Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Hz. Pir’in Tasavvuf Yoluna İntisabı ve Nefsi İle Mücadele Yılları

7 yıl önce
2.837 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Hz. Pir’in Tasavvuf Yoluna İntisabı ve Nefsi İle Mücadele Yılları
Hz. Pir Abdûlkadir Geylani (ks), dini ilimleri tamamladıktan sonra riyazet ve nefsi ile mücahedeye başlamıştır. Şehrin ve insanların sıkıntılarından kurtulup, rabbi ile baş başa kalma arzusu kuvvetlenmişti. Hz.Pir (ks), o günlerdeki duygularını şöyle ifade eder: “Bana çok ağırlık basıyordu. Öylesine ki eğer ben o ağrılarımı bir dağın üstüne koysam, dağ tahammül edemeyip paramparça olurdu. Ben bu ağırlık karşısında her ne zaman yorgunluk ve bitkinlik hissettimse hemen sırtımı yere koyup şu ayetleri okurdum: “Her güçlüğe karşı mutlaka bir kolaylık vardır. Her güçlüğe karşı muhakkak bir kolaylık vardır.” Bu ayetleri okuduktan sonra üzerimde ki ağırlıklar derhal dağılıp giderdi.” Yine kendisi anlatıyor:
“Tecrit üzere yanımda ne bir kimse, ne de bir dünyalık olmadan ve hiç kimseden de bir şey istemeden Irak’ın çöllerinde ve harabelerinde yirmi beş yıl dolaşarak bekleyip kırk yıldır sabah namazını yatsı namazının abdestiyle kılıyorum. On beş yıldır yatsı namazını kıldıktan sonra Kur’an okumaya başlıyorum ve uyumaktan endişelendiğimden tek ayak üzerinde ve elim, duvara çakılı bir kazıkta olduğu halde okuyorum. Ta ki seher vaktinde Kur’an’ı sonuna kadar hatmetmiş oluyorum.
Bir gece merdivenden çıkarken nefsim bana; ‘Bir saat uyusan.’ dedi. Bunun üzerine bunun aklıma geldiği yerde durdum ve tek ayak üzerine dikildim. Bu hal üzere iken Kur’an okumaya başladım, ta ki sonuna geldim hatmettim.
Üç günden kırk gün arası kalıyordum da gıdalanacak bir azık bulamıyordum, Uyku bana bir surete bürünmüş olarak geliyordu. Ben de azarlayıp kovuyordum da böylece o gidiyordu. Dünya, dünyanın ziynetleri ve şehvetleri çok güzel ve çok çirkin suretlerde bana geliyordu, bende onu azarlayıp kovuyordum da süratle kaçıp gidiyordu.
Şimdi ‘Burcu Acemî’ denilen kulede 11 sene ikamet ettim. Sonra ikametim biraz daha uzadı. Ta ki bir defa 40 gün hiçbir şey yemeden kaldım. 40 günden sonra yanında ekmek ve yemek olduğu halde bir adam geldi ve onu önüme koydu, beni bırakıp öylece geçip gitti. Açlığın şiddetinden
nefsim neredeyse yemeğe meyledip yiyecekti. Bunun üzerine dedim ki: “Allah-u Teâla’ya verdiğim ahitten çözülmüş değilim.” Böyle deyince içimden bir imdat feryadı duydum, nefsim açlığını haykırıyordu. Yine de ondan yiyip içmedim.” Şeyh Ebu Sa’d Muharrimî bana uğradı ve yardım dileyenin feryadını duydu. Yanıma girdi ve bana dedi ki: “Bu hal nedir Ya Abdulkadir?”
“Bu nefsin ıstırabı, kederidir. Lakin ruh, Rabbinde sükûn bulmuştur.” dedim. Bana: “Binanın (kulenin) kapısına gel.” dedi. Beni olduğum hal üzere bırakıp geçip gitti. “Ben yine de kendi içimden, bu yerden çıkmayacağım.” dedim. Bunu içimden geçirirken Ebu Abbâs Hızır (as) geldi ve dedi ki: “Kalk ve Ebu Said Muharrimi’ye git.” Bunun üzerine ben de ona gittim. Baktım ki evinin kapısında durmuş beni bekliyor. Bana: “Ya Abdulkadir, benim sana ‘bana gel’ demem yetmedi mi? Ta ki Hızır sana benim emrettiğimi emretti de öyle geldin.” dedi. Sonra beni evine aldı. Orada leziz bir yemek buldum. Şeyh Ebu Sait oturdu, ta doyana kadar lokma lokma bana yemeği eliyle yedirdi. Sonra bana kendi eliyle hırka giydirdi ve bende onunla beraber iştigale devam ettim.
Bir keresinde Gavs’ul A’zam Abdûlkadir Geylani (ks) 40 gün riyazete girdi. Gavs’ul A’zam ‘ın niyeti şöyleydi: “Hazırlanan yemeklerden yemeyeyim, bir şey de içmeyeyim! Ancak iftar vaktinde su içeyim. Cenab-ı Allah جل جلاله gökten bir şey indirinceye kadar böyle edeyim. Bu şekilde 38 gün geçti. 38. gün hücresinin tavanı yarılıp, içeriye bir adam girdi. Bu adamın sağ elinde altın bir tabak, aynı şekilde sol elinde de gümüşten bir tabak vardı. İçleri meyvelerle dolu olan bu tabakları Gavs’ul A’zam’ın önüne koydu. Hazret-i Gavs: “Bunlar nedir?” diye sordu, adam;
―“Senin yemen için bunları yüksek âlemden getirdim” der. Hazreti Gavs, adama şöyle der:” Bunları buradan hemen kaldır. Çünkü ceddim Muhammed Mustafa altın ve gümüş kapta yemek yemeyi haram kıldı.”
Gelen yiyecekleri bu şekilde geri çevirince o kişi kapları alıp kayboldu. İftar vakti gelince bir melek elinde yemek dolu bir tabakla gelip Hazret-i Gavs’ul A’zam ‘ın önüne bırakarak; “Ey Gavs’ul A’zam! Bu Rahman olan Allah-u Teâla’nın جل جلاله zatınıza mahsus bir ziyafetidir” dedi. Hz. Pir de o tabaktan yedi.
Şeyh Ebu Muhammed Abdullah el-Cubbai, Şeyh Abdûlkadir’in kendisine şöyle anlattığını naklediyor: ‘Bir gün son derece fakr-u zaruret içinde sahranın bir köşesinde oturup fıkıh derslerini tekrarlıyordum. Şahsını görmediğim biri bana şöyle seslendi: “Fıkıh ve ilmi elde etmek için, onun uğrunda biraz ödünç para iste!” “Ben fakir bir adamım, nasıl ve kimden ödünç para isteyebilirim. Şayet biri bana o parayı verirse sonra onu ne ile ödeyebilirim, bir şeyim yok ki!” demeye kalmadan: “Sen karışma, onu biz ödeyiciyiz” demez mi o ses!.. Bunun üzerine bakla satan bir bakkalın yanına geldim ve dedim ki: “Bana biraz yardımda bulun! Şayet Allah bana kolaylık verirse sana saatinde öderim, eğer ölürsem bana helal edersin. Bana her gün bir buçuk ekmek (gönül rızası ile) verirsen memnun kalırım.” Bu teklifim üzerine adam ağladı ve şöyle dedi: “Ey efendim, ben sizin hizmetinizdeyim, ne istersen gel, benden al!” Bunun üzerine her gün ondan bir buçuk ekmek alırdım… Böylece bir müddet devam etti. Fakat kendisine verecek bir şey bulamadığım için sıkılmaya, üzüntü duymaya başladım. Düşünürken bir ses duydum: “Filan yere git, orada bakkala ödeyeceğin bir şey bulacaksın!” O sesin dediği yere gittiğim zaman büyük bir parça altın buldum, derhal onu bakkala vererek borcumu ödedim.”
Şeyh Ebu Sa’d El-Muharrimi anlatıyor:
Şeyh Abdûlkadir anlatırken kulak misafiri oldum. Şu yolda bir sohbette bulundu:
“Irak sahra harabelerinde kimsesiz, halktan uzak olarak tam yirmi beş sene dolaştım. Benim hiç kimseden haberim olmadığı gibi, kimsenin de benden haberi yoktu. Rical-i gayb ve cinlerden topluluklar bana geliyorlardı da onlara Allah’a giden yolu öğretiyordum.
Irak’a ilk girişimde Hızır (as) bana arkadaşlık etmişti de anlayamamıştım. Ancak bana, kedine karşı gelmememi şart koşmuş ve şöyle demişti: “Burada otur! Sakın, buradan ayrılma!” Onun emrini tutarak beni oturttuğu yere tam üç sene oturdum. Bana her sene bir kere uğrayıp yerimden ayrılmamamı emrederdi. Dünya, onun süsleri ve şehvetleri çeşitli suretlerde bana gelirdi de Allah جل جلاله beni onlara iltifat etmekten korurdu. Şeytanlar da muhtelif kılığa bürünüp bana gelirlerdi. Bana karşı savaşmaya ve rahatsız etmeye koyulurlardı. Ama yine Allah-u Teâla جل جلاله beni çoğu defa hatta her seferinde onlara karşı galip kılardı. Nefsim de kendi şeklinde bana
gelir, ona dost olmam için adeta yalvarırdı. Yüz vermeyince de bana karşı zor kullanmaya başlardı. Onunla yaptığım savaşlarda Allah جل جلاله beni muzaffer kılmıştır. Hulasa nefsimle tedricen mücadele etmesini bildim. Onu sımsıkı iki elimle yakaladım ve yıllarca şehirlerin harabelerinde onu iskâna mecbur bıraktım. Bir sene mubah ot ve bakliyattan bulduğumu yedim, hiç su içemedim. Diğer bir sene su içtim fakat ağzıma gıda namıma bir lokma koymadım. Üçüncü seneyi de hiç yemeden içmeden ve uyumadan geçirdim. Sonraki bir yılda “Kisranın eyvanında” soğuk bir gecede uyudum. İhtilam oldum. Kalkıp nehir kıyısına gidip yıkandım. Hiç unutmam, o gece tam kırk kere yıkandım. Sonra uyuyabilirim endişesi ile Eyvana çıktım. Kerh harabelerinde yıllarca ikamet ettim. Yiyeceklerim malum… Her sene başı bir adam gelir bana yünden cübbe getirirdi. Ona bürünür, sırf dünyanızdan kurtulmak, nefsi alaşağı etmek için binlerce çareye başvurdum. Dikenlerin üzerinde yürüdüm de bir şey hissetmezdim. Hangi yokuşu görsem cesaretle tırmanırdım. Nefsime hiç aman vermezdim. Dünya ziynetlerinden hiçbiri beni aldatamadı. Çünkü ben hiçbirini sevmedim.
Şeyh Ömer, Şeyh Abdûlkadir’den şöyle dinlediğini anlatıyor; “Seyahatim esnasında bana bir şey olurdu. Giderdim, gelirdim; kendimde olmazdım. Sonra o halden ayrılınca kendimi, önce bulunduğum yerin çok ötesinde bulurdum. Yine bir gün Bağdat harabelerinde otururken bir hal geldi. Bir saat kadar yürüdüm. Sonra kendime gelince, kendimi, Bağdat’la arası on iki günlük olan Şuşter ülkelerinde bulurdum. Düşünceye daldım, tam o sırada bir kadın bana: “Sen ki Abdulkadir’sin, buna hayret mi ediyorsun?” demez mi?
Şeyh Osman Es-Sayrafini anlatıyor. Hz. Pir Abdûlkadir Geylani’den (ks) şöyle dinledim: “Gece harabelerde kalırdım, Bağdat’a inmezdim. Toplu halde silahlı şeytanlar gelip, benimle çarpışarak bana ateş ederlerdi. Kalbimde son derece azim ve direnç hissederdim. İçten bir ses duyardım: “Ey Abdulkadir, kalk onlarla savaş, korkma, biz seni kuvvetli kıldık, yardımlarımızla onlara muhakkak galip geleceksin!” Bu sesi duyunca onlarca hücum ederdim, sağa sola dağılıp kaçarlardı, geldikleri yerden gidip benden uzaklaşırlardı. Hele içlerinde koca bir şeytan vardı. Durmadan bana gelir, “Buradan git, yoksa sana şöyle yaparım, böyle yaparım”’ diye tehdit savururdu. Ben de var gücümle ona bir tokat atardım, benden uzaklaşır giderdi. Yürekten bir “La havle ve la kuvvete illa billahi’l aliyyi’l Azim”
deyince hemen baştan tırnağa kadar yanardı, ben de onu seyrederdim. Bir defasında bana çirkin görünüşlü ve pis kokan bir şahıs gelerek; “Ben iblisim. Sana hizmet etmeye geldim. Beni ve avenemi çok yordun,” dedi. Ben de “Sana itimadım yok, hadi uzaklaş buradan!” dedim. Bunun üzerine elini kaldırıp bana vuracak oldu. Fakat ben ona fırsat vermeden başına bir darbe indirdiğim gibi yerin dibine gömdüm. İkinci defa yine geldi. Bu sefer elinde ateşten büyük bir kıvılcım vardı, durmadan onunla bana hücum ediyordu. Derken atlı bir adam, elinde kılıç bana yardıma gelmez mi! Hemen kılıcı aldım ve iblisi sırtüstü yuvarladım. Üçüncü defa onu benden çok uzak yerde ağlar gördüm. Başının üstüne toprak saçıyor ve şöyle diyordu:
“Senden ümidimi kestim. Galiba seni saptıramayacağım” dedi. Ben de; “Sus ey mel’un!” dedim. “İşte bu azap kamçılarından daha şiddetlidir bana” diye mukabele etti.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana şöyle haller vaki oldu: Bir seferinde dünya bana zevk ve ziynetleriyle göründü ve sordum: “Bunlar nedir?” Bunlar dünya zevk ve ziynetleridir, senin gibisini avlamaya geldiler, diye cevap verildi. Bunun üzerine ben onlarla savaştım, yüz bulamayınca kaçıp gittiler. Sonra benimle alakalı birçok engel gördüm ve sordum: “Bunlar nedir?” Bunlar senin yaradılışında bulunan bazı sebeplerdir, diye cevap verildi. Bunun üzerine onların sırtını yere getirmek için tam bir yıl uğraştım nihayet galip geldim, hepsini kendimden koparıp attım. Sonra kendi içimi seyrettim. Gördüm ki, kalbim birçok şeyle ilgileniyor, hayaller kuruyor, kendini saraylarda sanıyor. Sordum: “Bunlar nedir?” Bunlar senin iraden ve ihtiyarın, dediler. Bunun üzerine tam bir yıl çalıştım, nihayet kalbimi bu gibi şeylerden alıkoydum.
İnsan dünyaya ibadet ve taat için gelmiştir. Nefisle cihat için gelmiştir. Ankebut süresi 69. ayette “Bizim uğrumuzda nefsiyle mücadele edene, maneviyat yollarımızı açarız” buyruluyor. Tasavvuf nefisle cihat yoludur. Gavs’ul A’zam’ın hayatında bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Yine kendisi bir mükaşefesini daha anlatıyor:
“Nefsimi gördüm, bütün hastalıkları üstündeydi. Heva ve hevesi dipdiri, şeytanları emre hazır bekliyorlardı. Bir sene de onun sırtını yere getirmek için didindim. Hastalıklarını (bi-iznillah) iyileştirdim, heva ve hevesini kırdım, şeytanını kovaladım. Ondan sonra bütün bu her şey Allah’ın oldu Allah için oldu. Yapayalnız kaldım. Varlıkların hepsi arkamda
kaldı fakat matluba vasıl olamadım. Matluba erişmek için tevekkül kapısını denedim, orasını pek kalabalık buldum. Oradan da savuştum. Zenginlik kapısından geçeyim dedim, o da olmadı. Çünkü orası da pek dolu idi. Soluğumu doğru mücahede kapısında aldım. Ne gezer, orası da o kadar dolu. Başka hiçbir yere bakmadan doğru fakirlik kapsına doğru ilerledim. Bir de ne görsem, o kapı benim için ta ardına kadar açık değil mi? Hemen içine girdim. Girdim ama bütün terk ettiklerim orada tam tekmil beni bekliyorlardı. Orada en büyük hazine kapısı açıldı. En büyük şerefe nail oldum, ebedi zenginlikleri elde ettim. Sonsuz hürmete kavuştum. Bütün boş hayal ve temayüzler buz gibi eridi, bütün sıfatlar toz gibi uçup gitti. Hem de bir daha geri dönmemesiye… İşte bu arayıp da bulamadığım ikinci bir vecd idi!”
Fakat şöyle ki, Hz. Pir Abdûlkadir Geylani (ks) tarikat yolunda asla ikiyüzlü ve riyakâr olmamıştır. Doğruluktan asla ayrılmamıştır. Hz. Pir’e bir gün sordular: “Bu işe başladığınız ve tarikat yolunda yürümeye başladığınız zaman seyr-i sülûk’ünüzün temelini neyin üzerine attınız? Hangi amel üzerine bina ederek böyle yüce makamlara eriştiniz, bu menzillere gelerek âlemde benzersiz oldunuz?” O, şöyle cevap verdi: “Bu işe başladığım zaman temelimi gerçeklik üzerine attım. Yani sıdk üzerine oldum, asla yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım. Hatta yalan söylemeyi dahi düşünmedim, içimi dışımı bir ettim. Suretimi, siretimle birleştirdim. İşlerimde böylece rast gitti.”