Mirza Hüsameddin Ahmed (k.s)
Mirza Hüsameddin Ahmed (k.s)
Hindistan’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Hüsâmeddîn Ahmed’dir. Babası ilimler hazînesi meşhûr Kâdı Nizâmüddîn Bedahşî’dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1634 (H.1043) senesinde vefât etti. Kabri, Delhi’de HâceBâkî-billah hazretlerinin türbesinin yanındadır. Hazret-i Hâce Muhammed Bâkî-billâh’ın önde gelen talebelerindendir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü herkesten iyi bilirdi. 1584 senesinde takdîr-i ilâhî ile Hindistan sultânının vâlilerinden oldu. Fakat sonra makam ve mevkii münâsebetiyle kalbi sıkılıp, fakirlerin, velîlerin sohbetlerini arzu eder oldu. Dâimâ yalnızlığı ve bir köşeye çekilmeyi isterdi. O günlerde Mâverâünnehr’e giden Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın sohbetleriyle şereflenmek üzere o da Mâverâünnehr’e gitti. Kalbinden dünyâ ve makam sevgisini çıkarıp, Bâkî-billah hazretlerine talebe oldu. Zenginlik perdesini yırtıp, İbrâhim Edhem gibi eski bir elbise giyerek, vâliliği, zenginliği, makam ve îtibârı bıraktı. Zamânın sultânı kendinden memnundu. Hattâ Şâh ve vezir, Hüsâmeddîn Ahmed’in bu dünyâdan uzak hâlini bırakıp eski makâmına gelmesini istiyorlar, sebep olanlara kızıyorlardı. Birçok kimse bu mesûd zâta gelip, eski makâmına dönmesini istediler. Fakat, o, Allahü teâlânın tevfik ve dilemesi ile himmet ayağını en doğru caddeye koyduğundan, istekleri kabûl etmedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah Mâverâünnehr’den dönünce, yüksek huzur ve sohbetlerine devâm etti. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Hüsâmeddîn Ahmed’i celâl yolundan terbiye etti. Zâhirde sertlik gösterip, kalbden ona muhabbet besledi. Şiir: Yüzü güzel olanın nâzı da ne güzeldir. Senelerce Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hizmetinde, doğruluk ve teslimiyet içinde bulundu. Husûsî teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Hâce Muhammed Bâkî-billah; talebe yetiştirmesi, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatması için ona icâzet verdi.Hüsâmeddîn Ahmed bu vazifeye lâyık olmadığını belirterek, affedilmesini istedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretleri de özrünü kabûl edip yanından ayırmadı. Hattâ, Muhammed Bâkî-billah’ın vefâtında yanında bulundu. Vefâtı ânında talebelerinin büyüklerinden ondan başkası yoktu. Tekfin (kefenlenme), techiz ve defn hizmetlerini o yaptı. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtından sonra, onun dergâhında bulunanlara ve hocasının oğullarına hizmette bulunup, çok çalıştı ve çalışmalarının mükâfâtını da buldu. Hocalarının oğulları, onun çalışmasının bereketi ile fazîlete ve kurtuluşa kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocalarının oğullarına gönderdiği bir mektupta, Hüsâmeddîn Ahmed’e teşekkürlerini bildirirlerdi. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerine karşı büyük muhabbet ve aşk besleyen Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, ilim, irfân ve yüksek hâller sâhibi bir zât idi. Her gün sabah namazını Fîrûz-âbâd mescidinde kılar, bir-iki saat kıbleye karşı dönmüş olarak oturur, Allahü teâlânın güzel isimlerini söyler ve murâkabede bulunurdu. Sonra Duhâ (kuşluk) namazını kılar, hocasının şehrin dışındaki nûrlu ve feyzli kabrine gider, bütün günü oradaKur’ân-ı kerîm okumakla ve ibadetle geçirirdi. Her gün Kur’ân-ı kerîmden on beş cüz (yâni yarısını) okur, Mişkât-ül-Mesâbih adlı hadîs-i şerîf kitabından birçok hadîs-i şerîf mütâlaa ederdi. İkindi namazını da orada kıldıktan sonra bâzan evine döner, bâzan da şehir dışında bir köşeye çekilip, ibâdet etmekle meşgûl olurdu. Eğer evine bir misâfir gelse, kendisine haber gönderirler, hemen evine döner ve gelen misâfirlerle tatlı sohbet ederdi. Zenginliğe gönül bağlamaktan ve zenginlerle sohbet etmekten nefret ederdi. İmâm-ı Râbbânî hazretlerine karşı da, yüksek muhabbeti ve bağlılığı vardı. Hattâ büyük oğlunu terbiye için, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göndermişti. Her tanıdığını, İmâm-ı Rabbânî’nin hizmetine, sohbetine ve derslerine sarılmaya teşvik ederdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât edince çok üzülmüş, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazdığı başsağlığı mektubunda üzüntüsünü şöyle belirtmişti: “Allahü teâlâ o zâhirî ve mânevî kemâllerin, fazîletlerin toplandığı yer olan zâtı (İmâm-ı Rabbânî), dostların kalplerinin ve gözlerinin ışığı eylesin. O evliyâların sığınağının ayrılık acısı, hangi kelime ile anlatılabilir. Yalnız onu tanıyanlara değil, bütün müslümanlara yazık oldu. Îmânı olan herkes, ciğeri yakan bu olaydan ağlamalı, sızlamalıdır.” İmâm-ı Rabbânî’ye bağlılığını da, yazmış olduğu şu mektubu ile dile getirmektedir: “Yüksek irşâd ve hidâyet mesnedinizin feyz nûrları ve istifâde bereketleri artsın. Size çok muhtac olduğumu bildirdikten sonra, yüksek hatırınızda olsun ki, merhamet ederek gönderdiğiniz çok kıymetli mektubunuzu okurken mest olup, kendimden geçtim. Ruhsat hakkında yazdıklarınıza ne denilebilir. Ne güzel hâller ne açık beyânlar görünüyor. Eğer bu arada hizmetçilerinizin istek ve niyetlerini kabûl ederseniz, bu virâne Delhi’yi mübârek vücûdunuzun bereketi ile nûrlandırınız. Buradaki geri kalmışları ilerletiniz. Allahü teâlâ sizi sevenleri ve istiyenleri, en kısa zamanda mübârek nûrlu yüzünüzü görmekle sevindirsin. Kulaklar dinlemekle zevk aldıkları gibi, göz de kendi hissesine kavuşsun. Daha fazla ne yazabilirim! Sâyeniz, tesiriniz uzun olsun. Âmîn.” Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, Allahü teâlânın dîninin emirlerine çok bağlıydı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: Yüksek hocamız İmâm-ı Rabbânî’nin sohbetiyle şereflenmek üzere Burhânpûr’danSerhend’e gidiyordum. Delhi’ye vardığımdaHâceHüsâmeddîn Ahmed’in sohbetine ve hizmetine kavuştum. Bu fakîre; “Çok iyi ettin. İhtiyaç yüzünü, irşâd sâhiplerinin hizmetlerinin kapısına çevirdin. Sözün doğrusu şudur ki, bugün Allahü teâlâyı isteyenleri terbiye edip yetiştiren onlar gibi(İmâm-ı Rabbânî) birisi yoktur. Çünkü din ilimlerinde yüksek derece sâhibi ve kendisine uyulan bir zâttır. Tasavvuf yolundaki bütün makamlara kavuştular. Herbirinde tam mârifet sâhibi oldular.” buyurdu. Muhammed Hâşim-i Keşmî anlatır: Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, bu hizmetçilerine lütuf ve merhamet ederek çok kıymetli mektuplar gönderdi. Hocamız İmâm-ı Rabbânî’nin hizmetinde bulunduğum sırada, birkaç günde mektubu gelir ve o mektuplarda; Hocamıza hizmeti çok aziz tutmayı, sohbetlerinde îcâb eden her şeye dikkat ve riâyet etmeyi nasîhat ederdi. Bâzan rüyâda ve hâl esnâsında da gelir, çeşit çeşit nasîhatler ederdi. Bu dostunun şiirlerini severdi. Gönderdiği şiirli mektuplarda, bu fakîrden de şiir isterdi. Bir yolculuk esnâsında onların hizmetine kavuştum; “Bizim bilmediğimiz yeni şiirleriniz yok mu?” diye sordu. Bu rubâiyi okudum: Bizim bu mazlum bahtımız adâlete kavuşmadı. Bu şiiri hâllerine uygun bulup çok beğendiler. Hicâz’a gitmeyi çok arzu ettiklerini anlayınca da, şu rubâiyi yazıp gönderdim: Kalb, kıbleyi gösteren pusula olmadıkça, Bu rubâimi de çok beğendi. Bir gün onların yanındaydım. Orada bulunanlardan biri, zamânın zenginlerinden, vâli ve âmirlerinin şânından, şereflerinden konuşup, fakir kimselerden bahsetmedi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed buyurdu ki: “Ey kardeşim! Bu söz, bu zamandaki fukarâ hakkında bir ilâhî hikmet taşıyor. Çünkü eski zamanlardaki fakirler, dünyâdan ve dünyâyı isteyenlerden uzak dururlardı. Sakınırlardı. Her ne kadar zenginler onlara yaklaşmak isteseler, onlar zenginlerin sohbetinden kaçarlardı. Bu zamandaki fakirlerin çoğu; bir ihtiyâcı olup gelen zenginlerle bir arada oturup, muhabbet etmek isterler. Böylece fakirlerin zenginlerden uzak kalma hâli bozulur.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed’e yazdığı birinci cild, 207. mektubunda buyuruyor ki: “Herhâlde uzakta kalan bu kardeşlerinizi unuttuğunuz anlaşılıyor. Evet, yakında bulunmanın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî bir Sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı yüce olduğu hâlde, Resûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi.Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki; “Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz’den hangisi daha yüksektir?” Cevâb olarak: “Muâviye Resûlullah efendimizin yanında giderken atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den kat kat daha yüksektir.” buyurdu. Burada bulunanların hepsi iyiyiz. Allahü teâlâya bunun için, belki bütün nîmetleri için hamd ve şükürler olsun. Nîmetlerinin en büyüğü olan, müslüman yaptığı için ve mahlûkların en iyisinin yolunda bulundurduğu için, ne kadar çok hamd edilse yine azdır. Çünkü O’nun yolunda bulunmak, iyiliklerin başı, kurtulmanın çâresi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin kapısıdır. Allahü teâlâ Peygamberlerin en üstünü hürmetine bizleri ve sizleri her zaman bu yolda bulundursun. Âmîn. Fârisî mısrâ tercümesi. “İş budur, bundan başkası hiçtir!” İkinci cild, 17. mektupta buyuruyor ki: “Önce, Allahü teâlâya hamd ve Peygamber efendimize salevât eder, size de duâ ederim. Yazılarımla sizi rahatsız ediyorum. Başımıza gelenlere sabr tavsiye buyurduğunuz, kıymetli mektubu, Şeyh Mustafa getirdi. Okumakla şereflendik. Hepimiz, Allahü teâlânın mülküyüz. Hepimiz, O’nun huzûruna gideceğiz! Başımıza gelenler, görünüşte çok yakıcı, çok acıdır. Fakat, hakîkatte ilerletici, yükseltici ilâclardır. (İlâçlar, elbette acı olur). Bu acıların, dünyâda verdiği faydalar, âhirette beklediğimiz nîmetlerin yüzde biri olamaz. O hâlde evlad, Allahü teâlanın büyük bir ihsânıdır. Yaşadıkları müddetçe, insan, faydalarını görür. Ölümleri de, sevâp kazanmaya, yükselmeye sebeb olur. Büyük âlim Muhyissünne (Nevevî) Hilyet-ül-Ebrâr ismindeki kitabında; “Abdullah ibni Zübeyr halîfe iken, tâûn hastalığı oldu. Bu tâûnda, Enes bin Mâlik’in çok çocuğu öldü. Kendisi, Peygamber efendimizin hizmetçisi idi ve bereket, bolluk için duâsını almıştı. Abdurrahmân bin Ebî Bekr Sıddîk’in da bu tâûnda çok çocuğu ölmüştü. İnsanların en iyisi, en kıymetlisi olan Eshâb-ı kirâma (aleyhimürrıdvân) böyle yapılınca, bizler gibi günahı çok olanlar, hesâba dâhil olur mu? Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Tâûn, eski ümmetlere, azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebeptir.” Doğrusu, bu vebâda ölenler, şaşılacak bir huzur, Allahü teâlâya teveccüh içinde ölüyor. Bu belâ gününde, insan bu mübârek cemâate karışmaya hevesleniyor. Onlarla birlikte, dünyâdan ayrılıp, âhirete gitmeye özeniyor. Tâûn belâsı, bu ümmete gazab, azâb gibi görünmekte ise de, iç yüzü rahmettir. Meyân Şeyh Tâhir dedi ki, tâûn günlerinde, Lâhor’ da; “Bu günlerde ölmeyene yazıklar olsun!” diye sesler duyulduğu söylendi. Evet öyledir! Bu şehîdlerin hâline dikkat olunduğu zaman, şaşılacak hâller, anlaşılamıyan işler görülüyor. Böyle ikrâmlar, yalnız Allahü teâlâ için canını fedâ edenlere mahsûstur. Efendim! Çok sevgili oğlumun ayrılığı, pek büyük musîbet oldu. Beni yaktı. Bu kadar yakan bir elem, kimsenin başına gelmemiştir. Fakat, Allahü teâlânın bu felaket karşısında, kalbi zayıf olan bu fakîre ihsân eylediği sabr ve şükr nîmeti de, en büyük ihsânlarından olmuştur. Allahü teâlâdan dilerim ki, bu musîbetin karşılığını dünyâda vermesin. Hepsini âhirette versin! Bu dileğin de, yüreğimin darlığından olduğunu bilmez değilim. Çünkü, O’nun rahmeti sonsuz, merhameti boldur. Dünyâda da, âhirette de bol bol vericidir. Kardeşlerimizden son nefeste îmân ile gitmemize ve insanlık îcâbı yaptığımız kusurların affedilmesine duâ buyurarak yardım ve imdâd etmelerini umarız. Yâ Rabbî, bizi affet, doğru yoldan ayırma! Kâfirlere karşı korunmakta yardımcımız ol! Âmin. Size ve hidâyette olanlara selâm ederim.” YARIN BAYRAM Bir Ramazan ayının son on gününde, HâceHüsâmeddîn Ahmed îtikafta idi. Ayın yirmi dokuzuncu günü ikindiden sonra buyurdu ki: “Akşamdan sonra bir yere gidelim. Çünkü yarın bayramdır ve oruç tutmak haramdır.” Akşam olunca mescidden çıktılar. Gençlerden bir grup, bir müddet göğe bakıp ayı aradılar, fakat göremediler. Hâce, yanlarına gelir gelmez ay göründü. Bu da Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in bir kerâmetiydi. 1) Zübdet-ül-Makâmât; s.78-86 |