İbn-i Hafif (k.s)
İbn-i Hafif (k.s)
Büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Hafîf eş-Şîrâzî, künyesi Ebû Abdullah, lakabı İbn-i Hafîf’dir. Babası sultan idi. 889 (H.276) senesinde Şîrâz’da doğdu. 981 (H.371)’de Şîrâz’da vefât etti. Zâhir ve bâtın ilminde zamânının en meşhûr âlimi ve büyük velîsi idi. Hakîkatlara dâir geniş bilgiye sâhipti ve büyük bir ifâde gücü vardı. İbn-i Hafîf, Ebû Tâlib Hazrec-i Bağdâdî’nin talebesiydi. Kettânî, Yûsuf bin Hüseyin er-Râzî, Ebü’l-Hüseyin Müzeyyen, Ebû Amr Dımeşkî, Hallâc-ı Mansûr, Cüneyd-i Bağdâdî ve birçok âlimin sohbetlerinde bulunmuş, onlardan ilim öğrenmiştir. Kelâm ilmini İmâm-ı Eş’arî’den öğrenen İbn-i Hafîf, Şâfiî mezhebindeydi. Kendisinden ise, Ebü’l-Fadl Muhammed bin Câfer el-Husâî, Hüseyin bin Hâfız Endülüsî, Muhammed bin Abdullah Bakuya, Ebû Bekr Bâkıllânî ve daha birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet edip, ilim öğrenmiştir. İbn-i Hafîf hazretlerinin gıdâsı her gece sâdece yedi kuru üzümdü. Hizmetçisi yedi tâne üzüm hazırlar ve onu yerdi. Bedenen hafîf, rûhen yüksek bir hâle sâhipti. Hizmetçisi bir gece sekiz üzüm verdi. Farkına varmadan bu sekiz kuru üzümü yedi. Kendinde önceki ibâdet ve zikir zevkini bulamayınca, hizmetçisine sorup yedi yerine sekiz verdiğini öğrendi. Hizmetçiye; “Bundan sonra sen benim dostum değilsin! Dost olsaydın bunu yapmazdın!” diyerek, hizmetinden uzaklaştırdı. Bu vazîfeyi başka bir talebesine verdi. Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatmıştır: “Karşılaştığım ve elinde tövbe ettiğim ilk zât, Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ hazretleridir. Önce bana hadîs-i şerîf yazmayı emretti. Sonra tasavvufta yetiştirdi. İlk muâmelesi şöyle oldu: Beni çarşıya götürdü. Bir mescidin önünde oturup, et satan bir kasap geçinceye kadar bekledi. Kasaptan bir parça et satın aldı. Eti benim elime verip; “Bunu bizim eve götür, bırak gel.” dedi. Eti elime aldım. Fakat insanlardan utanıyordum. Mescide girdim eti önüme koyup, bir hamal tutup onu taşıttırsam mı diye düşünüp, Allahü teâlânın yardımı ile; “Şeyh hazretlerine muhâlefet etmeyeceğim. Emrini yerine getireceğim.” diyerek eti alıp götürmek için dışarı çıktım. İnsanlar bana bakıp; “O ne?” diye sordukça, utancımdan bir şey söylemiyordum. Eve varıp eti bırakıp geri döndüm. Utancımdan iyice terlemiştim. Hocamın yanına gelince, bana; “Ey evlâdım! İnsanlar seni melik çocuğu olarak bilip hürmet gösterirler. Nefsin o eti taşımaktan ne hâle geldi?” diye sordu. Ben de hâdiseyi aynen anlattım. Tebessüm edip; “Ey evlâdım! Senin işinden dolayı Allahü teâlâya hamdettim. Bunun karşılığını ilerde göreceksin.” buyurdu. İbn-i Hafîf, Allahü teâlâya çok ibâdet ederdi. Bâzan nâfile namazlarda bir rekatte on bin İhlâs-ı şerîf okurdu. Genellikle sabahtan akşama kadar bin rekat namaz kılardı, çok sadaka dağıtırdı. Bâzan halkın yanına çıkacak elbisesi kalmazdı. Her sene kırk defâ uzlete, yalnızlığa çekilirdi. Vefât ettiği sene de kırk defâ uzlete çekilmiş, bunların sonuncusunda vefât etmişti. Kendisi şöyle anlatır: “Tasavvufta ilerlediğim ilk sıralarda hacca gitmek için yola çıktım. O zaman kendimi bir başka görüyordum. Bağdât’a geldiğimde,Cüneyd-i Bağdâdî’yi bile ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, yanımda bir ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyudan su içiyordu. Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gördüm. Susuzluğa dayanamayarak; “Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan kadar da mı değeri yoktur?” dedim. Sonra bir ses duydum. “O ceylanın yanında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu.” Bunun üzerine ipi ve kovayı attım ve yoluma devâm ettim. Bir süre gittikten sonra yine bir ses; “Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik. Şimdi geri dön ve suyunu iç!” dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar dolu olduğunu gördüm ve suyumu içip abdest aldım. Medîne’ye varıncaya kadar hiç susamadım. Mekke’den geri dönüşümde Bağdât’a uğradım. Cumâ günü câmiye gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî’yi gördüm. Bana; “Eğer sabretseydin, su, ayaklarının altından fışkıracak ve arkandan akacaktı.” dedi. Yine şöyle anlatmıştır: “Gençliğimde bir zâtın yanına gitmiştim. Bende açlık eseri görünce, evine yemeğe dâvet etti. Önüme pişirilmiş, fakat tadı tuhaf bir et getirdi. Onu yemekten tiksinip yiyemedim. Bu halden o zât mahcûb oldu, ben de utandım. Sonra bir cemâatla yola çıktım. Bir ara yolumuzu kaybettik. Yanımızda yiyecek bir şey kalmamıştı. Birkaç gün açlığa sabrettikten sonra dayanamaz duruma geldik. En sonunda yiyemiyeceğim bir şey temin ettim. Tam bir lokma alacağım sırada, o zâtın evindeki yemek aklıma geldi. Kendi kendime; “Bu, o zâtın mahcûb olmasına sebep oluşumun cezâsıdır.” dedim. Derhâl tövbe edip geri döndüm ve o zâttan özür diledim.” Kendisi şöyle anlatır: “Horasanlı bir genç, hacılara yoldaşlık ediyordu. Şirâz’a gelince hastalandı. Yanımızda sâlih bir zât ile hanımı vardı. O genci, bakmaları için onların evine gönderdim. O zât, bir gün ansızın geldi.Rengi değişmişti. Bana; “Allahü teâlâ ecrini yükseltsin. O genç vefât etti.” deyince, ben; “Senin rengin niye böyle değişti?” diye sordum. “Genç dün gece bize, benim yanımdan ayrılmayınız. Bu gece benim işim tamamdır.” dedi. Ben de evde bulunan yakınıma; “Gecenin ilk yarısı sen başında bekle, gecenin ikinci yarısı ben bekleyeyim.” dedim. Nöbet sırası bana geldiğinde seher vaktine kadar gencin durumunu kontrol ettim. Birara uyuya kalmışım. Âniden bir ses; “Uyuyor musun? Halbuki Allahü teâlâ senin evine, akıl almaz şeyler göndermiştir.” dedi. Titreyerek uyandım. Evimde bir takım sesler ve muazzam nûrânî bir aydınlık vardı. O genç, son nefesini vermek üzereydi. Elini ayağını uzattım. Genç, rûhunu teslim etti.” diye anlattı. Bunun üzerine o zâta; “Bunları kimseye söyleme.” dedim. Sonra techiz ve defin işleriyle uğraştık.” Şöyle naklederler: “Bir gün iki kişi uzak bir yerden İbn-i Hafîf’i ziyâret için dergâhına geldiler. Dergâhda bulamayınca nerede olduğunu sorup, Adudüddevle’nin sarayına gittiğini öğrendiler. Böyle bir evliyânın sultanların sarayında ne işi var? Ne yazık ki, bu zât hakkındaki kanâatımız çok iyi idi.” dedikten sonra; “Çarşıyı şöyle bir dolaşalım.” diye gittiler. Çarşıya vardıklarında, yırtık elbiselerini diktirmek için bir terziye gittiler. O sırada terzinin makası kaybolmuştu. Onlara, siz çaldınız dedi. Daha sonra onları zâbıtaya teslim etti. Adudüddevlenin sarayına getirdi. Ellerinin kesilmesi için Adudüddevle emir verdi. Fakat orada bulunan İbn-i Hafîf, bunlar o işi yapmamıştır, diyerek onları kurtardı ve o zâtlara dönerek; “Sizin kanâatiniz doğrudur. Fakat benim saraya gelmem, böyle işler içindir.” dedi. O iki zât, sonra İbn-i Hafîf’in talebesi oldular. Ebû Abdullah Muhammed bin Ber’a hazretleri diyor ki: Babam ile Mekke’de parasız kaldık. Ebû Abdullah bin Hafîf de yanımızdaydı. Güç hâl ile Medîne’ye geldik. Ben çocuktum, acıktım diyerek ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı. Hücre-i seâdete gelip; “Yâ Resûlallah! Bu gece sana misâfiriz.” dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra ağladı. Gözünü açıp; “Resûlullah elime para verdi.” dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem sadaka verdik. Rahatça Şirâz’daki evimize geldik. Kendisi rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; “Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır.” buyurdular. Vefât etmeden önce on yedi gün hiçbir şey yemedi. Ağzından misk gibi güzel bir koku yayılıyordu. Huzûrunda bulunanlar; “Böylesine güzel kokuya hiç rastlamadık.” dediler. Ahmed bin Muhammed şöyle anlatmıştır: Bir defâsında kulunç hastalığına yakalanmıştım. Sıhhatime kavuşmak için tabiblere gidip ilac aldım. Ne kadar uğraştıysam hastalıktan bir türlü kurtulamadım. Bir gece rüyâmda İbn-iHafîf hazretlerini gördüm. Bana; “Sana ne oldu?” diye sorunca; “Bu hastalık beni âciz bıraktı. Tabibler de çâre bulamadı.” dedim. Bunun üzerine; “Üzülme. Yarın o hastalıktan kurtulacaksın. Artık acı çekmeyeceksin.” buyurdu. Uyanınca, üzerimde hastalıktan eser kalmamıştı. Tam sıhhate kavuştum.” İbn-i Hafîf’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; “Eğer Allahü teâlânın katında, bütün dünyânın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir yudum su vermezdi.” buyurdu. İbn-i Hafîf buyurdu ki: “Nefsin kırılması, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek ile olur.” “Dört şey talebeye zarûrî lâzımdır: “Birincisi; bir binek hayvanıdır, bu sabırdır. İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup barınacağı bir evdir, bu akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir elbisedir, bu hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; aydınlatıcı bir kandildir, bu da faydalı ilimdir. Bu, talebeyi doğru yolda hidâyet nûruna ulaştırır.” “İnsanlara vasiyetim, şu altı şeyi muhâfaza etmeleridir: Birincisi; ahdi (anlaşmayı) muhâfaza etmektir. Ahde uymamak alçaklıktır. İkincisi; söz verince tutmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan gelen bütün belâ ve musîbetleri, nefsine lâzım bilip tahammül etmektir. Dördüncüsü; her hâlde ve her durumda, Allahü teâlâyı unutmamak ve O’na ibâdet etmektir. Beşincisi; fakirliğine sabredip, gizlemektir. Altıncısı; Allah yolunda, O’na kulluk etmek için bulunmaktır.” “Sâlih bir insana en zararlı şey, nefsine kolaylık göstermesidir.” “Takvâ, seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmandır.” “Tevekkül; olan şey ile yetinmek ve olmayan şeye râzı olmaktır.” “Kalbin olgunlaşması, Allahü teâlânın zikri ile olur.” “Îmân, Allahü teâlânın gayba âit bildirdiği bütün şeyleri, kalbin tasdîk etmesidir.” “Tasavvuf, Allahü teâlâya giden yolu bulmaktır.” “Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır.” “Kul, ancak dünyâdan yüz çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır.” İbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: “Bir hocaya talebe olmaya karar vermiş bir kimse, bildireceğimiz hasletlere uyarsa ve onları muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ihsânı ve muvaffak kılması ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beş tâne olup şunlardır: İlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup, Allah ve kul haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe etmek. İkincisi; kullanacağı faydalı ilimleri öğrenmek. Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak), nefsin konuşmasını (vesveseyi) önler. Halvet (yalnızlık), hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder. Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek. Beşincisi; her işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamaktır. Böylece, işin bozuk ve kötü olmasından korunur. Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir. Yedincisi; her işinde ve sözünde doğru olmaktır. Sekizincisi; mîde ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâlâya ulaşmaktan mahrûm kalır. Dil konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ dilin günahı (isyânı) diğer bütün günahlardan daha çoktur. Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Susmalı ve ancak lüzum olunca konuşmalıdır. Onuncusu; üç şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememelidir. İkincisi, çok susamadıkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasından korunulmuş olur. Üçüncüsü, çok uyku bastırmadıkça uyumamalıdır. On birincisi; kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyanmasına sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakınmalıdır. Ancak böyle yapmakla nefsin ve şeytanın şerrinden korunabilirsin. On ikincisi; lüzumsuz veya zararlı yerlere bakmaktan gözü korumaktır. Hadîs-i şerîfte; “Müslümanların odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfıktır.” buyrulmuştur. On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır. Bunun faydaları çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır. On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyı hatırlamıyanlar ile berâber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri bulaşmasın. On beşincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akıllarınız bununla meşgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaşmayasınız. On altıncısı; boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı, çoğu zaman bundan doğar. Boş sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasından korkulur. On yedincisi; “Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı…” gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözlerindendir. “Hakkın dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. SâdeceAllah bize kâfidir. O ne iyi vekildir.” diye söylemelidir. On sekizincisi; kaçınılmaz durumlar hâriç, bozuk fırkalar ve bid’at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunların îtikâdlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münâzara yüzünden sapıtabilir. On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü Hak yolun tâliplerine bu iş yakışmaz. İnsanlara Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara alışır ve gadablardan yâni olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur. Yirmincisi; nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi) veya başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önlemelidir. Böylece nefsin, işlerin en hayırlı olanları ile meşgûl olması sağlanır. Yirmi birincisi; kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya başkalarını aşağı görmektir. Çok büyük bir kusurdur. Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklını ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiğini sandığından çok yanılır. Yirmi üçüncüsü; hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna verdiği nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir. Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgûl etmemelidir. Yirmi beşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgisini kalbinden uzaklaştırmaktır.” İbn-i Hafîf hazretleri buyurdu ki: “Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir. İlkönce tevhide, yâni Allahü teâlânın birliğine ve şerîki (ortağı) olmadığına inanmaktır. İnanır ki: Allahü teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden değildir. O birdir, fakat diğer şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir. Yarattıklarından hiçbirine benzemez. Mülkünde hiçbir şey O’nun zıddı değildir. Yarattıklarının hiçbiri O’nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir hâdis (sonradan, yoktan var olanlar) veya hâdise O’nu kaplayamaz ve kaplayamayacaktır. Eşyâya hulûl etmez. Eşyâ da O’na hulûl edemez. Olmuş ve olacak her şeyi bilir. Henüz olmamış bir şeyin, nasıl olacağını bilir. Öncelik, sonralık ve zaman, mekân mahlûklar içindir. O, zamansız ve mekânsızdır. Allahü teâlâ vardır. O, alîmdir (bilici), mâlûm (bilinmiş) değildir. O, kâdirdir (gücü yeten), makdûr (güç yetirilen) değildir. O her şeyi görür, kendisi görülmez. RızıklarıO verir. Yaratandır, yaratılmış değildir. Allahü teâlâ, ilim sıfatı ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kâdirdir. O’nun isim ve sıfatları mahlûk değildir. Kıyâmet gününde müminler Allah’ı göreceklerdir. İnsan, amelleri sâyesinde değil, yalnız Allah’ın ihsânı ve takdiri ile Cennet’e girecektir.” İbn-i Hafîf’in yazdığı kitapların bâzıları şunlardır: El-İstizkâr, El-Fusûl fil-Usûl, El-Münkatiîn, Kitâb-ül-Lübs-il-Murakkât, Kitâb-ül-İ’âne, El-Mi’râc, Kitâb-ül-İ’tikâd, El-İktisâd, El-Levâmî, El-Müfredât, Kitâb-ül-Belvâ, El-Enbiyâ, Ma’rifet-üz-Zevâl, El-Meşâyih, Şerh-ül-Fedâil. NİÇİN SEVİYORMUŞ? Şöyle anlatılır: İbn-i Hafîf’in iki talebesi vardı. Bunlardan birinin ismiAhmed-i Mih, diğerininki Ahmed-i Kih idi. İbn-iHafîf daha çok Ahmed-i Kih’i severdi. Sohbetine katılanlar bunu kıskanmışlardı. Bu durumu öğrenen İbn-iHafîf, Ahmed-i Kih’in daha üstün olduğunu onlara göstermek istedi.Dergâhın kapısının önünde bir deve uyuyordu. İbn-i Hafîf “Ey Ahmed-i Mih! Şu deveyi dergâhın damına çıkar” deyince,Ahmed-i Mih; “Hocam deve dama nasıl çıkarılır?” dedi. İbn-i Hafîf “O hâlde bırak kalsın.” deyip, diğer talebesine “Ey Ahmed-i Kih! Şu deveyi dama çıkar.” buyurdu. Bunun üzerine Ahmed-i Kih, peki efendim diyerek hemen dışarı çıktı ve iki elini devenin altına sokarak kaldırmaya çalıştı, fakat kaldıramadı. İbn-i Hafîf; “Ey Ahmed-i Kih, iş tamam olmuş ve hâlin öğrenilmiştir.” deyip, sohbetinde bulunanlara dönerek; “Ahmed-i Kih, Ahmed-i Mih’den daha iyi hareket etti, emre itâat etti ve îtiraz etmedi. Bu iş yapılır veya yapılmaz diye mütâlaa yapmadı. Ahmed-i Mih ise, uzun uzadıya deliller getirmek istedi ve münâkaşaya tutuştu. Zâhir hâlden bâtın hâl açıkça anlaşılır.” dedi. DELİLİNİZ NEDİR? Kendisi anlatır: “Ebü’l-Abbâs bin Süreyc’in huzûrunda fıkıh dersi öğreniyorduk: “Allah sevgisi farz mıdır, yoksa farz değil midir?” diye sordu. “Farzdır.” diye cevap verdik. İbn-i Süreyc; “Delîliniz nedir?” diye sorunca; “Tevbe sûresi 24. âyetinde Allahü teâlânın meâlen: “Ey Resûlüm, o hicreti terk edenlere de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, akrabâlarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” buyurduğu delîlimizdir. Allahü teâlâ burada, kendi sevgisini ve Habîbinin sevgisini diğer sevgilere üstün kıldı. Kendi sevgisine ve Resûlünün sevgisine ortak bir sevgiye karşı azap vâd etti. Allahü teâlânın azâbı, ancak farzı terk etmek üzerinedir.” diye cevap verdik. Ayrıca; “Resûlullah’ın sevgisi de farzdır. Bunun delîli de, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfidir: “Sizden birisi beni kendi nefsinden, âilesinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil îmân etmiş olmaz.” buyruldu.” dedik. 1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.462 |