Abdülaziz bin Abdüsselam (k.s)
Abdülaziz bin Abdüsselam (k.s)
Mısır’daki Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülazîz bin Abdüsselâm, künyesi Ebû Muhammed’dir. Lakabı İzzeddîn ve Sultân-ül-Ulemâ’dır (Âlimlerin sultânı). 1182 (H.578) senesinde doğdu. 1262 (H.660) senesinde Kâhire’de vefât etti. Kâhire’deki Karâfet-ül-kebîr Kabristanına defnedilmiştir. Verâ ve takvâ sâhibi haramlardan ve şüphelilerden çok sakınan ve ârif bir zât olan İzzeddîn bin Abdüsselâm, fıkıh ilmini Fahreddîn bin Asâkir’den; usûl-i fıkhı Seyfeddin-i Âmidî’den; hadîs ilmini Ebû Muhammed bin Ebû Kâsım bin Asâkir, Abdüllatîf bin İsmâil el-Bağdâdî, Ömer bin Muhammed, Hanbel bin Muhammed, Kâdı Abdüssamed bin Muhammed’den ve birçok âlimden öğrendi. Berekât binİbrâhim’in sohbetlerine devâm etti. Kendisinden ise; İmâm Alâeddîn Ebû Hasan el-Bâcî, Tâcüddîn İbn-ül-Firkâh, Hâfız Ebû Muhammed Dimyâtî, Hâfız Ebû Bekr Muhammed bin Yûsuf bin Mesdî, İbn-i Dakîk-ül-Iyd, Ebû Ahmed Abbâs ed-Dışnâviyyû, Ebû Muhammed Hibetullah Kıftî ve birçok âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, ilim öğrenmek için gittiği Şam’da bir süre kaldı. Orada Gazâliye ve başka medreselerde ders verdi.Emevî Câmiine imâm ve hatîb tâyin edildi. İmâm ve hatîb olduğu süre içerisinde, daha önceki imâm ve hatîblerin yaptığı bid’atleri, dînimize sonradan ibâdet olarak sokulan şeyleri ortadan kaldırmaya çalıştı. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Şam’dan ayrılarak Kâhire’ye gitti. Mısır sultânı Sâlih Necmeddîn bin Kâmil, onunla sohbet etti ve ona çok ikrâmda bulundu. Sultan Sâlih, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ı önce Amr bin Âs Câmiine hatîb ve daha sonra Mısır kâdılığına tâyin etti. Kâdılığı sırasında Mısır’da, vezîr Fahreddîn Osman, câminin yanına davul çalınacak bir yer inşâ edilmesini emretti. Bunu haber alan İzzeddîn bin Abdüsselâm, oranın inşâsını durdurdu. Buna râzı olmayan vezîr, derhâl İzzeddîn bin Abdüsselâmı görevinden azletti. Sultânın ağzından halîfe Mu’tasım’a bu durumu anlatan bir mektup yazıp gönderdi. Halîfe Mu’tasım, mektubu getirene; “Bunu sana sultan mı verdi?” diye sorunca, o da; “Hayır, vezîr Fahreddîn verdi.” dedi. Bunun üzerine halîfe; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın söylediği doğrudur. Hemen o câminin yanındaki davul çalınacak yeri iptâl edin.” dedi. Halîfenin emri üzerine, oraya davulhâne yapılmadı. Daha sonra Sultan Sâlih, Kâhire’de Kasreyn ile Ma’rûf arasında olan bir yere Selâhiyye Medresesini inşâ ettirdi ve İzzeddîn bin Abdüsselâm’ı oraya Şâfiî mezhebi fıkıh kürsüsüne müderris tâyin etti. Burada bir çok kimseye fıkıh bilgilerini öğretti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır’a gelmeden önce, fıkhî konularda fetvâları sâdece Abdülazîm Münzirî verirdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır’a gelince, Abdülazîm Münzirî fetvâ vermedi. Kendisinden fetvâ istiyenleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gönderdi. Bir bayram günü İzzeddîn bin Abdüsselâm, sultanla bayramlaşmak üzere saraya gitti. Saraya girince, bütün herkesin sultanla bayramlaşmak için hazır bulunduğunu, âmirlerin ve ulemânın, sultanın önünde yerlere kadar eğildiğini gördü. İzzeddîn bin Abdüsselâm, sultânı, bir tâzim kelimesi olmadan ismi ile çağırarak; “Yâ Eyyûb! Allahü teâlâ kıyâmet gününde sana; “Sana bütün Mısır memleketini verdim. Yâni seni oraya sultan yaptım. Sen ise, hükmün altındaki topraklarda içki satılmasına müsâade ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak?” diye sordu. Sultan Eyyûb; “Sen bunu gördün mü?” diye sorunca, İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Evet, falan yerde, falan dükkânda açıktan açığa içki satılıyor ve daha başka birçok kötü işler oluyor. Sen bu memleketin sultânısın, niye bunlara mâni olmuyorsun?” dedi. Oradakilerin hepsi bu sözleri duydu. Sultan; “Efendim! Bunlar, benim zamânımda olan şeyler değildir. Babam zamânından kalan şeylerdir.” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Hayır (onların aklî ve naklî hiçbir delîlleri yoktur, ancak) şöyle dediler: “Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidâyet buluruz” meâlindeki, Zuhrûf sûresi yirmi ikinci âyet-i kerîmesini okudu ve; “Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak görürler. Hâlbuki bunlar hüccet değildir. Bunlarla hiçbir zaman kurtuluşa erişilemez. Yâni benim zamânımda değilde, babamın zamânından beri satılıyordu, demekle kurtulunmaz” dedi. Bunun üzerine sultan, derhal o içki satılan dükkânı kapattırdı. El-Bâcî, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a; “Nasıl oldu da siz o kadar insanın içinde sultâna o sözleri söylediniz?” diye sorunca, “Sultan kibirlenmesin ve gururlanmasın diye söyledim” cevâbını verdi. O tekrar; “Sultandan korkmadınız mı?” diye sordu. O da; “Allahü teâlânın bana verdiği heybetten dolayı, sultan benim yanımda küçücük kaldı.” diye cevap verdi.” Moğolların Kâhire’ye saldıracakları haberi geldiğinde Ramazân-ı şerîf ayı idi. Sultan Eyyûb, ordunun hazırlanmasını emretti. Bayramdan sonra düşmanla harb etmeyi uygun gördü. O sırada yanına İzzeddîn bin Abdüsselâm geldi ve; “Kalk! Hemen askerlerine haber ver, hiç zaman kaybetmeden harbe çıksınlar!” dedi. Sultan; “Askerler savaşa hazır değil.” deyince, İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Sen söz dinle ve askerlerinin harbe çıkmasını emret!” dedi. Sultan; “Sen, Allahü teâlânın bize zafer ihsân edeceğinden emin misin?” diye sordu. İzzeddîn binAbdüsselâm da; “Evet.” dedi. Bunun üzerine sultan, askerlerini Moğollarla harb etmeye gönderdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın dediği gibi, müslüman ordusu zafer kazandı. Moğolları Bağdât’a kadar geri çekilmeye zorladılar. Alâeddîn Ebû Hasan, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın yanına ilim öğrenmeye gittiği zaman, ona daha çok kibrin kötülüğünü ve ilim öğrenmenin önemini îzâh etti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, bunun sebebini ise şöyle anlattı: “Ben, Şam’daki Dımeşk Câmiinin yanındaki odalardan birinde kalıyordum. Hava çok soğuktu. Gece uyurken ihtilâm oldum. Hemen kalkıp, oradaki havuzdan gusl abdesti aldım. Tekrar odama gidip yattım ve uykuda iken yine ihtilâm oldum. Dışarı çıkıp gusl abdesti aldım, odama gelip uyudum. Rüyâmda bir kimse bana; “Yâ İzzeddîn! Sen ilim mi istersin, yoksa amel mi istersin?” diye sordu. Ben de; “İlim isterim, zîrâ ilim beni amele götürür.” dedim. Sabah olunca Tenbîh kitabını aldım. Çok kısa zamanda ezberledim ve kendimi bütünüyle ilme verdim. Böylece ilmim arttı ve ilim öğrenmeye devâm ettim. Abdullah-i Baltâcî isminde, Allahü teâlânın bir velî kulu ile İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında dostluk vardı. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Abdullah-i Baltâcî’ye her sene bir mikdâr hediyeler gönderirdi. Bir sene yine İbn-i Abdüsselâm, Abdullah-i Baltâcî’ye bir deve yükü hediye gönderdi. Hediyelerin arasında, içinde peynir bulunan bir kap vardı.Hediyeleri götüren kişi Kâhire’ye gelince, peynir kabı kırıldı ve peynirler dökülmeye başladı. O sırada kap satan bir hıristiyan oraya geldi. O kişi hıristiyandan bir kap alıp kalan peynirleri koydu. Sonra Abdullah-i Baltâcî’nin evine o hediyeleri götüren kişi, kendi kendine; “Ben büyük bir mahcûbiyetten kurtuldum. Bu mevzuyu ancak Allahü teâlâ ve benden başka kimse bilemez.” dedi. Abdullah-i Baltâcî’nin evine gitti. Talebeleri, getirilen eşyâları açıp, bir bir baktıktan sonra, hocalarına; arkadaşınız İzzeddîn bin Abdüsselâm şu şu hediyeleri göndermiş, dediler. Bunun üzerine Abdullah-i Baltâcî onlara; “Peyniri ve kabını içeri almayın ve onları getireni bana çağırın.” dedi. O kişi huzûra girince, Abdullah-i Baltâcî; “Mâdem ki kap yolda kırıldı ve dökülmeye başladı. Sen niye hıristiyandan bir kap alıp, kabın içinde kalan peynirleri koydun ve bize getirdin. O peynirin yapıldığı sütü, hıristiyan bir kadın sağmıştı. O kadının eli hınzıra değmişti. Ve bu yüzden necis idi. Bir de hıristiyandan aldığın kabın içine koyduğun için, peyniri ve kabı kabûl etmem. Arkadaşım İzzeddîn bin Abdüsselâm’a selâmımı ve teşekkür ettiğimi söyle.” dedi. İzzeddîn bin Abdüsselâm Dımeşk’da olduğu zaman, büyük bir kıtlık oldu. İnsanlar bahçelerini ve arâzilerini ucuz fiyata sattılar. Hanımı, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gerdanlığını vererek, bir bahçe almasını istedi. İzzeddîn bin Abdüsselâm, sattığı gerdanlığın parasını fakirlere sadaka olarak dağıttı. Eve gidince, hanımı bahçe alıp almadığını sorduğunda; “Evet, onunla bir bahçe alacaktım. Fakat insanların çok zor durumda olduğunu gördüm. Bunun üzerine bahçe satın almayıp parayı halka sadaka dağıttım. Hanımı bu duruma hiç îtirâz etmeden; “Allahü teâlâ, sana ondan büyük bir hayır versin.” dedi. Bir şahsın İbn-i Abdüsselâm’a gelip, kendisini rüyâda gördüğünü ve bir şiir okuduğunu söyledi. Rüyâdaki şiiri orada da okudu. İzzeddîn bin Abdüsselâm bir müddet sustu ve şöyle dedi: “Ben 83 sene yaşarım. Çünkü bu şiir, Kusayr bin Azze’nindir. Onunla benim aramda aynı asırda yaşama bakımından ortak bir yönümüz yoktur. Ben Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzereyim, o ise bozuk îtikâddadır. Ben şâir değilim, o şâirdir. Kabîlelerimiz de farklıdır. Ancak tek bir ortak yönümüz var. O da, ömürlerimizin aynı olmasıdır”. Netice İbn-i Abdüsselâm’ın dediği gibi oldu ve 83 yaşında vefât etti. Sultan Eşref’in çevresinde Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyen îtikâdları bozuk kimseler vardı. Sultan, küçüklüğünden beri böyle kimselerin arasında yetişmişti. Bozuk îtikâdlı bu kimseler, ona da dil uzatırlardı. Bunlar, SultanEşref’in zihninde, kendilerinin Selef-i sâlihînin yolunda bulunduklarını, îtikâdlarının Ahmed bin Hanbel’in ve Eshâb-ı kirâmın îtikâdının aynısı olduğu fikrini yerleştirmişlerdi. Bunlar, Sultan Eşref’in İzzeddîn bin Abdüsselâm’a meylettiğini görünce, onlar da ona meyleder görünüp şöyle demeye başladılar: “İzzeddîn bin Abdüsselâm, Eş’arî îtikâdındandır. Fakat bu îtikâda aykırı işler yapar.” Bunları duyan Sultan Eşref, onlara; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın böyle işler yapmayacağını, kendilerinin onun hakkında teassub sâhibi olduklarını söyledi.Bunun üzerine onlar, kelâm ile alâkalı bâzı suâlleri yazıp, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gönderdiler ve cevaplarını istediler. Bununla niyetleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın gerçek akîdesinin ne olduğunu Sultan Eşref’e tanıtmak, böylece, îtikâdının kendi dedikleri gibi olduğunu ortaya koymak sûretiyle sultânın gözünden düşürmek idi. Suâller İzzeddîn bin Abdüsselâm’a ulaşınca; “Bunlar, beni imtihân etmek için yazılmış, bu meseleler hakkında ne dediğimi öğrenmek istiyorlar. Fakat vallahi hak ne ise onu yazacağım.” dedi ve meşhûr akîdesini kaleme aldı.İzzeddîn binAbdüsselâm’ın bu akâid yazısı şöyledir: Allahü teâlâya hamd olsun ki, O, İzzet, Celâl, Kudret, Kemâl, İnâm ve İfdâl sâhibidir. O birdir, Samed’dir (Her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir mâbûddur). Doğmamış ve doğurulmamıştır. O’nun benzeri yoktur. Cisim ve sınırlı değildir. Hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de O’na benzemez. Mahlûkâtı ve amellerini O yaratır. Mahlûkların rızıklarını ve ecellerini O takdîr etmiştir. O’ndan gelen her nîmet, O’nun fadl ve ihsânıdır. O’nun verdiği her cezâ da, adâletidir. Allahü teâlâ, bid’at ehlinin söyledikleri hâllerden berîdir. Arş, Allahü teâlâyı taşımaz. Bilakis Arş da, Hamele-i Arş da (Arş’ı taşıyan melekler de) O’nun kudretinin lütfu ve ihsânı ile taşınırlar. Allahü teâlânın ilmi herşeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin hâricinde hiçbir şey yoktur. Hatırlarda ve gönüllerde bulunan düşünceleri, zihin faâliyetlerini bilir. O hayy’dır. İrâde edicidir. Semî, işitici, Basîr, görücü, Alîm, Kâdir’dir, kudret sâhibidir. Harf ve ses olmadan, ezelî ve kadîm kelâmı ile konuşucudur. Kur’ân-ı kerîm yazılarına çok hürmet etmek lâzımdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın kelâmına delâlet etmektedir. NitekimAllahü teâlânın isimlerine hürmet edilmesi de, bu isimler, O’nun zâtına delâlet ettiği içindir. Aynı şekilde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayı temin eden, Allahü teâlâyı hatırlatan kimse ve şeylerin büyüklüğüne inanmak ve O’na hürmeti gözetmek lâzımdır. Bu sebeple de peygamberlere (aleyhimüsselâm), âbidlere, sâlihlere ve Kâbe-i muazzamaya hürmet etmek lâzım gelmektedir. İmâm-ı Eş’arî’nin îtikâdı, Allahü teâlânın Kitabında ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesinde bildirilen doksan dokuz İsm-i şerîfin delâlet ettiği şeylerdir. Allahü teâlâ ibâdet edilmeye lâyıktır. O’nun Celâl sıfatı ve vasfedenlerin vasıftan ve saymaktan âciz kaldığı kemâl sıfatları vardır. Her şey Allahü teâlâya muhtaçtır. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Yerde ve gökte bulunan her şey O’ndan ister.” (Rahmân sûresi:29) buyuruyor. Bütün mahlûklar, Allahü teâlânın kudretindedir. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin altmış yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O kâfirler, Allahü teâlâyı gerektiği gibi takdîr edemediler (büyüklüğünü anlıyamadılar). Hâlbuki kıyâmet günü, yer küresi tamâmen O’nun tasarrufundadır. Gökler de O’nun yed-i kudretinde dürülmüşlerdir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir.” buyuruyor. Bozuk bir îtikâda sâhib olan Haşeviyye, kendilerinin Selef-i sâlihînin mezhebi üzere olduklarını iddiâ ediyorlar. Hâlbuki, Selef-i sâlihîn, Allahü teâlânın birliğine, hiçbir benzeri olmadığına inanıyor, fakat Haşeviyye, Allahü teâlânın cisim olduğuna ve mahlûklara benzediğine inanıyor. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Onların, Peygamberlerin yaptığı gibi gerekli açıklamalarda bulunması vâcibdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüz dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “İçinizde, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunur. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” buyuruyor. Allahü teâlânın cisim olduğunu ve mahlûkuna benzediğini söylemek, en büyük inkârdır. En büyük iyilik ise, tevhîd ve tenzîhdir. Selef-i sâlihîn, bid’atler, dînimize sonradan sokulan hurafeler ortaya çıkmadan bu mevzularda konuşmadı. Ancak, bid’atler zuhûr ettiği zaman, Selef-i sâlihîn, bid’atlere büyük darbeyi vurarak, bid’at sâhiplerine en şiddetli bir şekilde karşı koydular. Kaderiyye, Cehmiyye ve Cebriyye gibi bid’at ehli kimselere gerekli cevapları verdiler. Böylece Allah yolunda nasıl cihâd yapılması gerekiyorsa, öylece ilim ile cihâd yaptılar. Cihâd iki çeşitti.Bunlar: Söz ve yazı ile cihâd, kılıç ve silâh ile cihâddır. Bu Haşeviyye denen bozuk fırkanın eline bir fırsat geçtiğinde, hemen oraya yönelirler. Hâlbuki Ahmed bin Hanbel, Eshâb-ı kirâm ve Selef-i sâlihînden olanlar, onların nisbet ettikleri şeyleri Allahü teâlâya nisbet etmekten berîdirler. Yine onlara hayret edilir ki, ekmeğin hakîkî doyurucu, suyun hakîkî susuzluğu giderici, ateşin hakîkî bir yakıcı olmadığını, bunların sâdece bir sebeb olduğunu söyleyenleri kötülüyorlar. Hâlbuki doymak, susuzluğun giderilmesi ve yakmak, sonradan meydana gelen şeylerdir. Ekmek aslâ doymayı, su susuzluğun giderilmesini ve ateş de yakmayı meydana getirmez. Hakîkatte bunları Allahü teâlâ yaratmaktadır. Su, ateş ve ekmek, susuzluğun giderilmesine, yakmaya ve doymaya vesîle kılınmıştır. Bunun için İmâm-ı Eş’arî de; doyma, susuzluğu kandırma ve yakma işini Allahü teâlânın yarattığını, ekmeğin, ateşin ve suyun ise birer sebepten ibâret olduğunu söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde meâlen; “Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O’dur.” (En’âm sûresi: 102) ve “Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Size, gökten ve yerden rızk verecek Allah’tan başka bir yaratıcı var mı? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde hangi yönden (îmândan küfre) çevriliyorsunuz?” (Fâtır sûresi: 3) buyuruyor. Kim Allahü teâlânın rızâsını, nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahü teâlâ da o kuldan râzı olur. Kim insanların rızâsını tercih etmek sûretiyle, Allahü teâlânın gazabına sebep olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahü teâlâ gazab eder, hem de onu insanların gözünden düşürür. İslâm âlimlerinden birisi şöyle buyurmuştur: “Kim Allahü teâlânın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahü teâlânın rızâsını ne kadar gözettiğine baksın.” “Allah’ım! Hakka yardım eyle. Doğruyu izhâr eyle! Bu ümmete doğru işlerinde yardım eyle. Bununla dostların azîz, düşmanların zelîl olsun. Sana itâat edilip yasaklarından sakınılsın!” Bu cevap bid’at ehline ulaşınca, ellerine büyük bir fırsat geçtiğine, artık İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın sonunun geldiğine kesin gözle bakıyorlardı. Derhal bu cevapları Sultan Eşref’e ulaştırdılar. Sultan Eşref, cevapları görünce çok kızdı ve; “Demek ki, bana onun hakkında söyledikleri doğru imiş. Biz de onu, zamânımızda ilim ve dindarlık bakımından bir tâne diye biliyorduk. Şimdi onun fâsıklardan, hattâ İslâmdan bile çıktığı anlaşılmış oldu.” dedi.Bu sırada Sultan Eşref, yanında memleketin her tarafından gelmiş bir grup fıkıh âlimi ile berâber, Ramazân-ı şerîf ayında bir iftar sofrasında idiler. Orada bulunanların hiçbirisi, sultâna cevap verme cesâretinde bulunamadı. Hattâ bâzıları, bozuk îtikâdda olan kimselerin sözlerini tasvîb eder yollu sözler sarfettiler. Hattâ onların dedikleri gibi fetvâ verdiklerini ifâde ediyorlardı. Ertesi gün, Allahü teâlâ hakkı izhâr ve te’yid için, zamânın büyük Mâlikî âlimlerinden Cemâlüddîn Ebû Ömer bin Hâcib’i vesîle kıldı. Bu zât, zamânının en büyük Mâlikî âlimi olup, ilmi ile âmil idi. Sultânın yanında İzzeddîn bin Abdüsselâm hakkında konuşmuş olan kâdı ve âlimlere gitti ve onlara hitâben; “Size ne kadar şaşılır. Siz hak üzeresiniz de, başkaları bâtıl üzere mi? Hakkı konuşmanız gerekirken sustunuz. Allahü teâlânın rızâsını tercih etmediniz. Konuşanlarınız da, sanki İzzeddîn binAbdüsselâm haksızmış gibi; “Sultâna bu ayda affetmek yaraşır.” dedi. Bu öyle bir sözdür ki, onun suçlu olduğu mânâsını ifâde eder. Çünkü ancak suçlu affolunur. Siz ise sultâna, îtikâdınızın, İbn-i Abdüsselâm’ın söylediği şekilde olduğunu ezilerek ve korkarak söylediniz. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ve sonra gelen âlimler bu îtikâd üzeredir. Onlara bu hususta ancak, bozuk îtikâdda olanlar karşı çıktılar. Allahü teâlâ, Bekara sûresinin kırk ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hakkı, bâtıla karıştırıp da, bile bile gizlemeyin” buyuruyor” diyerek, hakkı gizleyip, hakka yardımcı olmadıkları için âlimleri kınadı. Daha sonra orada bulunanlara, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın yazdıklarının doğru olduğuna dâir muvâfakat yazısı yazdırdı. Diğer taraftan, İbn-i Abdüsselâm da sultandan, Şâfiî ve Hanbelî âlimlerinden müteşekkil bir meclis kurulmasını, bu mecliste Mâlikî ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimleri ve daha birçok İslâm âliminin de hazır bulunmasını istedi. Sultânın huzurunda kendisinin mektubu okunurken, kendisine muvâfakat gösteren âlimlerin, ilk önce sultânın kızgınlığı sebebiyle bir şey diyemediklerini, istemeyerek sultânın sözüne muvâfakat gösterdiklerini de bildirdi. Ayrıca; “İnanıyoruz ki, sultana hak olan îtikâd iyice anlatıldığında ona rücû’ edecek, kendisine yanlış ve bozuk fikirleri doğru imiş gibi söyleyenlerin cezâsı verilecektir. Sultana, babası Âdil’in (Allahü teâlâ ondan râzı olsun ve ona rahmet eylesin) yolundan gitmek lâyıktır. Çünkü o, bozuk îtikâdda olan kimselere gerekli dersi verdi ve onları hor ve hakîr eyledi” dedi. İbn-iAbdüsselâm’ın bu isteği sultâna ulaşınca, sultan kâğıt kalem isteyip, şunları yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm! Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın bir meclis kurulup, kâdıların ve âlimlerin burada hazır bulunarak îtikâd meselesini görüşmelerine dâir isteği bana ulaştı. Fetvânı tetkîk ettim. Böyle bir toplantıya ihtiyaç bırakmıyor. Biz, Resûlullah efendimizin haklarında; “Benim sünnetime ve bundan sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna yapışınız” buyurduğu, dört halîfenin (r.anhüm) yoluna ve dört mezheb imâmının yoluna tâbiyiz. Nefsin arzu ve isteklerine hâkim ve gâlib olan, hakka tâbi olan ve bid’atlerden korunmuş kimseler için bunlara tâbi olmak kâfidir. Hadîs-i şerîfte; “Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allahü teâlâ la’net etsin.” buyurulmuştur. Kim fitneyi uyandırmaya teşebbüs ederse, ona gerekli mukâbelede bulunuruz.” Mektubu İbn-i Abdüsselâm’a gönderdi. İbn-i Abdüsselâm’a mektup ulaşınca, okuduktan sonra şöyle bir cevap yazdı: Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbin hakkı için, biz onların hepsine muhakkak sûrette, yapmakta oldukları şeylerden soracağız (ve cezâlarını vereceğiz)” (Hicr sûresi: 92-93) buyuruyor. Kudreti, kelâmı yüce, rahmeti umûmî, nîmeti bol olan Allahü teâlâya hamd eder, sonra derim ki; şüphesiz Allahü teâlâ, Habîbine meâlen şöyle buyurdu: “Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine (ki onlar câhil ve kâfirlerdir) uyarsan, seniAllah yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zan ardından yürürler (babalarının gittiği yolu hak zannederler) ve sâdece yalan uydururlar.” (En’âm sûresi:116). Allahü teâlâ, kullarına nasîhat için kitaplar indirip, Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Saâdet sâhibi, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimsedir. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler!Eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmiyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişmân olursunuz.” buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçmak en başta gelen vazifemizdir. Bir meclis kurulup, âlimlerin orada toplanmasını taleb etmem, hem sultâna, hem de müslümanlara nasîhatta bulunmak içindi. Çünkü Resûlullah efendimize; “Din nedir?” diye sorulunca, Resûl-i ekrem; “Din, nasîhattır. Din nasîhattır. Din nasîhattır” buyurdu.Eshâb-ı kirâm; “Kimin için yâ Resûlallah?” deyince, O da; “Allahü teâlâ için, Kur’ân-ı kerîmi için, Resûlü için, müslümanların imâmları için ve bütün müslümanlar için” buyurdu. Allahü teâlâ için nasîhat, insanlara, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmalarını; Allahü teâlânın kitabı için nasîhat, O’nun ile amel etmeyi;Resûlullah için nasîhat, Sünnet-i seniyyeye uymayı; müslümanların imâmları için nasîhat, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye etmek; müslümanlar için nasîhat, onlara Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri göstermektir. İşte ben de, bu meselede üzerime düşen vazifeyi yerine getirmiş bulunuyorum. Bu meselede verdiğim cevaplara, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimleri muvâfakat göstermişlerdir. Verdiğimiz bu cevaplara karşı gelenler, Allahü teâlânın kıymet vermediği alalâde kimselerdir. Verdiğimiz cevapları kabûl etmemek, dînen câiz değildir. Onun kabûl edilmemesi mümkün değildir. Eğer bu bahsettiğim âlimler, sultânın meclisinde hazır bulunsa idiler, sultan sözümüzün doğruluğunu gâyet iyi anlardı. Sultan bu mevzuyu tahkîk etmeye, derinlemesine tedkîk etme imkânına herkesten daha çok muktedirdir. Cevâbım huzurlarında okunduğu zaman, orada bulunup da sultânın kızgınlığını görünce susmayı tercih eden âlimler de, benim sözümü bizzât yazılarıyla tasdîk etmiştir. Eğer sultânı o derecede bir kızgınlık hâlinde görmese idiler, muhakkak sultânın huzurunda, bu son sözleri gibi söylerlerdi. Bütün bunlarla berâber, benim söylediklerim ve bana bu hususta muhâlefet edenlerin sözleri yazılır. Bütün İslâm âleminde ilmî mevzularda kendilerine mürâcaat edilen, güvenilir, büyük âlimlerden bu mesele hakkında bilgi istenir. Ben, sultânın meseleye vâkıf olması için, mûteber âlimlerin kitaplarını kaynak olarak hazırlarım. Yine bana, akîdeleri bozuk o kimselerin, sultâna İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin Kur’ân-ı kerîmi hafife aldığının söylendiği ulaştı. Hâlbuki İmâm-ı Eş’arî’nin yolunda gidenlerle, bütün müslüman âlimler arasında, Kur’ân-ı kerîme hürmet etmenin vâcib olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Hem bize göre, Kur’ân-ı kerîmi veya O’ndan bir şeyi (âyet-i kerîme, sûre-i şerîfeyi) aşağılayan, onlara kıymet vermeyen kimse kâfir olur, dînî nikâhı bozulur. Cenâzesi yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına defnedilmez. Özellikle bir yere atılıp, yırtıcı hayvanların yemesine bırakılır. Allahü teâlânın kelâmı hakkında bizim îtikâdımız şöyledir: Allahü teâlânın kelâmı kadîmdir, ezelîdir, zâtı ile kâimdir. Yüce zâtı, hiçbir mahlûka benzemediği gibi, kelâm-ı kadîmi de hiçbir mahlûkun kelâmına benzemez. Bununla berâber, mushaflara yazılır, gönüllerde saklıdır ve dillerimiz ile okuruz. Kim böyle inanmazsa, müslümanların îtikâdından ayrılmış olur. Böyle inanmayan ahmak ve câhildir. Burada şunu belirtmek isterim ki, dinde olmayan şeyleri ortaya çıkaran, îtikâdı bozuk bid’at ehline gerekli cevapları verip, onların sözlerini delîl ve vesikalarla çürütmek, aslâ fitne çıkarmak değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bildiklerini açıklayıp, gizlememelerini âlimlere emir buyurdu. Emre uymayanları lânetledi. Kim ki, Allahü teâlânın emrine uyar, O’nun dînine yardımcı olursa, Allahü teâlâ onları lânetlemez. Aksi takdirde bu lânete müstehak olurlar. İctihâd ile ilgili hususa gelince, îtikâd mevzuunda sâdece Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdındayım. Ancak âlimler arasında füru’ ile ilgili hususlarda ihtilâf vardır (Bu da müslümanlar için, rahmettir). Bu işte sâlim olan yolun hangisi olduğunu da söyledik. Size lâyık olan, babanızın yolunu tâkib etmektir. Babanız Sultan Melik Âdil, Allahü teâlânın dînini yükseltmek için çalıştı ve O’nun için çalışanlara yardımcı oldu. Biz, sâdece zâhire göre hükmederiz. Herkesin içini Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah efendimize ve O’nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve O’nun yolunda gidenlere salât ve selâm olsun.” İbn-i Abdüsselâm mektubu yazıp bitirince, hiç beklemeden ve tereddüt göstermeden mektubu kapatıp mühürleyerek elçiye verdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm bu mektubu yazarken, yanında zamânın büyük âlimlerinden bir zât ve İbn-i Abdüsselâma mektup yazarken sultanın yanında bulunan âlimlerden bir kısmı da vardı. Onlar, Sultan Eşref’ten gelen mektubun muhtevâsını gâyet iyi biliyorlardı. Bu mektup gelince çok korktular ve İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın sultâna cevap vermekten âciz kalacağını zannettiler. Fakat İbn-i Abdüsselâm’ın derhal mektup yazdığını görünce, hepsinin önceki zanları tamâmen yok oldu. Yanında bulunan büyük âlim, İbn-i Abdüsselâm’ın bu cevâbını çok beğenip, bunun, Allahü teâlâ tarafından verilen ilâhî bir yardım olduğunu söyledi. Mektup sultâna okununca, Sultan Eşref çok kızdı. İbn-i Abdüsselâm’a muhâlif olan bid’at ehli kimseler, onun işinin bittiğine inanıyorlardı.Sultan, sarayında hocalık yapan ve İbn-i Abdüsselâm’ı çok seven Garez Halîl’i yanına çağırdı. Yazdığı mektubu ona vererek; “Bunu doğru İzzeddîn bin Abdüsselâm’a götüreceksin ve acele olarak cevâbını getireceksin.” dedi. Garez Halîl, hemen İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın huzûruna gitti. Huzûrunda son derece sevgi ve edeble oturarak, sultânın elçisi olduğunu söyledi. Sonra; “Vallahi hakkınızda düşmanlık yapıyorlar. Sen, işin başında sultanla görüşmemen sebebiyle, kendi aleyhine, onların lehine iş yapmış oldun. Eğer sultan seni bir defâ görmüş olsaydı, bunlardan hiçbiri meydana gelmezdi. Çünkü, senin sultan yanında derecen ve kıymetin çok yüksektir. Sultan bana, senin yanına gelip, sana üç şartı olduğunu söylememi istedi. Birincisi; fetvâ vermeyeceksin, ikincisi; hiç kimse ile görüşmeyeceksin, üçüncüsü; evinden ayrılmayacaksın.” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Ey Garez! Bu şartlar, Allahü teâlânın bana olan nîmetleridir. Devamlı şükrü gerektirir. Fetvâlara gelince, ben de zâten onun ile uğraşmak istemiyordum. Ben inanıyorum ki, müftî, Cehennemin kenarındadır. Eğer Allahü teâlâ fetvâ vermeyi bana vâcib kılmamış olsaydı, bu iş ile aslâ meşgûl olmazdım. Şimdi ise artık mâzurum. Bu vücub benden düştü. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. İnsanlarla görüşmemem ve evimden ayrılmamam husûsuna gelince, ben hâl-i hazırda evimde bulunuyorum. Ey Garez! Evimden ayrılmamam, kendimi Rabbime ibâdete vermem, benim için büyük bir saâdettir. Sa’îd o kimsedir ki; evinden ayrılmaz, orada günahlarından dolayı gözyaşı döker. Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olmam, Allahü teâlânın bana bir hediyesidir. Hak teâlâ bunu bana sultânın vâsıtası ile nasîb eyledi. Ancak o kızgın, ben ise sevinçli ve rahatım. Vallahi ey Garez! Eğer yanımda hediye edilecek bir elbise olmuş olsaydı, benim için müjde durumunda olan bu mektuba karşılık, sana o elbiseyi verirdim. Fakat şu seccâdeyi al, üzerinde namaz kılarsın” dedi. Garez Halîl de seccâdeyi kabûl edip öptü. Sonra vedâ edip oradan ayrıldı. Sultânın yanına gitti ve olanları ona anlattı. Sultan orada hazır bulunanlara; “Bana ne yapacağımı söyleyin. İbn-i Abdüsselâm, cezâyı nîmet gören bir zâttır. Onu kendi hâline bırakalım.” dedi. Bu şekilde üç gün geçtikten sonra, Hanefî mezhebinin en büyük âlimi Allâme Cemâlüddîn Husayrî, bir merkebe binip talebeleriyle sultânın yanına gitti. Cemâlüddîn Husayrî, ilmiyle amel eden, mübârek bir zâttı. Sultan Eşref’e, Cemâlüddîn Husayrî’nin geldiği haber verilince, adamlarını gönderip onu surların içine aldılar. Sultânın sarayına kadar merkep üzerinde gitti. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî’yi görünce, ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. Ona çok iltifât ederek yanına oturttu. Ramazân-ı şerîf olduğundan,Cemâlüddîn Husayrî sultânın yanına girdiğinde iftar vaktiydi. Müezzin ezân okuyunca, hep birlikte cemâatle namaz kıldılar. Namazdan sonra orucunu açması için bardakla su getirdiler. O da bu suyu Husayrî hazretlerine uzattı. O; “Senin yiyecek ve içeceğin için buraya gelmedim.” deyince, sultan; “Emriniz başım üstünedir.” dedi. Cemâlüddîn Husayrî de sultana; “Seninle İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında ne var? O, öyle bir kimsedir ki, eğer Hind memleketinde veya dünyânın en ücrâ bir köşesinde olsaydı, sultanın onun bereketinden hem kendisi, hem de memleketi istifâde ederdi. Ayrıca başka memleketlere karşı iftihâr etmesi için onu memleketine getirmesi gerekir.” dedi.Bunun üzerine sultan; “Bende onun bizzat kendi eliyle yazdığı ve akîdesini anlatan kâğıtlar var. Sen de oku, onun hakkındaki kararını ver.” deyince, Cemâlüddîn Husayrî, İbn-i Abdüsselâm’dan gelen veEhl-i sünnet îtikâdını anlatan yazıları sonuna kadar okudu ve; “Bu, müslümanların îtikâdı, sâlihlerin şiârı, müminlerin yakînidir. Burada yazılanların hepsi doğrudur. Bunlara karşı çıkan, yanlış yoldadır.” dedi. Sultan bu sözleri duyunca, İbn-i Abdüsselâm ile arasında geçenleri anarak, Allahü teâlâdan af ve magfiret diledi, hatâsını telâfi etmek için İbn-iAbdüsselâm’a bir adam gönderdi. Hakkını helâl etmesini ve onunla görüşmek istediğini bildirdi. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî ile görüşmeden önce, bid’at ehli kimselerin sözlerine göre hareket ediyordu. Bu yüzden onlar, en parlak devirlerini yaşıyorlardı. Ancak Husayrî hazretleri sultanla görüşüp, hak olan Ehl-i sünnet îtikâdı meydana çıkınca, bid’at ehlinin bozuk akîdelerini yayma çalışmalarının önüne geçilmiş oldu. Cemâlüddîn Husayrî, mücâdele ve münâzaa kapısını kapatmak için, kelâm meseleleri üzerinde konuşmaktan sakınılmasını, bu mevzuda hiç kimsenin herhangi bir şekilde fetvâ vermemesini söyledi.Böylece uzun süre bid’at ehli sesini çıkaramadı. Şemsüddîn ibni Cevzî, zamânının büyük vâizlerinden idi. Herkesin hürmet ve kabûlünü kazanmıştı. Vâz ederken çok tesirli konuşurdu. Hem kendisi ağlar, hem de cemâatı ağlatırdı. Cemâat, meclisinden kendilerinden geçmiş olarak ayrılırlardı. Vâzlarını Cumartesi günleri verirdi. Bir gün Şemsüddîn ibni Cevzî, Sultan Eşref’in yanına geldi. Şemsüddîn ibni Cevzî, sultanın huzûruna girince, sultan kendisine; Mekâsîd-üs-Salât kitabını verdi ve; “Bu kitabı oku.” dedi. Okuduktan sonra, “Bu kitap çok güzeldir. Bir benzeri yazılmamıştır.” dedi. Bunun üzerine Sultan, ona; “Bu kitabı, vâz meclisinde insanlara okumaları için tavsiye et.” dedi. Şemsüddîn ibni Cevzî, vâz vermek için kürsüye çıkıp, Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâmdan sonra şöyle dedi: “Biliniz ki, bedenî ibâdetlerin en fazîletlisi namazdır. Namaz, kişiyi Rabbine yaklaştırır. Mekâsıd-üs-Salât kitâbına çok önem veriniz. Bu kitabı, büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm yazmıştır. Bu kitabı iyi anlayınız ve onu iyi ezberleyiniz. Onu çocuklarınıza ve yakınlarınıza öğretiniz. Bu kitabın faydası pek çoktur.” Bundan dolayı çok yazıldı ve herkes tarafından okundu. Bu hâdiselerden sonra, İbn-i Abdüsselâm’ın sultanın yanında yeri çok yükseldi. Sultan ölüm hastalığında iken, yakınlarından birisine; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’a git. Seni çok seven Sultan-ı Âdil Ebû Bekr’in oğlu Mûsâ sana selâm söyledi.Zât-ı âlinizin gelmesini, kendisine yarın huzûr-i ilâhîde faydalı olacak şeyleri anlatmanızı ve duâ etmenizi ister de!” diye bildirdi. Haberci, sultânın dediklerini aynen İzzeddîn bin Abdüsselâm’a anlattı. O da bu teklifi kabûl etti ve; “Böyle bir ziyâret, en fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü bunda birçok faydalar vardır, inşâallah.” dedi. İbn-i Abdüsselâm kalkıp, sultânın yanına kadar gitti. Oraya varınca sultana selâm verdi. Mûsâ onu görünce çok sevindi ve hemen onun elini öptü. Sonra; “Ey İzzeddîn! Bana hakkını helâl et. Benim için Allahü teâlâya duâ et. Bana nasîhatlerde bulun!” dedi. O zaman İbn-iAbdüsselâm; “Ben, her gece, insanlara olan hakkımı helâl ediyorum. Ben kimsenin bende bir hakkı olmadan gecelerim. Bunun mükâfâtını ve karşılığını Allahü teâlâdan bekliyorum. İnsanlardan aslâ bir karşılık beklemiyorum. EcriminAllahü teâlâdan olup, insanlardan olmaması bana her şeyden daha kıymetlidir. Sultana duâ etmeme gelince, çoklukla ben ona duâ ediyorum. Çünkü sultanın durumu iyi olursa,İslâmın ve müslümanların durumu da iyi ve güzel olur. Allahü teâlâ sultana, yarın huzûr-i ilâhîde yüzünü ak edecek şeyleri görmek nasîb eylesin.” dedi. Sultan bu ziyâretten ve İbn-i Abdüsselâm’ın sözlerinden memnun kalarak; “Allahü teâlâ sana hayırlar versin.” dedi. İzzeddîn bin Abdüsselâm birçok eser yazdı. Bu eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Kavâid-ül-Kübrâ, 2) Mecâz-ül-Kur’ân, 3) Kavâid-üs-Sugrâ: Kavâid-ül-Kübrâ’nın kısaltılmış şeklidir. 4) Şeceret-ül-Meârif, 5) Ed-Delâil-ül-Müteallikât-ı bil-Melâiketi ven-Nebiyyîn aleyhimüsselâm vel-Halkı ecmâîn, 6) Et-Tefsîr, 7) El-Gâye fî İhtisâr-in-Nihâye, 8) Muhtasar-ı Sahîh-i Müslim, 9) El-İmâm fî Edillet-il-Ahkâm, 10) Beyânü Ahvâl-in-Nâs Yevm-el-Kıyâmeti, 11) Bidâyet-üs-Suâl fî Tafdîl-ir-Resûl, 12) El-Fark Beyn-el-Îmân vel-İslâm, 13) Fevâid-ül-Belvâ vel-Mihan, 14) El-Cem’u Beyn-el-Hâvi ven-Nihâye, 15) El-Fetâvâ-il-Mûsuliyye, 16) El-Fetâvâ-il-Mısriyye, 17) Mekâsıd-üs-Salât. ŞİDDETLİ RÜZGÂR Fransızlar Mensûriye’ye hücûm ettiklerinde, onlara karşı İzzeddîn bin Abdüsselâm da İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sırasında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun üzerine doğru esmeye başladı ve müslüman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin Abdüsselâm, sesinin çıktığı kadar seslenerek; “Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!” dedi. Bunun üzerine rüzgâr, Allahü teâlânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. Allahü teâlânın izni ile İslâm ordusu muzaffer oldu. 1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.249 |