları çerçevesinde
hareket ederdi.Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere giriniz.” emrederdi.
Uhud’da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca, şayet Peygamber
Efendimiz, her zaman İlâhî yardıma mazhar olup mucizeler
göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi îmana icbar etmiş duruma
girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister
istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de îman edip Hz. Ebû Bekiri Sıddık
safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden
ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.
Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi
neticesinde, kalben îman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları
ile kendilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme
imkânı da doğmuş oluyordu.
3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabîler safında bulunan büyük
sahabîlere istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. As gibi
birçok zât vardı. Denilebilir ki, Hikmeti İlâhîyye, istikbâlde sahabîler
safında yer alıp büyük hizmetler görecek olan bu zâtların şanlı ve şerefli
olan istikbâlleri noktai nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için,
istikbâlde elde edecekleri hasenatlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu
galibiyeti onlara vermiş. “Demek, mazideki sahabîler, müstakbeldeki
sahabîlere karşı mağlûb olmuşlar; tâ o müstakbel sahabîler, berki süyûf
[kılıç] korkusuyla değil, belki barikai hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin
ve o şehameti fıtriyeleri çok zillet çekmesin!”
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.