İsra ve Miraç Mucizesi
İsra ve Miraç Mucizesi
İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİ
Hicret’ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi. Bu gecede
Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ* ve
Mîrac** mucizesi vuku buldu. Şöyle ki:
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûli Zîşan Efendimizi Mescidi
Haram’dan ** alıp Burak’la Mescidi Aksâ’ya*** götürdü. Oradan da,
gökyüzündeki hârika icraat ve Cenâbı Hakk’ın kudretine delâlet eden
âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı.
Semâ tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü.
Habibi Hûda Efendimiz, sonra da Sidrei Münteha makamına götürüldü.
Oradan da “imkân ve vücub ortasında da Kabı Kavseyn’le işaret olunan”
makama çıktı. Kendilerine birçok acîb ve garib şeyler temâşâ ettirildi.
İsrâ: Gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.
Mîrac: “Yükseğe çıkmak” mânâsına olan “uruç”tan alınmış isimdir ve
“merdiven” demektir. Bu itibarla Mîrac, Resûli Ekrem Efendimizin
yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor. Mîracı
anlatan hadîslerde Peygamber Efendimizn “Urîce bi [Yükseğe
çıkarıldım].” tâbiri sebebiyle bu mucize “Mîrac” adıyla anılmıştır.
Mescidi Haram: Mekke Mescididir ki, Kâbei Muazzama’nın etrafında
ve Kabe’yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübarek sahaya
“Haremi Şerif de denilir. “Harem” denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin
vâcib olması sebebiyledir. Mescidi Aksa: Kudüs Mescididir. Diğer bir adı “Beyti Makdis’tir. Yeryüzünde ilk defa Kabe, ondan sonra Mescidi Aksa bina kılınmıştır.
Mescidi Haram’dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.
kelâmını işitti ve Cemâli Pâkini müşahede etti. Aynı gece hânei saadetine geldi.
Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün zâtıyla ilgili bu mucizesini Kur’ânı
Azîmüşşanında bize şöyle haber verir:
“Kulunu (Muhammed’i [s.a.v.]) bir gece Mescidi Haram’dan (alıp)
Mescidi Aksâ’ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanlıktan)
münezzehtir. (O Mescidi Aksa ki) Biz onun etrafına (feyz) ve bereket
verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden
(kudretimize delâlet eden hârikalardan) bazılarını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.”
Bu âyeti kerîme aynı zamanda İsrâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de
beyan etmektedir. O da, Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk’m
kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Sözler” isimli eserinin Mîrac mucizesinin
hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûli Kibriya Efendimize,
Cenâbı Hakk’ın kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Sözler” isimli eserinin Mîracı Nebevîyeye
dair kısmında, “Mîrac meselesi, erkânı îmaniyenin usûlünden
sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkânı îmaniyenin nurlarından medet
alan bir nurdur. Erkânı îmaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere
karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah’ı bilmeyen, peygamberi
tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr
eden adamlara Miraçtan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım
geliyor.” dedikten sonra “Hikmeti Mîrac nedir?” sualine de şu cevabı vererek,
bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:
“Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki fikri beşer ulaşamıyor, o kadar
derindir ki ona yetişemiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki akıl kendi
başıyla göremiyor. Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de
vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
“Şu Kâinatın Halikı, şu kesret tabakatında nuru Vahdetini ve tecellîi
Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebdei
vahdete bir haytı ittisal suretinde bir mîracla bir ferdi mümtazı,
bütün mahlûkat hesabına, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur
nâmına, makasıdı İlâhîyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve
onun nazarıyla âyinei mahlûkatında cemâli san’atını, kemâli
Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem sânii âlemin, âsârın
şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi
de mahbubu lizatihîdirler, yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve
kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O
nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzda tezahür ediyor. Masnuatını
sever; çünkü, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat
içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî,
zîşuurun içinde câmiiyyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur.
İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir
ve mütecellî, kemâlâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir.
İşte, sânii mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecellîi muhabbetin
bütün envaını, bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envaı cemâlini,
Ehadiyyet sırrıyla göstermek için şecerei hilkatten bir meyvei münevver
derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaikı esasiyyesini istiab edecek bir
çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebdei evvel olan çekirdekten, tâ
münteha olan meyveye kadr bir haytı ittisal hükmünde olan bir mîracla,
o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek
ve rü’yeti cemâline müşerref etmek ve ondaki hâleti kutsîyyeyi
başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermaniyla tavzif etmektir.
“Şimdi şu hikmeti âliyyeye bakmak için ‘iki temsil’ dürbünüyle tarassud edeceğiz. “Birinci temsil: “Nasıl ki bir sultanı zîşanın, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok
cevahirin envai bulunsa, hem sanayii garibede çok mehareti olsa ve
hesapsız fünunu acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûmu bediaya,
ilim ve ıttılai olsa… her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve
kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultanı zîfünun
dahi, bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına
saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının
haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını,
hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve
kemâli manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazarı
dekaikâşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazaryla baksın. Ve şu hikmete
binâen elbette, cesim, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane
bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü
murassaatiyle süslendirip, kendi desti san’atının en güzel, en lâtif
san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim
eder. Ve ulûmunun âsârı mûcizekâraneleriyle donatır, tekmil eder.
Sonra, nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık
sofraları serer. Bir ziyafeti âmme ihzar eder. Sonra, raiyyetine kendi
kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra
birisini yâveri ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya
davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb
san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın
mahzenlerini göstere göstere, tâ dairei hususîyesine kadar getirir. Bütün
o kemâlâtının mâdeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle
onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemâlâtmı ona bildirir.
Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâniini, o sarayın
müştemilâtıyla, nukuşiyle, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki
rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarını işaretlerini öğretip,—
derunundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve
saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?—o saraya
girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve
görünmeyen sultanı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları
dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
“Aynen öyle de, Ezel, Ebed Sultanı olan Sânii Zülcelâl, nihayetsiz
kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu
âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, her bir mevcut, pek çok
dillerle O’nun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir.
Esmâi Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her
bir unvanı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat
bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün
fünun, bütün desatiriyle şu kitabı kâinatı, zamanı Âdem’den beri
mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esma ve kemâlâtı İlâhîyyeye dair ifade
ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşri mi’şarını daha okuyamamış.
İşte, şöyle bir sarayı âlemi, kendi kemâlât ve Cemâli manevîsini görmek
ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîli Zülcemâl, Cemîli
Zülcelâl, Sanii ZülkemâPin hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlemi arzdaki
zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin
mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalarını ve netaicinin
mahzenleri olan avalimi ulvîyyede birisini gezirsin. Ve bütün onların
fevkine çıkarsın ve kurbu huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde
gezdirsin, umum ibâdına, bir muallim ve saltanatı Rububiyyetine bir
dellâl ve marziyyatı İlâhîyyesine bir mübelliğ ve sarayı alemindeki âyâtı
tekviniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin. Mûcizat
nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’ân gibi bir fermanla o şahsı, Zâtı
ZülcelâPin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.
“İşte, miracın pek çok hikmetinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune
olarak gösterdik. Şâirlerini kıyas edebilirsin.
“İkinci Temsil:
“Nasıl ki bir zâtı zîfünun, mûciznüma bir kitabı telif edip yazsa… öyle
bir kitap ki her sahifesinde 100 kitap kadar hakaik, her satırında 100
sahife kadar lâtif mânâlar, her bir kelimesinde 100 satır kadar hakikatler,
her harfinde 100 kelime kadar mânâlar bulunsa, bütün o kitabın maanî
ve hakaikları, o kâtibi mûciznümanın kemâlâtı mânevîyyesine baksa,
işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez.
Her hâlde o kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, mânâsız
kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemâlâtı zahir olup kemâlini bulsun
ve cemâli manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb
kitabı bütün meanisiyle, hakaikryla ders verecek birisini, en birinci
sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
“Aynen öyle de, Nakkaşı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve
hakaikı esmasını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün
mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esma ve sıfatını
bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder.
Bahusu böyle her bir harfi, binler mânâyı tazammun eden bir kitap,
sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir,
her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu,
en ârnm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde
ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikım ders vermek
için, gayet yüske bir seyrü sülük ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni,
birinci sahifesi olan tabakatı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha
sahifesi olan daire i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor.
İşte, şu temsille mîracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.”
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 536539/
PEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİ
İsrâ ve Mîrac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve
melekuta dair sırlarla dolu Resûli Kibriya Efendimizin muazzam bir mucizesi
olduğundan, müteaddit tariklerle güzide sahabîler tarafından Peygamberimizden
nakledilmiştir. Bu güzide sahabîlerin rivayetlerine göre,
Resûli Kibriya Efendimiz, bir gece Kâbeİ Muazzama’ nın Hatim kısmında
yatarken, Hz. Cebrail gelip göğsünü yardı ve kalbini Zemzem
suyuyla yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski hâline koydu.
Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habibi Kibriya Efendimiz, ona
bindirildi. Cibril’in (a.s.) refakatinde yol aldılar. Burak, adımını, gözünün
erişebileceği yerin ilerisine atıyordu! Resûli Ekrem Efendimiz, Cibril’le
(a.s.) birlikte Beyti Makdis’e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış
olduğunu gördü. Orada, onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.
Resûli Ekrem Efendimizin, Mescidi Aksâ’da bütün peygamberlere imam
olarak onlara namaz kıldırması demek, onların şeriatlarının asıllarına
vârisi mutlak olduğunu göstermesi demekti.
Sunulan Üç Bardak
Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde
ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, “Eğer suyu
alırsa, kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanaatkar olur. Şerbeti alırsa,
kendisi de ümmeti de mahrumiyete duçar olur. Şayet sütü alırsa, kendisi
de ümmeti de doğruyu bulur!” diye bir ses işitti. Resûli Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrail, “Yâ Muhammedi..” dedi, “Sen, fıtrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz.”
Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görüşme
Beytû’lMakdis’te yüksek makamlara çıkmak için mîrac merdiveni kuruldu.
Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrail’le (a.s.) birlikte bindirildi
ve birlikte yükseldiler. Nihayet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrail, gök kapısını çaldı:
“Kim o?..” denildi.
“Cibril’im!”
“Yanındaki kim?” diye soruldu.
“Muhammed..” dedi.
“Ona gelsin diye haber gönderildi mi?” denildi.
Cebrail (a.s.), “Evet, gönderildi.” dedi.
Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.
Resûli Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol
yanında birtakım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna
bakınca ağlıyordu. Resûli Ekrem Efendimize, “Hoş geldin, safa geldin,
sâlih peygamber, sâlih oğul!..” dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrail’e, “Bu kim?” diye sordu.
Hz. Cebrail, “Bu, senin baban Adem’dir. Şu sağındaki solundaki
karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik,
solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna
bakınca da ağlar!” cevabını verdi.
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûli Kibriya
Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsa ile (a.s.) karşılaştı.
Hz. Cebrail, “Bu gördüklerin, Yahya ile İsa’dır. Onlara selâm ver.” dedi.
Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, “Hoş geldin, safa geldin
sâlih peygamber, sâlih kardeş.” dediler.
Bundan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, Cebrail’le birlikte aynı minval
üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta
Hz. Harun, altıncı katta Hz. Musa ve yedinci katta da Hz. İbrahim’le (a.s.) görüştü. Onların hepsi de kendisine “hoş geldin”de bulundular ve miracını tebrik ettiler.
Sidre-i Münteha’da
Cebrail (a.s.), yedinci kat semâdan Resûli Ekrem Efendimizi alıp yüseklere çıkardı. Daha sonra Habibi Kibriya’nın karşısına Sidre-i Münteha sahası açıldı.
Cebrail, “İşte, bu, Sidrei Münteha’dır. Ben, buradan bir parmak ucu
ileri geçecek olursam yanarım.” dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Sidrei Münteha’dan dört nehrin aktığını gördü.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrail’i (a.s.) bir kere daha aslî
şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine risâlet vazifesi verildiği
sırada onu Mekke’nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.
Resüli Kibriya Efendimiz, daha sonra, yanında Cebrail olmadığı hâlde,
“imkân ve vücub ortasında Kabı Kavseyn’le işaret olunan” makama
vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zâtı Zülcelâl’in sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu. Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir
tarzda o ânı şöyle tasvir eder:
Söyleşirken Cebrail ile kelâm Geldi Refref önüne virdi selâm.
Aldı ol şahı cihanı ol zaman Sidre ‘den götürdü vü gitdi heman
Bir feza oldu o demde runüma Ne mekân var anda, ne arzü sema
Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal Aklüfikr etmez o hâlifehmü hâl
Ref olup ol şaha yetmiş bin hicab Nurı tevhid açdı vechinde nikab
Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı “Yâ Muhammed gel berü’
Çün kamusını görüp geçti öte Vardı irişdi ol ulu Hazrete
Şeş cihetten ol münezzeh Zülcelâl Bîkemü keyfana gösterdi cemâl
Zâten ol sultanı ma zağa ‘lbasar Eylemişti Hakk ‘a tahsîsi nazar
“Sultanı ma zağa’lbasar,” “gözü gördüğünden şaşmayan sultan” demek.
Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü, Kur’ânı Kerîm aynı hakikati ifade ediyor: “Peygamber’in gözü gördüğünden şaşmadı ve onu aşmadı.” (Necm, 17).
Aşikâre gördü Rabbû ‘lizzeti Âhirette öyle görür ümmeti
Bîhurufü lâfü savt ol padişah Mustafa ‘ya söyledi bîiştibah.
BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINIŞI
Resûli Ekrem Efendimiz, Mîrac gecesinde birçok İlâhî tecellîye, hitab
ve iltifata mazhar kılındı. Erkânı îmaniyenin hakikatlerini gözle gördü;
melâikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zâtı ZülcelâPi müşahede etti.
Ayrıca, bu gece, her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi. Şöyle ki:
Cenâbı Hakk, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı.
Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musa’ya uğrayınca, o, “Allah
Teâlâ, ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Elli vakit namazı farz kıldı.” dedi.
Bunun üzerine Hz. Musa, “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun.
Ümmetin buna takat getiremez.” dedi. Resûli Ekrem, dönüp Cenâbı Hakk’a yalvardı. Allah Teâlâ, 10 vakit namazı indirdi. Resûli Ekrem, yine Hz. Musa’nın yanına döndü ve, “Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi.” dedi. Hz. Musa, “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez.” dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, yine Cenâbı Hakk’a döndü ve niyazda bulundu.
Allah Teâlâ 10 vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Musa’nın yanına geldi ve, “Allah, 10 vakit daha indirdi.” dedi. Hz. Musa yine, “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü, ümmetin buna
da güç yetiremez.” dedi. Hz. Resûlullah, yine döndü ve Yüce Allah’a niyazda bulundu. Cenâbı Hakk, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye
kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâbı Hakk’a niyazda bulundu.
On vakte indirilince, Resûli Kibriya Efendimiz, tekrar Hz.Mûsa’ya
uğradı. Hz. Musa yine söylediklerini tekrarladı; “Rabbine dön ve yalvar!
Ümmetin bunun hakkından da gelemez.” dedi.
Resûli Kibriya yine dönüp Yüce Mevlâsına niyazda bulundu.
Cenâbı Hakk, “Yâ Muhammedi.. Benim katımda hüküm değişmez!
Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de 10
ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder.” Buyurdu.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Musa’ya uğradı.
Hz. Musa sordu: “Ne emrolundun?”
Peygamberimiz, “Her gün beş vakit namazla emrolundum.” dedi.
Hz. Musa, “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben,
senden önce insanları, İsrail Oğullarını çok tecrübe ettim; bilirim. Sen,
dön de, biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et.” dedi.
Fakat Resûli Ekrem Efendimiz, “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha
niyazda bulunmaya haya ederim.”dedi.
357 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 50; Buharı, Sahih, c. 2, s. 328; Müslim,
Sahih, c. 1,s. 101.
Böylece, beş vakit namaz farz kılındı ve Resûli Kibriya Efendimiz
tarafından Mîrac gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.
PEYGAMBERİMİZİN, İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİNİ
MÜŞRİKLERE AÇIKLAMASI
“İmkân ve vücub ortasında Kabı Kavseyn’le işaret olunan makama”
giren ve mekândan münezzeh olan Cenâbı Hakk’ın kelâmına ve
rü’yetine mazhar olan Resûlİ Kibriya Efendimiz, aynı gece Hânei Saadetine geldi.
Sabahleyin miracını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Kureyş’e
haber verip anlatmak istedi. Ancak, amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmühanî,
ridâsına yapışarak, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Sakın bunu halka anlatma;
seni yalanlarlar ve seni üzerler!” dedi.
Fakat Resûli Kibriya Efendimiz, “Vallahi ben onu anlatacağım!” dedi
ve halkın yanına varıp miracını haber verdi.
Kureyşliler şaşırdılar; “Yâ Muhammedi.. Buna delilin nedir? Biz bunun
bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik.” dediler.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Delili şudur ki, filân oğulların devesine filân
vadide, filân yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar, arıyorlardı. Onları
develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam’a yöneldim.
“Sonra dönüşümde Dabhanan’a geldiğimde, filân oğulların kafilesine
rastladım; halkı uyuyordu. Onlara âit, üstü örtülü su kabının örtüsünü
açıp, içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm!
“Başka bir delilim de şudur: “Sizlere âit bir kafileye Ten’im yokuşunda
rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü
alaca renkli iki çuval bulunuyordu.” dedi.
Halk merak içinde ve sür’atle Seniyye mevkiine çıktı.
Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği
gibi, önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını
sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su
kabına baktılar; üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülüydü, ama içinde su yoktu!
Müşrikler şaşırdılar ve, “Tıpkı dediği gibiymiş!” dediler.
Müşrikler, Peygamberimizin haber verdiği diğer haberleri de
araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen îman edip
Peygamberimizin dâvasını tasdik etmediler.
Müşriklerin, Beytû ‘1Makdis ‘in Tarifini İstemeleri
İsrâ ve Mîrac mucizesini kabul etmemekte direnen Kureyşli müşrikler,
Resûli Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de
geri durmuyorlardı. Birçoğu, “Deveyle Mekke’den Şam’a gidiş bir ay,
dönüş de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nasıl gidip Mekke’ye döner?” dediler.
İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescidi Aksâ’yı görmüş olanlar,
Peygamber Efendimize gelerek, “Mescidi Aksâ’yı bize tarif edebilir misin? diye sordular.
Resûlullah Efendimiz, “Gittim, tarif edebilirim.” cevabını verdi.
Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:
“Onların yalanlamalarından ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ, o
âna kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken, Cenâbı Hakk, birden
Beytû’lMakdis’i bana gösterdi.
Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hattâ, bana,
‘Beytû’lMakdis’in kaç kapısı var?’ diye sormuşlardı. Hâlbuki, ben onun
kapılarını saymamıştım! Beytû’li Makdis karşımda görününce, ona bakmaya
ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım.”
Bunun üzerine müşrikler, “Vallahi, tastamam ve doğru tarif ettin!”
dediler. Buna rağmen îman etmediler.
HZ. EBÛ BEKİR’İN TEREDDÜTSÜZ TASDİKİ!
Mekke halkı arasında gönülleri İslâm’a ısınıvermiş, fakat Mîrac haberiyle
birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar
duymaz derhâl Hz. Ebû Bekir’e koştular ve, “Yâ Ebû Bekir!..” dediler,
“Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytû’lMakdis’e gittiğini,
orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söyledi!”
Hz. Ebû Bekir: “Siz bunları ondan mı duydunuz?” “Evet… ” dediler,
“Aynen ondan duyduk.”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Vallahi,” dedi, “o söylediyse, seksiz
şüphesiz doğrudur! Siz buna hiç şaşmayın!” Sonra da, kalkıp doğruca
Resûli Kibriya Efendimizin yanına gitti ve, “Yâ Resûlallah!.. Sen, şu halka
bu gece Beytû’lMakdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu.
Peygamberimiz, “Evet… ” deyince, Hz. Ebû Bekir, “Doğru söylüyorsun!
Senin, Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet ederim!” dedi.
Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, “Yâ Ebû Bekir!.. Sen zâten
sıddıksın!” buyurdu. Ve, o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, “Sıddık” diye anılmaya başlandı. Sıddık: Seksiz şüphesiz doğrulayan…
MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR
Sual:Şu Mîracı Azim, niçin Muhammedi Arabi’ye (a.s.m.)
mahsustur?
ElCevap:
Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütübü Mukaddese’den, pek çok
tahrifata mâruz oldukları hâlde, şu zamanda dahi, Hüseyni Cisrî gibi bir
muhakkik, Nübüvveti Ahmediye’ye (a.s.m.) dair, 114 işârî beşaretleri
çıkarıp “Risalei Hamîdeye”de göstermiştir.
Saniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvveti
Ahmediye’den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi
o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.
Sâlisen: Velâdeti Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kabe’deki sanemlerin
sükutiyle, Kisrâyı Fâris’in sarayı meşhuresi olan eyvanı inşikak etmesi
gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur. Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaati azime huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarekatı Ahmediye’den (a.s.m.) deve gibi enin ederek ağlaması, nass ile, şakkı kamer gibi,muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mûcizatla serfıraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor. Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâkı hasenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâdetiyle secayayı samiye,
vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Dini İslâm’daki inehasini
ahlâkın şehâdetiyle, şeriatında en âlî hisalı hamide, en mükemmel
derecede bulunduğuna ehli insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi,
ulûhiyyet, muktezayı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en
azamî bir derecede Zâtı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle
en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlıkı Âlem’in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, muktezayı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.
Hem Sanii âlemin nihayet cemâlde olan kemâli san’atı üzerine enzarı
dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ
ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek
istemesine mukabil,—tevhidin en azamî bir derecede—bütün meratibi
tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem, sâhib âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz
hüsni zatîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifıni âyinelerde
muktezayı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek
istemesine mukabil, en şaşaalı bir surette âyinedarhk eden ve gösteren
ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu sarayı âlemin sânii, gayet hârika mûcizeleriyle ve gayet kıymettar
cevahirlerle dolu hazinei gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve
onlarla kemâlâtım tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî
bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı envaı acayip ve zinetlerle
süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh
ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve muktezayı hikmet olarak onlara
o âsâr ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini, ehli temâşâ ve tefekküre
bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse,
belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ânı Hakîm vasıtasıyla rehberlik
eden, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkimi Hakimi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat
ve gayeyi tazammun eden tılsımı muğlâkını ve mevcudatın “Nereden?
Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç suali müşkilin muammasını bir elçi
vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir
surette ve en azamî bir derecede hakaikı Kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı
açan ve o muammayı halleden yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu âlemin Sânii Zülcelâl’i, bütün güzel masnuatıyla kendini
zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nîmetlerle kendini onlara
sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyatı ve
arzuyu İlâhîyyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil,
en âlâ ve ekmek bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları
beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem Rabbû’lÂlemin, meyvei âlem olan insana, âlemi içine alacak bir
vüs’ati istidat verdiğinden ve bir ubudiyeti külliyeye müheyya ettiğinden
ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber
vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fânîden bakîye çevirmek
istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur’ân
vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en
ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.
İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan
zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde
geçmiş vezaifı en azamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât,
elbette o Mîracı Azim’le Kabı Kavseyn’e çıkacak, saadeti ebedîye kapısını
çalacak, hazinei rahmetini açacak, îmananın hakaikı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede
süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların
saniinde, gayet şiddetli bir iradei tahsin ve kasdı tezyin var
olduğunu gösterir. Ve iradei tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide,
san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gösterir.
Ve masnuat içinde en cami ve letaifi san’atı birden kendinde gösteren
ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri
“maşallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’atperver ve
san’atını çok seven saniin nazarında en ziyade mahbub o olacaktır.
İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran
letaif ve kemâlâta karşı, “Sübhanallah, Maşallah, Allahü Ekber”
diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamatıyla kâinatı velveleye
verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber
ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.
İşte, böyle bir zât ki sırrınca bütün ümmetin işlediği
hasenatın bir misli, onun kefei mizanında bulunan ve umum ümmetinin
salâvatı, onun manevî kemâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü
vezaifın netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbeti
İlâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle
Cennet’e, Sidretû’lMünteha’ya, Arş’a ve Kabı Kavseyn’e kadar
gitmek, aynı hak, nefsi hakikat ve mahzı hikmettir.” (Bediüzzaman Said
Nursî, Sözler, s. 539542)
* * *
Sual:Bin müşkîlât ile, tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre
yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi
birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?
Cevap: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareketi senevîyesiyle bir dakikada
takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir
senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan
taşı gibi döndüren bir Kadîri Zülcelâl, bir insanı Arş’a getiremez mi?
Şemsin cazibesi denilen bir kanunu Rabbânî’yle, mevlevî gibi etrafında
pek ağır olan cismi arzı gezdiren bir hikmet, câzibei rahmeti Rahmân’la
ve incizabı muhabbeti Şemsi Ezel’le bir cismi insanı berk gibi arşı
Rahmân’a çıkaramaz mı?
* * *
Sual:Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh
ve kalbi ile gitse, yeter.
Cevap:
Madem Sanii Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyâtı acibesini göstermek
ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâli beşeriyenin
netaici uhrevîyesini irae etmek istemiş. Elbette âlemi mubsıratın
anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat alemindeki âyâtı temâşâ
eden kulağını, Arş’a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun
hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan
cismi mübârekini dahi, tâ Arş’a kadar beraber alması muktezayı akıl ve
hikmettir. Nasıl ki, Cennet’te, hikmeti İlâhîyye, cismi ruha arkadaş ediyor.
Çünkü, pek çok vezaifi ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar
olan, cesettir. Elbette o cesedi mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem,
Cennet’e cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetû’1i Me’va gövdesi
olan Sidrei Münteha’ya uruc eden Zâtı Ahmediye (a.s.m.) ile cesedi
mübârekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.
Sual:Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen
muhaldir.
Cevap:
Sanii Zülcelâl’in san’atında harekât, nihayet, derecede muhteliftir.
Meselâ, savtın sür’atiyle, ziya, elektrik, ruh, hayâl sür’atleri ne kadar
mütefâvit olduğu malûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar
muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür’atli olan ulvî
ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?
Hem 10 dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun.
Hattâ, bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri,
söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla
zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zamanı vahid, iki şahsa nisbeten,
birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
Şu mânâya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden,
savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezahür eden
sür’ati harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki, o
saatte 10 iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan 60 defa daha
geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi 60 defa daha geniş bir daire içinde
saniyeleri, diğeri yine 60 defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza
rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, tâ aşireleri sayacak
gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati
sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde aşireleri sayan
ibrenin dairesi, Arz’ın medarı senevisi kadar, belki daha fazla olmak
lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmiş
gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan
ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zamanı vahidde müşahede ettikleri eşya,
saatinizle Arz’ın medarı senevisi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları
vardır. İşte, zaman—çünkü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir
şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta carî olan bir hüküm, zamanda
dahi carîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine
binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikati ömrü de o kadar
olduğu hâlde, aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen
saatte Resûli Ekrem (a.s.m.), Burakı Tevfiki İlâhîye biner; berk gibi bütün
dairei mümkinatı katedip acaibi mülk ve melekutu görüp, dairei vücub
noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yeti cemâli İlâhîye mazhar
olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
* * *
Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz: “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her
mümkün vâkî olmuyor? Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali
olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?
Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her
zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar.
Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına
bir dakikada gider. Her zaman, namazın ef al ve erkânına fikrini
bindirip, bir nevi mîracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her
zîkalb ve kâmil velî, seyrü sulukla, Arş’tan ve dairei esma ve sıfattan 40
günde geçebilir. Hattâ, Şeyhi Geylânî, İmamı Rabbânî gibi bâzı zâtların
ihbaratı sâdıkalarıyla, bir dakikada Arş’a kadar urucu ruhanîleri oluyor.
Hem ecsamı nurânî olan melâikelerin Arş’tan ferşe, ferşten Arş’a kısa bir
zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehli Cennet, mahşerden
Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar numuneler
gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin
imamı, umum ehli Cennet’in reisi ve umum melâikenin makbulü olan
Zâtı Ahmediye’nin (a.s.m.) seyrü sülûkuna medar bir mîracı bulunması
ve onun makamına münasip bir surette olması, aynı hikmettir ve gayet
mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman SaidNursî, A.g.e., s.
534536).
* * *
Sual:Miracın semeratı ve faydası nedir?
Elcevap:
Şu şecerei Tûbai Manevîye olan Mîrac’ın 500’den fazla meyvelerinden
numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz. BİRİNCİ MEYVE
Erkânı îmaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, Cennet’i, âhireti,
hattâ Zâtı Zülcelâl’i gözle müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir
hazine ve bir nuru ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı,
perişan ve fânî ve karmakarışık bir vaziyeti mevhumeden çıkarıp, o nur
ve o meyve ile, o kâinatı; kutsî Mektûbatı Samedaniyye, güzel âyinei
cemâli Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün
zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri;
müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fânî,
bekasız bir vaziyeti dalâletkâraneden o insanı o nur, o meyvei kutsîyye
ile Ahseni Takvim’de, bir mûcizei kudreti Samedaniyyesi ve mektubatı
Samedaniyyenin bir nüshai camiası ve Sultaniı Ezel ve Ebed’in bir
muhatabı, bir abdi hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin
hayretkârı, habibi ve Cenneti bakiyesine namzet bir misafıri azizi sûreti
hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürür,
hadsiz bir şevk vermiştir, İKİNCİ MEYVE
Sanii mevcudat ve Sâhibi Kâinat ve Rabbû’IAlemin olan Hâkimi Ezel
ve Ebed’in marziyyatı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esasatını,
cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyyatı anlamak, o kadar
merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir
velîyyi nîmet yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya
ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki,
“Keşke bir vasıtai muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa
idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse
idim.” der. Acaba bütün mevcudat, kabzai tasarrufunda ve bütün
mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf
bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına
mazhar olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve arzularını
anlamak hususunda hahişger ve merakâver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), 70 bir perde arkasında O Sultanı Ezel ve
Ebed’in marziyyatını doğrudan doğruya Mîrac semeresi olarak
hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet, beşer, kumerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri
gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa,
ne kadar hayret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir
Mâlikû’lMülk’ün memleketinde geziyor ki, kamer, bir sinek gibi kürei arzın
etrafında pervaz eder. Kürei arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar.
Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikû’1Mülki Zülcelâl’in
bir misafirhânesinde mumdarhk eder. İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), öyle
bir Zâtı Zülcelâl’in şuunatını ve acaibi san’atını ve âlemi bekada hazaini
rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâli
merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâfı akıl ve
hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
ÜÇÜNCÜ MEYVE
Saadeti ebedîyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve
inse hediye etmiştir. Evet, Mîrac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti
görmüş ve Rahmânı Zülcelâl’in rahmetinin bakî cilvelerini müşahede etmiş
ve saadeti ebedîyeyi kafiyen, hakkalyakîn anlamış, saadeti ebedîyenin
vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki, bîçâre cin ve ins,
kararsız bir dünyada ve zelzelei zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyli
zaman ve harekâtı zerrat ile adem ve fırakı ebedî denizine döküldüğü
olan vaziyeti mevhumei canhıraşanede oldukları hengâmda, şöyle bir
müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve îdamı ebedîyle kendilerini
mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar
saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama, îdam edileceği anda, onun
affıyla kurbu şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün
cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
DÖRDÜNCÜ MEYVE
Rü’yeti cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her
mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o
meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas
edebilirsin. Yâni, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan
bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatma
nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder
derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek
derecesine çıkar. Hâlbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve
ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten,küçük birkaç lemaatın,
güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve
nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zâtı Zülcelâli
ve’lKemâl’in saadeti ebedîyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadetâver
ve medarı sürür ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
BEŞİNCİ MEYVE
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sanii Kâinat’ın nazdar sevgilisi
olduğu, Mîrac’la anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir.
Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o
meşveyle o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı
üstünde bir makamı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve süruru
mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere
denilse, “Sen, müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Hâlbuki, fânî, âciz
bir hayvanı nâtık, zeval ve firak sillesini dâima yiyen bîçâre insana,
birden ebedî, bakî bir Cennet’te, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde
ve hayâl sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin
bütün arzularında, mülk ve melekutunda tenezzühe, seyerana ve
cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadeti ebedîyede rü’yeti cemâline de
muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan ne
kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül
edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin dereceİ kıymetini göstereceğiz.
Meselâ: Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz
ki, her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müthiş
cenazelerle dolu. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların
vaveylâsıdır. İşte, biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o
memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı
olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler
suretine dönse. O müthiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve teşbihte birer
ibâdetkâr şeklinde görünse. O yetimane ağlayışlar,
senakârane”Yaşasınlar!” hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar,
garatlar, terhisat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin
süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette
anlarsın. İşte, Mîracı Ahmediye’nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nuru îmandan
evvel şu kâinatın mevcudatı, nazarı dalâletle bakıldığı vakit,
yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş
cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün
sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylalar olduğu hâlde, dalâletin öyle
tasvir ettiği hengâmda; meyvei Mîrac olan hakaikı erkânı îmâniye nasıl
mevcudatı sana kardeş, dost ve Sânii Zülcelâl’ine zâkir ve nıüsebbih; ve
mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer
tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir.
İkinci Temsil: Seninle biz, sahrayı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi
fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile
göremiyoruz. Kimsesiz, hamisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette
olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip,
sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden Cennetmisâl
bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir
hamimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa;
ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte, o sahrayı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat
içinde harekâtı zerrat ve seyli zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve
bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbâli, müthiş
zulümat içinde, nazarı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi
bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semerei Mîrac olan
marziyyatı İlâhîyye ile şu dünya, gayet kerîm bir zâtın misafirhanesi, insanlar
dahi onun misafirleri, memurları, istikbâl dahi Cennet gibi güzel,
rahmet gibi şirin ve saadeti ebedîye gibi parlak göründüğü vakit ne
kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın. (Bediüzzaman Said
Nursî, Sözler, s. 544547).
Medineli ilk Müslümanlar ve Akabe Biatları
PEYGAMBERİMİZİN, KABİLELERİ İSLÂM’A DAVETİ
Resûli Ekrem, Taiflilerin insafsız ve âdice hücum ve hakaretlerine
hedef olduğunda ve Mekke’ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli
muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı hâlde, îman ve İslâm’ı
tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Taif dönüşü, İslâm’a davet
dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslâm’a davete başladı.
Bir dâvanın hızla intişarı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiplerinin
çokluğuyla doğru orantılıdır. Resûli Ekrem de bu gerçeği göz önünde
bulundurarak, hem îmana davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine
karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle hacc mevsiminde Mekke
etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Görüştüğü kabîle ileri gelenlerinin her biri, ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İslâm’a girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunların İslâm safına katılmalarına engel olunuyordu.
İslâm’a davet edilen bazı kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi,
Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.
Resûlullah’ın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu âdeta bir
gölge gibi takib ediyorlardı. Kabîle ferdlerinin İslâmiyetten uzak
durmalarında, şüphesiz, müşriklerin menfî, yalan ve iftira üzerine kurulu
propagandalarının büyük rolü vardı.
Resûli Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukaz, Mecenne,
Zü’1Mecaz Panayırlarını (bir nevi fuar) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan
kabilelerle görüşmeyi, halkına Kur’ân okuyup onları İslâm’a davet etmeyi
asla ihmâl etmezdi. Ne var ki, o, bu kutsî gayeyle halk arasında
dolaşırken, Ebû Leheb de ardı sıra geziyor ve “Muhammed, atalarının
dininden döndü, yalanlar uyduruyor; ona kanmayın!” diyor, halkın
kendisiyle temas etmesine mâni olmaya çalışıyordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp tebliğ vazifesinde
bulunurken, kabilenin bütün ferdleriyle değil, çoğu zaman sâdece ileri
gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslâm’ı onlara anlatıyordu.
Çünkü, kabile ferdlerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri
vardı. Reislerinin İslâm’ı benimsemesi demek, tamamının mü’minler
safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resulü, kısa yoldan
netice elde edebilecek metodu takib ediyordu.
Resûli Ekrem’in bu tarz bir usûl takib etmesinde, hak ve hakikati
tebliğde mühim bir prensibi tesbit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikate davete,
mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve
herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlamalıdır. Bir beldenin veya
bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikati kabul etmesi, şüphesiz
halkın da sür’atle aynı dâvayı benimsemesini kolaylaştıracaktır!
MEDİNELİ İLK MÜSLÜMANLAR
Bi’setin 11. senesi hac mevsimi idi.
Mekke’ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi
gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.
Resûli Ekrem Efendimiz, hacc mevsiminde âdetleri olduğu üzere
kabileler arasında dolaşıp onları İslâm dinine davet ederken, Akabe
mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi.
Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
“Hazreç Kabîlesindeniz.” diye cevap verdiler.
Peygayber Efendimiz, “Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.
“Evet… ” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.
“Olur.” deyip oturdular.
Nebîyyi Muhterem Eifendimiz, onları Allah’ın varlık ve birliğine îmana
çağırdı. İbrahim Sûresinden bir bölüm tilâvet buyurdu ve onları
İslâm dinine davet etti.
Onlar, “Galib ibni Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evlâdından bir
peygamber gelecek.” diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş.Ayrıca,
Medine’de oturan Yahudiler ile iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs
Kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anlaşmazlık
vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı.
Yahudiler, Ehli Kitap ve ilim sahibi idiler; Evs ve Hazreçliler ise
Allah’a şerik koşar, puta taparlardı.
Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, “Beklenen peygamber
gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tâbi olacak, İrem ve Ad
kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız!” der, dururlardı.
Bu sefer Resûli Kibriya Efendimiz, onları İslâm’a davet edince,
birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini
haber verdikleri peygamber olsa gerektir! Sakın, Yahudiler ona inanmakta
bizi geçmesinler!” diye konuşarak hemen îman ettiler ve Peygamber
Efendimizin huzurunda kelimei şehâdet getirdiler.
Sonra da Resûli Kibriya Efendimize hitaben şöyle konuştular:
“Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir
kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki Allah,
onları da sayenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin
anlattıklarına davet edeceğiz. Eğer Allah, onları bu din üzerinde bir
araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz!”
Resûli Kibriya Efendimizin dâvetine icabet edip İslâmiyetle müşerref
olan Medineli ilk altı zât şunlardı:
Ebû Ümame Es’ad b. Zürare Avf b. Haris, Rafı’b. Mâlik,Ukbe b. Amir,
Cabir b. Abdullah b. Riab.
Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Bu
sebeple, Medine’ye dönüp, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp,
onları İslâm’a davet edince, İslâmiyet, Medine içinde bir anda yankı
yaptı. Allah ve Resûlullah sadâsı şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Peygamberimiz
ve İslâm’ın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi!
Böylece, Medine’ye, İslâm nurundan parıltılar götürme bahtiyarlığına
bu altı zât ennişti. Medine’ye parıltıları ulaşan ebedî nur, artık birdenbire
burada parlayacak ve kısa bir zaman sonra şehri, İslâm Devletinin
merkezi hâline getirecekti.
İLK AKABE BÎATI
(Bi’setin 12. senesi / Milâdî 621)
Bi’setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyetle şereflenen altı Medineli,
bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûli Ekrem
Efendimize söz vermişlerdi.
İlk görüşmelerinin üzerinde bir sene geçip hacc mevsimi gelince, içlerinde
bir sene önce İslâm’la şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu
Medineli 12 kişilik bir kafile Mekke’ye çıkıp geldi.
Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice Resûli
Ekrem’le buluşarak görüştüler.
Bu görüşme sonunda da:
Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
Hırsızlık yapmamak,
Zinada bulunmamak,
Çocuklarını öldürmemek,
Kimseye iftira etmemek,
Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak,
üzere Peygamber Efendimize bîat ettiler.
Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:
“Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş,
onlara Cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan birini
işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur!
Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâb eder de işlediği o
şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu
bağışlar, dilerse azaba uğratır!”
Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûli Ekrem’le aralarında şu şekilde bir anlaşma da akdettiler:
“Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç hâlinde (söz) dinlemek
ve itaat etmek (başta gelir.) Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir
tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik
etmeyeceğiz.” İlk Akabe Bîatında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri—
yukarıdaki—hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil
eden unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde elbette
emniyet ve âsâyiş olamazdı. Akabe Biatinin yapıldığı yer ve Akabe Mescidi.İnsanlığı huzur ve saadete kavuşturmak ve cemiyet hayatını âsâyiş temeli üzerine oturtmak
için gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul
edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.
Bîatta Bulunanlar Bu ilk Akabe Bîatında bulanan Medineli 12 Müslüman şunlardı:
1) Es’ad b. Zürare, 2) Avf b. Haris, 3) Muaz b. Haris, 4) Rafı’ b. Mâlik,
5) Zekvan b. Kays, 6) Ubade b. Sâmit, 7) Yezid b. Salebe, 8) Abbas b.
Ubade, 9) Kutbe b. Âmir, 10) Ukbe b. Âmir, 11) Uveyn b. Saide, 12)
Ebû’lHeysem Mâlik b. Teyyihan.
Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri
döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslâm’ın nurunu ve sesini duyurmaya
ve yaymaya devam ettiler.
Mus ‘ab b. Umeyr ‘in Gönderilmesi
Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullah’tan kendilerine
İslâm âdab ve erkânını öğretecek bir Kur’ân muallimi göndermesini istediler.
Resûli Ekrem, onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nâzik ve
medenî, aynı zamanda güzel bir sımaya sahip, Kureyş’in eşrafından genç
sahabî olan Mus’ab b. Umeyr Hazretlerini göndererek derhâl yerine getirdi.
İSLÂM NURU MEDİNE’DE PARLIYOR
Esad b. Zürare Hazretleri, Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini
yapıyordu. Bu sebeple genç sahabî, Kur’ân muallimi Mus’ab b.
Umeyr (r.a.), Medine’ye gelince, onun evinde kalmaya başladı. Artık bu
ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.
Bizzat Resûli Kibriya’dan dersini almış bulunan Hz. Mus’ab, zamanı
ve şartlan çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir
sahabî idi. Bütün gayret ve himmetini, Medine’de İslâm’ın yayılmasına
hasretmişti. Kabîlelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor,
onlara “Kavli Leyyîn”le İslâm’ı anlatıyordu.
ÜSEYYİD B. HUDAYR İLE SA’D B. MUAZTN MÜSLÜMAN OLMASI
Medineli Müslümanların Kur’ân muallimi Hz. Mus’ab b. Umeyr, onların
reisleri olan Es’ad b. Zürare (r.a.) evinde kalıyor ve İslâm’ı tebliğ ve
yayma hizmetini buradan yürütüyordu.
Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslâm’ın daha da
hızlı intişarı için bazı mâniler vardı. Evs Kabilesinin Reisi Sa’d b. Muaz
ile yine reislerden bulunan Üseyyid b. Hudayr, henüz Müslüman
olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu.
Sa’d b. Muaz, Esa’d b. Zürare Hazretlerinin halasının oğlu idi.
Bir gün Mus’ab ile Es’ad Hazretleri, Benî Zafer’e âit bir evin
bostanındaki Merak Kuyusunun başında oturmuş, sohbet ediyorlardı.
Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı.
Bu sırada elinde mızrağı olduğu hâlde, Üseyyid b. Hudayr yanlarına
çıkageldi. Hiddet ve şiddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez
ve zaîf kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak
istemiyorsanız, derhâl buradan ayrılın!” dedi.
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle, maksadımızı anla!
Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun.” diye
gayet nâzikçe mukabelede bulundu.
Üseyyid, “Doğru söyledin!” dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus’ab, ona İslâmiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur’ânı Kerîm okudu.
Üseyyid kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir
söz!” diye konuştu ve, “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslâm’ı anlattı. O da şehâdet kelimesini getirerek
İslâmiyetle müşerref oldu.
Sonra da, “Ne yaptın?” diye sordu. Üseyyid şöyle konuştu:
“O iki adama, söylenmesi gerekeni söyledim! Vallahi, ben onlardan bir
itaatsizlik, bir inat görmedim!”
Sa’d b. Muaz, “Vallahi, sen de beni tatmin edici bir malûmat getirmedin.”
dedi ve doğruca Mus’ab ile Esa’d’ın (r.a.) yanına vardı. Hiddetli hiddetli,
“Ey Es’ad!.. Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz
içine soktuğunuz çirkin işlere sabr ve tahammül edemezdim!” diye tekdir ve tehdit etti.
Mus’ab (r.a.) aynı şekilde ona da, “Hele biraz durunuz! Oturup dinleyiniz!
Anlayınız da… Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz biz de
size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz.” diye nâzikçe cevap verdi.
Onun üzerine, Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’in sözlerini dinlemeye başladı.
Hz. Mus’ab, ona, İslâm Dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf
Sûresinin baş kısımlarından okudu.
Kur’ân okunurken, Sa’d’in yüzü birdenbire değişiverdi. Sîmasında îman
alâmetleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı,
bilmediği şeylerdi. Kur’ân’ın eşsiz belagatı ve tatlı üslûbu karşısında
derhâl, “Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslâm Dininin esas ve âdabını anlattı. O da orada şehâdet
getirerek Müslüman oldu. Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdû’lEşhel cemaatinin yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk!.. Beni nasıl biliyorsunuz?” diye sordu.
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün.” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa’d Hazretleri, “Öyle ise siz de Allah Resulüne îman
etmelisiniz.” dedi ve ilâve etti: “îman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla
konuşmak bana haram olsun!” Bu söz üzerine, Benî Abdû’lEşhel aşireti içinde o gün îman etmedik hiç kimse kalmadı. Es’ad b. Zürare Hazretleri de, Mus’ab’la (r.a.) birlikte evine döndü. Artık, Mus’ab Hazretleri, Medine’de İslâm’ı tebliğ ve neşirde yalnız
değildi. Evs ve Hazreç Kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı.
Olanca gayretleriyle İslâm’ın yayılmasına çalışıyorlardı.
Yine, İslâm’ı tebliğ ve neşir merkezi, Es’ad b. Zürare Hazretlerinin evi
idi. Mus’ab ile Sa’d b. Muaz Hazretleri, el ele vererek, burada insanları
hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Kısa zamanda, İslâmiyet, Medine’de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle
ki, Evs ve Hazreç Kabileleri içinde Benî Ümeyye b. Zeyd’in hanesinden
başka İslâm ve Kur’ân nuruyla aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet
sonra bu evde de İslâm’ın nuru parlamaya başladı!
İKİNCİ AKABE BÎATI
(Bi’setin 13. senesi/Milâdî622).
Bu senenin hacc mevsiminde Kur’ân muallimi Mus’ab b. Umeyr
Hazretleri, hem Medine’deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize
bildirmek, hem de haccetmek üzere Evs ve Hazreç Kabilelerine
mensup ikisi kadın 75 Müslümanla Mekke’ye geldi.
Bunları temsilen bir grup, Mescidi Haram’da amcası Hz. Abbas’la
oturan Resûli Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte
bulundular: “Yâ Resûlallah!.. Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size
yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı feda etmek, şahsımızı koruduğumuz
şeylerden zâtınızı da esirgemeyip korumak üzere söz birliği etmiş
bulunuyoruz! Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?”
Resûli Kibriya, yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.
Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hattâ,
karargâhlarından ayrılırken ve dikkatleri çekmemek için küçük küçük
gruplar hâlinde Akabe’ye geleceklerdi. Medineli Müslümanlar, bu talimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.
Peygamber Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmamış amcası
Hz. Abbas’la geldi. Hz. Abbas’ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede
yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.
Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resulünü
koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri,
aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten
bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar, bizzat Resûlullah’ın konuşmasını istiyorlardı. “Yâ Resûlallah!.. Sen de konuş! Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin
ahdi al.” dediler. O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es’ad b.
Zürare Hazretleri, Resûlullah’tan konuşmak için müsaade aldı ve, “Yâ
Resûlallah!..” dedi, “Her davetin bir yolu var: O yol ya kolay olar ya da
zor!.. Bugün senin yaptığın davet, insanların çok zor kabul edecekleri
çetin bir davettir! Sen, bizi takib ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine
tâbi olmaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz
bu teklifini kabul ettik. Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden
korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına
teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka
hiç kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaattik. Bu
çok zor bir iş olduğu hâlde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik!
Hâlbuki, bütün bunlar—Allah Teâlâ, doğru yolu bulma azmini ve
sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe—insanların hiç de
hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar,
kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan
getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz! Biz, Rabbimize ve
Rabbine bîat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kanlarımız
kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlâdlarımızı, kadınlarımızı
esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız!
Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım!”
Es’ad b. Zürare Hazretleri, konuşmasının sonunu şöyle bağladı:
“Yâ Resûlallah!.. Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al, Rabbin için
de istediğin şartı koş!” Resûli Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur’ânı Kerîm’den bazı âyetler okudu. Onları Allah’a davet, İslâmiyete teşvik ettikten sonra da kendisi
ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:
“Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur:
“O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibâdet etmeniz. Namazı kılmanız,
zekâtı vermenizdir. “Kendim için isteyeceğim ise şudur:
“Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı
ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız.”374
Bu sırada, Abdullah b. Revaha söz alarak, “Yâ Resûlallah!.. Bunları
söylediğiniz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sordu.
Resûli Ekrem, “Cennet var!” diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O hâlde,
bu, kazançlı ve kârlı bir alış veriştir!” diyerek sözleriyle de te’yid ettiler.
Sonra, Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah!.. Sana ne yolda bîat
edelim, söz verelim?” diye sordular.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim
de Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza,
zekâtı vereceğine; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat
edeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da
varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize,
iyiliği emredip kötülükten alıkoyacağınıza bey’at etmeli,
bana kesin söz vermelisiniz! Şahsıma gelince… Bana her yönden yardım
edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı
esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza
kat’î söz vermelisiniz!” dedi.
On İki Temsilci
Bundan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, onlara, “Aranızdan, her
hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz.
Musa da, İsrail Oğullarından 12 temsilci almıştı.”377 buyurdu.
Medineli Müslümanlar, Hazreç Kabilesinden dokuz, Evslilerden de üç
temsilci seçtiler.
Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı:
1) Ebû Ümame Es’ad b. Zürare, 2) Sa’d b. Rebi, 3) Rafı b. Mâlik, 4) Abdullah
b. Ravaha, 5) Abdullah b. Amr, 6) Bera b. Marur, 7) Sa’d b. Ubade,
8) Ubade b. Sâmit, 9) Münzir b. Amr.
Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti:
1) Useyyid b. Hudayr, 2) Sa’d b. Hayseme, 3) Ebû’lHaysem Mâlik b. Tayyihan.
Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri
ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.
Peygamber Efendimiz, seçilen temsilcilere, “Havariler, Meryem oğlu
İsa’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz,
ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim.” dedi.
Onlar da, “Evet.” deyip tasdik ettiler.
Ayrıca, Resûli Ekrem Efendimiz, 12 temsilci seçildikten sonra Es’ad b.
Zürare Hazretlerini de, seçilen 12 temsilcinin başkanı tâyin etti.
Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bey’atın ehemmiyetini
anlattılar ve onları Resûlullah’a bey’ata hazırladılar.
Bundan sonra Resûli Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini uzattı. Medineliler
teker teker bîat ettiler. Sâdece iki kadına Efendimiz elini vermedi
ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti.
Yapılan bey’at, bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifaktı.
MÜŞRİKLERİN DURUMU SEZMELERİ!
Bîat, gecenin karanlığında, çağırılanların dışında kimsenin göremeyeceği
tenha bir yerde cereyan etmişti.
Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi: “Ey Kureyş!..
Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak
için toplanıp sözleştiler!”
Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu?
Herkesi bir merak ve telâş sardı.
Bu ses, Münebbih b. Haccac’ın sesine benziyordu. Resûli Ekrem,
“Derhâl konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi.
O sırada Medineli Abbas b. Ubade, “Yâ Resûlallah İstersen sabah olur
olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Mina’da bulunan halkın üzerine
yürür, onları kılıçtan geçiririz!” diyerek konuştu.
Ancak, Resûli Ekrem, henüz sabır silâhım kullanmakla vazifeliydi.
Şöyle buyurdular: “Hayır, hayır… Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.
Hepiniz yerlerinize dönünüz.”
Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince
mahiyeti henüz meçhul bulunan hâdiseyi tam öğrenmek üzere
tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular.
Ancak, onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı
yemin ederek, “Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz.” dediler.
Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek,
tek kelime konuşmuyorlardı!
Kureyşli müşrikler, bu sefer Abdullah b. Übey b. SelüPe gidip sordular.
O da aynı şekilde, “Bu, büyük bir iştir! Böyle bir şey olmamıştır!
Söylenenler boş lâf olsa gerek! Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı.
Onlar, Yesrib’te iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı.” dedi.
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, Medineli putperestlerin bu hususta
herhangi bir bilgileri olmadığı kanaatine vardılar.
Şayet Resûli Ekrem Efendimiz, “Bu işi sizden başkasına duyurmayın.”
dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik
hemşehrilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere
onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların
başına büyük bir gaile açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz
açılmış bulunan İslâmiyet için büyük bir mâni ortaya çıkacaktı.
Hacc mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri
dönmek üzere yola koyuldular.
Medineli Müslümanların Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra,
müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhâl
Müslümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o
civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sâdece iki kişiyi yakalayabildiler:
Sa’d b. Ubade ve Münzir b. Amr… Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden
geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup
ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sâdece Sa’d b. Ubade’yi Mekke’ye getirdiler
ve âdeta hınçlarını bu sahabîden almak istercesine kendisine eza ve
işkencelerde bulundular. Sonunda, Sa’d b. Ubade Hazretleri, kendisini
daha önceden tanıyan ve Medine’den geçerken evinde misafir olan iki
müşrik tarafından himayeye alınarak bu eziyet ve işkencelerden kurtuldu.
Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirleri
ve Resûli Zîşan Efendimizin yolunu bekliyorlardı!
Medine’ye Hicret’in Başlaması Ve Hz. Ömer’in Hicreti
MEDİNE’YE HİCRETİN BAŞLAMASI
Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan
eden Akabe Bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yepyeni
emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek,
ibâdetlerini serbestçe îfa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden
yayabileceklerdi. Çünkü, Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs
ve Haz-reç, onlara kucaklarını açmış, her hâl-ü kârda kendilerini koruyacaklarına
ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmuşlardı.
İslâm güneşinin Medine’de bütün haşmetiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi!
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe
duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslâmlaşan bu yeni yurdun İslâm
merkezi hâline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nâzik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resû-lullah’ın
Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı
olan zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar. Mesele, âdeta bir ölüm
kalım meselesi hâline gelmişti!
Mekke’de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs edilen hava,
sanki yakıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber E-fendimize
arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce, kendisine
böyle bir müsaadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak, bu
açıklamasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti ki, sevinç içinde hicret
müsaadesinin verildiğini, Müslümanlara şöyle bildirdi:
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir
şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen
oraya gitsin, Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah, onları
size kardeş yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”
Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit
ve baskısı, İslâm’ı “yaşamak” ve “neşretmek” şartlarıyla hayatta kalmaya
imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriya Efendimiz
hicrete izin vermişti. Hz. Âişe’nin, “Mü’min, dini için Allah’a veya
Resulüne hicret etmek zorunda idi. Zîra, dinini yaşamaktan menedilmesi
korkusu vardı.” sözü, bu durumu ifade eder.
“Şu hâlde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış
değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve
tehlikelerden kurtarılarak, yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.
Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit etmiştir. Bulunulan
yerin şartları, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi
ise, oradan hicret etmek, şarttır, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma
düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur’ân-ı Kerîm mazur addetmiyor
ve kesinlikle sorumlu tutuyor.384 Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri
uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu müsaadeden sonra “dini yaşayıp neşredebilmek
için müsait yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden
inceye düşündü. Müslümanlara, hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını
sıkı sıkıya tenbihetti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için
küçük gruplar hâlinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sora Müslümanlar,
bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek
şekilde bire ikişer veya küçük gruplar hâlinde Medine’nin yolunu tuttular!
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan
sahabî, Ebû Seleme İbn-i Abdi’l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve ya-kalayabildiklerini
geri çeviriyorlardı. İslâm Dininden vazgeçirmek için her türlü
çâreye başvuruyorlardı. Öyle ki, gerektiğinde kadınları kocalarından
ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları
da hapsi boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet
verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun
dışında akla hayâle gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları
hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat, Müslümanlar
kat’î kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç
edeceklerdi. Nitekim, her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden
kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zâten, Medine
ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
HZ. ÖMER’İN HİCRETİ
Şâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer, kılıcını kuşandı.
Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kabe’ye gitti. Açıkça Kabe’yi yedi sefer
tavaf etti. Orada bulunan müşrik elebaşlarına cesaretle şöyle seslendi:
“İşte, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum!
Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak
isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!” Bu pervasızca seslenişten sonra, 20’ye yakın Müslümanla gündüz ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye
yerleşmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedariki göremeyecek kadar yoksul olanlar,
yolculuk yapmaya takati bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat, bu
hususta Cenâb-ı Hakk’ın iznini bekliyordu. Hattâ, Hz. Ebû Bekir,
Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, o, “Sabret! Umulur ki, Allah
Teâlâ, sana bir refik ihsan eyleye.” buyurdu.
MÜŞRİKLERİN TELÂŞI
Peyderpey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç
Kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip
barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından
misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Küba’da oturan bekâr sahabî Sa’d
b. Hayseme’ye misafir oldular.
Kureyş müşrikleri, hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar
tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla
birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamber
Efendimizin de bir gün hicret edip başlarına geçeceğini, kendilerine karşı
savaşabileceğini ve gerektiğinde Şam ticaret yollarını bile kesebileceğini
düşününce telâşları büsbütün arttı.
Dârû’n Nedve ‘de Toplantı
Derhâl bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârû’n Nedve’de toplanmayı
kararlaştırdılar. Dârû’n Nedve, Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Ku-say b.
Kâb’ın yaptırdığı, kapısı Kabe’ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri,
mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de daha önceden kararlaştırdıkları
günün sabahında Dârû’n-Nedve’de bir araya geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip
durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular.
“Necidli bir ihtiyarım.” diye cevap verdi adam, “Böyle bir toplantının
yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim.
Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”
Kureyşliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar. Aslında ihtiyar, insan
suretine girmiş Şeytan’dı!
VERİLEN KORKUNÇ KARAR!
Toplantıda 100 kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen
haberleri olmasın diye, Haşîm Oğullarından sâdece İslâm düşmanı Ebû Leheb alınmıştı.
“Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar. Bazıları, “Onu zincere vurup hapsettirelim.” fikrini ileri sürdüler.
Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan Şeytan, “Hayır!..” dedi, “Vallahi
bu görüşünüz uygun değildir. Siz, onu hapsedecek olursanız, bunu
duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun
telkin ve propagandası ile çoğalarak, bu işte size galib gelirler! Siz başka
bir tedbir düşününüz!” Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp
çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve, “Hayır, vallahi bu düşünceniz de yerinde
değildir! Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ
ettiği şeylerin insanların kalblerine hâkim olup durduğunu görmüyor
musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri
arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek,
size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!” dedi.
Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve, “Vallahi ben, onun hakkında hiçbir zaman
düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!” dedi. “Nedir o?..” diye sordular.
Ebû Cehil, “Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Bunun için de aramızda
her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların
her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler.
Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli olmaz.
O hâlde, Haşîmîler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve
çarnâçar diyete razı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz!” diye konuştu.
Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan Şeytan ileri atıldı ve, “En doğru
fikir ve uygun çâre budur!” dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.