Ata Bin Meysere El-Horasani (k.s)
Ata Bin Meysere El-Horasani (k.s)
Tâbiîn devrinin tanınmış, hadîs ve tefsîr âlimlerinden. Ebû Eyyûb, Ebû Osman, Ebû Muhammed, Ebû Sâlih Belhî künyeleri vardır. 670 (H.50) senesinde doğup, 752 (H.135) târihindeEriha’da vefât etti. İbn-i Abbâs, Adiy bin Adiy el-Kindî, Mugîre bin Şu’be, Ebû Hüreyre, Ebüdderdâ, Enes bin Mâlik, Ka’b bin Ucre, Muaz bin Cebel ve daha başka sahâbeden r.anhüm hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da, Şu’be, Ebû Abdurrahmân, İshak bin Useyd el-Horasânî, Dâvûd bin Ebî Hind, Evzâî, Mâlik bin Enes gibi büyük âlimler, r.aleyhim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. İbn-i Muîn, İbn-i Ebî Hâtim, Nesâî ve Dârekutnî, onun hadîs ilminde sika, güvenilir, sağlam bir âlim olduğunu söylemişlerdir. Atâ bin Ebî Müslim’in rivâyet silsilesinde yer aldığı hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî ve Sünen-i İbn-i Mâce’de mevcuttur. İlmi ile amel eden mübârek bir zâttır. Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir şöyle anlatır: Atâ-i Horasânî ile berâber gazâya, savaşa gitmiştik. Gecelerini, namazla geçirirdi. Gecenin üçte biri veya yarısı geçince, bize isimlerimizle seslenir, “Kalkınız, abdest alınız, namaz kılınız. Çünkü geceleri ibâdet ve gündüzleri oruçla geçirmek, Cehennem’den irinler içip, çeşitli azaplara yakalanmaktan daha kolaydır.” der ve namaz kılmaya başlardı. Seher vaktine kadar ibâdet eder, sonra biraz uyurdu. Nasîhat isteyenlere: “Dünyâya çok düşkün olduğunuzu görüyorum. Size âhireti tavsiye ederim. Dünyâ işleriyle uğraşırken âhiretinizi unutmayınız. Bir kimsenin dünyâda makam, mal ve mülk sâhibi olması, herkesin yanında sözünün geçmesi, âhiretteCehennem’e düşmesine, ateşte yanmasına mâni olamaz. Orada hüküm, Allahü teâlânındır. Dilerse azâb eder, dilerse Cennet’ine koyar. Onun için bu dünyâda, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya, şu imtihan yurdunda, îmân edip, sâlih ameller yapan, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan, bu uğurda gelen sıkıntılara katlananlardan olmaya çalışmak lâzımdır.” buyururdu. Bir defâsında şöyle buyurdu: “Günâh işlendiği zaman, Allahümmağfir lî, Allah’ım! Beni bağışla demeli. Böyle yapmak, Allahü teâlâya teslimiyet ve boyun eğmenin ifâdesidir.” Şeytanın hîlelerine aldanmamak, bu hususda çok dikkatli olmak gerektiğini şöyle anlatmıştır: “Kim bir fenâlık yapar veya nefsine zulmeder de Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.” meâlindeki Nisâ sûresinin yüz onuncu âyet-i kerîmesi nâzil olunca, şeytan korkunç bir sesle feryâd etti. Sesi öyle yüksek çıktı ki, yeryüzündeki bütün askerleri işitip, yanına geldiler ve; “Nedir bu hâlin? Bu şiddetli feryâdın sebebi nedir?” diye sordular. O da; “Benim hîlelerim ile bu ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında Muhammed’e bir âyet nâzil oldu.” dedi. Askerleri bunun hangi âyet olduğunu sorunca, Nisâ sûresi yüz onuncu âyetini onlara okudu. Sonra şöyle dedi: “Bu âyette Allahü teâlâ istiğfâr edenlere af ve mağfiretini vâd etti. Allahü teâlânın vâdinde dönmek yoktur. Şimdi düşünün. Acabâ buna bir hîle yolu bulabilir misiniz?” Onlar; “Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz.” dediler. Bunun üzerine şeytan onlara; “Hele siz gidip biraz düşünün. Belki bir hîle yolu bulabilirsiniz. Bu arada ben de düşüneyim.” dedi. Şeytanın askerleri oradan ayrıldıktan bir süre sonra, şeytan yine bir nâra attı. Bütün askerleri tekrar toplanıp geldi. Şeytan onlara; “Bir yol bulabildiniz mi?” diye sorunca, onlar; “Hayır!” cevâbını verdiler. Şeytan; “Ben bir hîle yolu buldum.” dedi. Avânesi bunun ne olduğunu sorunca şöyle dedi: “O büyük Peygamber âhirete intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel amel sûretinde çeşitli bid’atler işletelim. Bunları ne Peygamberler, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun. Böyle amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid’atleri sünnet sanıp ısrârla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları amelden de tövbe ve istigfâr etmezler. Bu işledikleri bid’atlerle onların Cehennem’e girmelerini sağlar, murâdınıza erersiniz.” dedi. Allahü teâlâ cümlemizi şeytanın şerrinden muhâfaza eylesin. Âmin!. Komşuluk ve komşu hakkının önemi husûsunda Hasan-ı Basrî’den (r.aleyh) naklen bildirmiştir. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: “Komşular üç kısımdır. Birinin bir hakkı vardır. Bu, (hakkı) en az olan komşudur. İkincisinin iki hakkı vardır. Üçüncüsünün üç hakkı vardır. En fazla hakkı olan budur. Bir hakkı olan müşrik komşudur. Akrabâ da değildir. Bunun sâdece, komşuluk hakkı vardır. İki hakkı olan, müslüman komşudur. Akrabâlığı da yoktur. Haklarından birisi, müslümanın, müslümana olan hakkı, diğeri komşuluk hakkıdır. Üç hakkı olan, müslüman komşudur ki, aynı zamanda, akrabâlığı da vardır. Haklarından biri, müslümanın, müslüman üzerinde olan hakkı, komşuluk hakkı, diğeri akrabâlık hakkıdır. Komşuluk hakkının en aşağısı, et ve benzeri yiyeceklerden çıkan koku ile komşuya eziyet vermemektir. Ancak tencerede pişenden bir mikdâr verilirse, eziyet edilmemiş olur.” Buyurdu ki: “Zikr meclisleri, Allahü teâlânın helâl ve haram kıldığı şeylerden bahsedilen yerlerdir.” “Büyüklerimizden birisi, hatâ ve noksanlarını avucunun içine yazar, avucuna bakıp, hatâ ve noksanlarını görüp hatırlayınca, eli titrerdi.” “Kişi, hesâbının mükemmel bir şekilde olabilmesi için, tanıdıklarının yanında hesâba çekilir.” “Bir kimse herhangi bir yerde Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunursa, o kimse öldüğü zaman o yer onun için ağlar ve kıyâmet gününde, ona kendi üzerinde ibâdet ve tâatte bulunduğuna dâir şâhidlik eder.” “Şu üç husus, gerçek kardeşliğin îcâblarındandır: Birincisi, hasta oldukları zaman, birbirini ziyâret etmek. Sıkışıp, daraldıkları zaman birbirine yardımcı olmak. Bir şeyi unuttukları zaman birbirlerine hatırlatmak.” “Bir mil uzakta da olsa, hasta bir kardeşini ziyâret et. İki mil uzakta da olsa, git, iki kardeşinin arasını bul, onları barıştır. Üç mil uzakta bile olsa, yürü, Allahü teâlânın rızâsı için sevdiğin bir kardeşini ziyâret et.” “Cehennem’in yedi kapısı vardır. Bunlardan en pis kokan, ateşi en şiddetli olan, haram olduğunu bildikten sonra zinâ yapanlara âid olandır.” “En güvendiğim amel olarak ilim öğretmemi, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını insanlara anlatmamı görüyorum.” “Şeytanın insanların gözüne sürdüğü bir sürmesi vardır. Bu sürme, insanlar, Allahü teâlâyı anacağı zaman gelen uykudur.” TÜYLER ÜRPERTEN YOLCULUK Atâ-i Horasânî şöyle nasîhat ederdi: “Hep iyilik yapın. Zîrâ yapılan iyilikler, işlenen kötülükleri yok eder. Sonunda dünyâdan ayrılacağınız için, kendinizi ondan ayrılmış kabûl ediniz. Bir gün mutlaka tadacağınız için ölümü tatmış gibi olunuz. Bir gün âhiret âlemine göçüp, oraya yerleşeceksiniz. O halde şimdi kendinizi oraya gidip yerleşmiş tasavvur ediniz. Zâten bütün insanların varacağı son durak burasıdır. Her insan yolculuğa çıkacağı zaman mutlaka hazırlık yapar. Yolculukta lüzumlu eşyâlarını yanına alır. Sıcağa karşı korunmak için gölgeliğini, yemek içmek için azığını, soğuğa karşı elbiselerini ve yorganını temin eder, öyle yola çıkar. Sefere, hazırlıklarını yaparak çıkan kimseye gıpta edilir. Hazırlıksız yola çıkan pişman olur. Çünkü, yola çıkıp, güneş altında kalınca, gölgelenecek bir şey bulamaz. Güneşin sıcağı altında nice sıkıntılarla karşılaşır. Susadığı zaman, susuzluğunu gidereceği bir su bulamaz. Soğukla karşılaştığında üzerine alacak bir şeyi yoktur. İşte böyle kimsenin, o sıkıntılı halde iken, hazırlıksız yola çıktığına ne kadar çok pişman olacağını siz düşünün. Bu sıkıntı dünyâdadır. Dünyânın sıkıntısı geçicidir. İnsan bir gün sıkıntı ile karşılaşır. Öbür gün, o sıkıntıdan kurtulabilir. Fakat ya âhiretin devamlı olan dayanılmaz acı ve ızdıraplarına yakalanırsak, hâlimiz nice olur? Bu bakımdan insanların en akıllısı, sonsuzluk âlemi, gerçek vatan olan, âhiret için iyi hazırlanandır. Dehşeti tüyler ürperten kıyâmet gününde, Allahü teâlâ kimi arşının gölgesi altında gölgelendirirse o kimseyi, o gün güneşin sıcaklığı aslâ rahatsız etmez. Oradaki sıkıntılardan kurtulur.” |