Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Sırri Sekatî (k.s)

8 yıl önce
985 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç
Sırrî Sekatî (k.s)

Büyük ve meşhûr velîlerden. İsmi, Sırrî bin Muglis es-Sekatî, künyesi, Ebü’l-Hasen’dir. Bağdât’ta doğdu. 865 (H.251)’de Ramazan-ı şerîf ayında orada vefât etti. Şûnizî kabristanına defnedildi.Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır. Tasavvufta, verâ ve takvâda asrının bir tânesi idi. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî’nin akrânıdır.


Sırrî-yi Sekatî; Hüşeym binBeşir,Ebû Bekir bin İyâş, Ali bin Garâb, Yahyâ bin Yemân, Yezîd bin Hârûn ve birçok âlimden ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ebû Abdurrahmân Sülemî, Tabakât-us-Sûfiyye kitabında; “Üçüncü asırda yaşamış olan velîlerin hemen hepsi,Sırrî-yi Sekatî’den feyz almıştır.” demektedir.

Zühd ve edepte pek çok harikulâde hâl ve hareketleri, tasavvufa dâir sözleri meşhûrdur. Bir yere gittiğinde, yolda olan şeyler ve havada uçan kuşlar, açık bir lisân ile kendisine selâm verirlerdi. Kırk defa yürüyerek hacca gidip geldi.Üzüntü ve dert deryâsı, hilm ve sebat dağı, mürüvvet ve şefkat hazinesiydi.

Ticâret yapardı. Bağdât’ta bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir kâr almazdı. Bir defasında altmış altına bâdem aldı. Bâdem birden pahalılaştı. Dellâl, bâdemleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, “Ben âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım” dedi. Dellâl ise bunu kabûl etmeyip malları satmadı.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: “Sırrî-yi Sekatî hazretlerinden ziyâde ibâdet ehli kimse görmedim. Dâimâ edepli bir hâlde otururdu. Allahü teâlâdan hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun ayaklarını uzatıp yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece-gündüz Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür ve her zaman edepli bir şekilde otururdu. Ancak ölüm hastalığında yatağa uzanabildi.”

Kendisi anlatır: “Bir gün bir hatâ işledim. O hatânın ateşi otuz yıldır içimde durmakta, hatırladıkça kalbim cayır cayır yanmaktadır. Bir gün Bağdât şehrinde, dükkânımın bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı hâlde yalnız benim dükkânım yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince, “Elhamdülillah” diye Allahü teâlâya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarâr ve ziyânını düşünmediğimi hatırlayıp, çok tövbe ve istigfâr ettim. Keffâret olarak dükkânımdaki bütün mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır, kalbimden bunun acısını silemedim.”

Bir gün Lübnan’dan biri gelip; “Falan zâtın size selâmı var.” dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdu ki; “O kişiye bizden selâm söyle. İnsanlardan uzaklaşıp dağ başında oturması, yalnız ibâdetle meşgûl olması uygun değildir. Hak âşığı dediğin, çarşıda, pazarda alış verişle de meşgûl olur ve bu esnâda bir an olsun Allahü teâlâdan gâfil olmaz. İnsanlara hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin zarûrî ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne mâni değildir.”

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: “Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin ömürlerinin son günlerinde ziyâretine gitmiştim. Yakınımda bir yelpâze vardı. Elime alıp, mübârek yüzlerine sallamaya başladım. Gözünü açtı. Elimde yelpâzeyi görünce: “Ey Cüneyd, yelpâzeyi elinden bırak! Sallama! Çünkü ateş, yellenince daha çabuk ve çok yanar.” dedi. Kendilerine; “Bir emriniz var mı?” diye sorduğumda; “Dâimâ Allahü teâlâyı hatırla! Bundan gâfil olma! Âhireti unutturacak kadar dünyâ işlerine dalma!” buyurdu.

Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin kızkardeşi, bir gün ziyârete gelip: “Eğer müsâade buyurursanız evinizi süpüreyim” dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri müsâade etmedi. Başka bir gün yine ziyâretine geldiğinde, bir kocakarının Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin evini süpürdüğünü gördü. Bunun üzerine: “Ey birâderim, ben senin hemşiren iken hâneni süpürmeme müsâade etmedin. Şimdi süpürmek için ihtiyar bir kadın getirmişsin” dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, hemşiresinin bu sözü üzerine tebessüm ederek buyurdu ki: “Ey Hemşirem, o gördüğün acûze kadın dünyâdır. Allahü teâlâ, dînine hizmet edene, dünyâyı hizmetçi eyler.”

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatıyor: “Bir gün dayım Sırrî-yi Sekatî’ye gittim. Ağlıyordu. Sebebini sordum. “Bu gece, ibriğe su koyup biraz bekleteyim de soğusun diye aklıma geldi. Öyle yaptım. Gece rüyâmda bir hûri gördüm. “Sen kimsin?” dedim. “Suyu soğutmak için ibriği bekletmeyenin” dedi ve ibriğimi alıp yere çaldı. İşte parçaları” diyerek yerdeki dağılmış ibriğin parçalarını gösterdi.”

YineCüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatıyor: “Dört dirhemim vardı. Sırrî-yi Sekatî’nin yanına gidip, “Bunları size getirdim efendim” dedim. Bana “Oğlum! Sana müjdeler olsun. Sen kurtulmuşlardansın. Dört dirheme ihtiyâcım vardı. Kurtulmuş olanlardan birinin eli ile, ihtiyâcım olan parayı bana göndermesi için Allahü teâlâya duâ etmiştim. Sen getirdin” buyurdu.”

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: “Bir defa Sırrî-yi Sekatî’yi ziyâret etmek için evine gidip, kapısını çaldım. İçeriden “Kim o?” dedi. “Âşığın birisi” dedim. “Eğer âşık olsaydın, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olur, bana gelmezdin” buyurdu ve; “Yâ Rabbî! Bu kimseyi hep kendin ie meşgûl eyle ki, başkaları ile meşgûl olmasın” diye duâ etti. Bu anda bende çok değişiklikler hâsıl oldu. Duâsı kabûl olmuştu.”

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: “Hocam Sırrî-yi Sekatî, bana bir şey öğretmek istediği zaman suâl sorardı. Bir gün bana; “Ey

Cüneyd! Şükür ne demektir?” diye suâl etti. Ben de cevap olarak; “Nîmetini destek yaparak Allahü teâlâya âsi olmamaktır.” deyince, “Bu hikmet sana nereden geliyor?” diye tekrar suâl etti. Ben de “Senin meclisinde bulunmaktan” dedim.

Şöyle anlatılır: Bir gün Sırrî-yi Sekatî’ye, sabrın ne olduğu soruldu. O da sabır konusunu anlatmaya başladı. Bu esnâda bir akrep dolaşmaya başladı. İğnesini defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi Sekatî hiçbir şey yokmuş gibi, sâkin sâkin konuşmasına devâm etti. Neden akrebi fırlatıp atmıyorsunuz? diye soranlara,Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: “Sabır konusunda konuşurken, sabretmemek husûsundaHak teâlâdan hayâ ederim.”

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: “Bir gün Sırrî-yi Sekatî’nin yanına gittim. Bana şunu anlattı: Her gün yanıma küçük bir kuş gelirdi. Elimdeki ekmek kırıntılarını yerdi. Bir kere bu kuş bana doğru geldi. Fakat elime konup ekmek kırıntılarını yemedi.Ben kendi kendime; “Ne hatâ işledim?” diye düşündüm. Daha önce ekmekle berâber bir sebze yemiştim. Bunu hatırladım ve; “Bir daha şüpheli şeyler yemeyeceğim.” diyerek tövbe ettim. Bunun üzerine kuş elime kondu ve elimdeki ekmek kırıntılarını yedi.”

Şöyle anlatılır: “Sırrî-yi Sekatî, bir bayram günü meşhûr bir zâtla karşılaşmış ve ona güler yüzlü olmayarak selâm vermişti. “Neden böyle yaptın?” diye sorduklarında,Sırrî-yi Sekatî; “Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “İki mü’min karşılaştıkları zaman, yüz rahmet aralarında taksim edilir. Bunlardan doksan rahmet, daha güler yüzlü olana verilir” buyurmuştur. İstedim ki, o benden daha çok sevap alsın” diye cevap verdi.

Cüneyd-i Bağdâdî yine şöyle anlatır: “Bir günSırrî-yi Sekatî’nin yanına gittim. Onu üzgün gördüm. “Neden böyle üzgünsünüz?” diye sordum. Sırrî-yi Sekatî; “Yanıma bir delikanlı geldi.Benden tövbenin ne olduğunu izah etmemi istedi. Ben de; “Günahını unutma.” diye cevap verdim. O genç ona îtiraz ederek; “Hayır! Belki tövbe, günahını unutmak ve bir daha yapmamaktır.” dedi. Ben de buna üzüldüm.” deyince, ben de; “Benim kanâatim de, gencin kanâati gibidir.” dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sebebini sordu. Ben de; “Allahü teâlâ bana, işlediğim günahıma tövbe etmemi nasip ettiği zaman, tövbe hâlinde günahı hatırlamak günah olmaz mı?” dedim. Bunun üzerineSırrî-yi Sekatî sükût etti.

Kendisi anlatır: “Yaya olarak, Rum diyârına gazâ için gitmiştim. İstirahat ederken, yorgunluktan sırt üstü yatmış, ayağımı duvara dayamıştım. O esnâda bir ses duydum. Bu ses bana; “Yâ Sırrî! Köle, efendisinin yanında böyle yatar mı?” dedi. Bundan sonra, bir daha ayağımı hiçbir şekilde uzatıp yatmadım.”

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: Hocam Sırrî-yi Sekatî hasta iken, üç günde bir ziyâretine giderdim. Bir defasında yanına girdim, uyuyordu. Baş ucunda ağlamaya başladım. Göz yaşlarım yanağına düştü. Gözlerini açıp bakınca; “Bana nasîhat et.” dedim. O zaman; “Kötü kimselerle sohbet etme. İyi kimselerle berâber bulunarak, Allahü teâlâya ibâdet et.” buyurdu.

Başka bir gün ziyârete gittiğimde, Sırrî-yi Sekatî’ye; “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordum. Bunun üzerine; “Hâlimden tabîbime nasıl şikâyet edebilirim ki, bana bunu veren O’dur.” buyurdu.

Ebü’l-Abbâs bin Mesrûk şöyle anlatır: “Sırrî-yi Sekatî’yi hastalığında ziyârete gittik. Yanında uzun süre oturduk. Halbuki karnında bir sancı vardı. Sonra Sırrî-yi Sekatî’ye yanından ayrılırken, “Bize duâ edin” dedik. Ellerini kaldırdı ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Bunlara hasta ziyâretinin nasıl olacağını öğret!”

Sırrî-yi Sekatî; Eshâb-ı kirâmdan Hâzım binHarmele’den şöyle rivâyet etmiştir: “Bir gün yolda Resûlullah efendimiz beni gördü ve buyurdu ki: “Ey Hâzım! Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, sözünü çok söyle. Zîrâ o, Cennet hazinelerindendir.”

Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdular ki:

“Allahü teâlâyı görmekten mahrûm kalmak, en şiddetli Cehennem ateşinden daha çok azap verir.”

“En kuvvetli, kudretli insan, kendi nefsini yenendir.”

“Kendi nefsini terbiye edemeyen, başkasınınkini hiç terbiye edemez.”

“Yarın kıyâmette herkesi, peygamberi ile çağırırlar. Ey Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti, ey Îsâ aleyhisselâmın ümmeti, ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti derler. Ancak Allahü teâlânın sevgili kullarına; “Ey Allahın velî kulları, Allahü teâlânın katına geliniz” denir. Bunun üzerine onların gönülleri, sevinçten yerinden çıkacakmış gibi olur.”

“Gerçekten Allahü teâlâdan korkan, hâlinin ne olacağını ve nereye varacağını bilinceye kadar yemesini ve içmesini terk eden ve uykuyu bırakan kimsedir.”

“Sâlih bir kul olmak isteyip de, yarın yaparım diyerek günlerini geçiren kimse aldanmıştır.”

“Günahlara ağlamak, ayıpları ıslah etmek, Allahü teâlâya ibâdet etmek, nefsinin arzu ve isteklerine boyun eğmemek, Allahü teâlâdan korkan kalb, mümin için ne güzeldir.”

“Bir adam, içindeAllahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve ağaçların üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki kuşlar ona; “Ey Allahın velîsi sana selâm olsun” deseler. Nefs de bundan sükûnet bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur.”

“Kul; nâfileleri yaparken farzları yapmayı unutursa ve bedeni ile ibâdet ederken, kalbi Allahü teâlâdan gâfil olursa, Hak teâlâdan uzaklaşır.”

“Bâzı Peygamberler kavimlerine şöyle derler: Hayâsızların çokluğundan hayâ etmez misiniz?”

“Farzları yapmak, haramlardan kaçmak, gafleti terk etmek, Allahü teâlânın kendilerini çok sevdiği, evliyâsının ahlâkındandır.”

“Dil, kalbin tercümânı, yüz kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan, yüzde meydana çıkar.”

“Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır.”

“İyi huy, başkalarını incitmemek ve onlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”

“Şu üç şey Allahü teâlâyı çok üzer: Vakti boşa geçirmek, insanlarla alay etmek ve gıybet etmek.”

“Kulun amellerini boşa çıkaran, kalbleri bozan, kulu en süratli helâke götüren, devamlı hüzne boğan, cezâyı çabuklaştıran, riyâyı sevdiren, ucba (amellerini beğenip güzel görmek) götüren, baş olmak hevesine kaptıran şey, insanın nefsini tanımaması, kendi ayıblarını bırakıp, başkalarının ayıblarını görmesidir.”

“Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz yaşlılardan ibret alınız da, zayıf ve güçsüz duruma düşmeden evvel, çok ibâdet yapınız.”(O, bu sözü söylerken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)

“İhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doğru ilim sâhibi olmaktan başka, dünyâda her şey boş ve faydasızdır.”

“Edebli olmak; güzel kalblilik ve akıllılık alâmetidir.”

“Bir kimse bir nîmete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de, o kimsenin haberi bile olmaz.”

“Bir kimse âmirine itâat ederse, emrindekiler de kendisine itâat eder.”

“Sünnete uygun yapılan az bir ibâdetin sevâbı, bid’at işlenerek yapılan çok amelden kat kat daha fazladır.”

“Mürüvvet, insanın kendi nefsini, her türlü kirden ve insanların ayıp saydıkları şeyleri yapmaktan korumak ve bütün işlerinde insanlara karşı şefkatli, merhametli ve insaflı davranmaktır.”

“Çok istigfâr etmek, alçak gönüllü olmak ve çok sadaka vermek, Allahü teâlânın kendilerini çok sevdiği, velîlerinin ahlâkından olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturur.”

“Kul dört şeyle yükselir. Bunlar: İlim, edep, emânet ve iffettir.”

Sırrî-yi Sekatî hazretlerinde, Allah korkusu, kendini küçük ve aşağı görme hâli son derece fazlaydı; “Bağdât’ta ölmek istemem, çünkü bu insanlar, benim hakkımda iyi zan sâhibidirler. Korkarım ki, toprak beni kabûl etmez de, herkese rezîl olurum.” derdi.

“Kabahatlerimden dolayı yüzümün kararacağından korkarak, her gün bir kaç defa aynaya bakarım.” ve; “Keşke bütün insanların kalblerindeki sıkıntı ve üzüntüler bende olsa ve insanlar hep rahat olsalar.” buyururdu.

YETİMİ SEVİNDİRMEK

Büyüklerin yoluna girmesini şöyle anlatır: “Bir gün hocam Mârûf-i Kerhî hazretlerini, hurma çekirdeği toplarken gördüm. Ona; “Bunları ne yapacaksın?” diye sordum. Bana: “Şu çocuğu ağlar vaziyette gördüm ve niçin ağlıyorsun? diye sordum. O zaman çocuk: “Ben yetimim. Annem babam yok. Bütün arkadaşlarımın güzel elbiseleri var. Fakat benim ne elbisem var, ne de oyuncağım.” dedi. Ben de şimdi bunları toplayıp, satacağım ve onun ihtiyâcını alacağım.” dedi.Bunun üzerine ben de Ma’rûf-i Kerhî’den izin isteyip, çocuğa bir takım elbise ve oyuncak aldım. Yetim çocuk çok sevindi.Ma’rûf-i Kerhî hazretleri bu durumu görünce; “Sen bu çocuğu sevindirdiğin gibi, Allahü teâlâ da seni sevindirsin. Dünyâ sevgisini kalbinden çıkarsın, seni bu meşgûliyetten kurtarsın.” diye duâ etti. İşte bu duâ sebebi ile kurtuldum.”

VARLIKLARIN EN ÂCİZİ

Sırrî-yi Sekatî bir gün vâz veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile oradan geçerken; “Şuraya bir uğrayalım” deyip içeri girdi. O sıradaSırrîyi Sekatî; “Mahlûkât içerisinde en âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla berâber, bu kadar mahlûk arasında, Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyân edip yüz çeviren mahlûk da yoktur. Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta eder imrenirler. Eğer kötü olursa, şeytanın bile kendisinden nefret edip, kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz olan insanoğlu, kendisine her nîmeti veren, her an varlıkta durduran, yaşatan, kudret ve azamet sâhibi olan Allahü teâlâya karşı gelmekte ve isyân etmektedir…” diye anlatıyordu. Sultânın yakınlarından olan bu kişi, bu hikmet dolu sözlerin tesiri ile, ağlaya ağlaya kendinden geçti. Bir zaman sonra kalkıp evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca, yürüyerek, Sırrî’yi Sekatî’nin sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle dinledi. Üçüncü gün yine geldi. Sohbet bittikten sonra; “Efendim! Sizin söyledikleriniz bana çok tesir etti. Kabûl ederseniz, sizin talebelerinizden olmayı arzu ediyorum.” dedi. Kabûl edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda çok yüksek derecelere kavuştu. Bir gün hocası Sırrî-yi Sekatî’nin huzûruna çıkıp; “Ey şefkatli ve merhametli efendim! Beni günah karanlıklarından kurtarıp, huzûr ve saâdete kavuşturdunuz. Bunun için Allahü teâlâ size bol bol mükâfâtlar ve hayırlı karşılıklar ihsân buyursun” dedi. Kısa zaman sonra Sırrî-yi Sekatî hazretlerine biri gelip, “Efendim, beni talebeniz Ahmed gönderdi.Rahatsız olduğunu size bildirmemi söyledi.” dedi. O da gelen kimse ile talebesi Ahmed’in bulunduğu yere gitti. Şehrin dışında, sahrada çukur bir yerde yattığını ve ölmek üzere olduğunu gördüler. Bu sâdık talebesinin başını kaldırıp dizine koydu.Yüzünün tozlarını sildi. Ahmed gözünü açıp hocasını görünce çok sevindi.

Huzûr içerisinde rûhunu teslim etti. Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek için şehre geri geldikleri bir zamanda, şehir halkının kendilerinden tarafa geldiklerini gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar; “Biz şehirde (Her kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak isterse, Şûnîzîye kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola çıktık.” dediler. Yıkayıp kefenledikten sonra Şûnîzîye kabristanına defnettiler.

CENNET VE CEHENNEM

Buyurdu ki: “Cehennemlik olanlar, Cehennem’de iken Allahü teâlâyı görmekle şereflenebilselerdi, hiçbir zaman Cennet’i hatırlarından geçirmezlerdi. Çünkü, ismi azîz olan Hak teâlâyı seyretmek, rûha o kadar çok neşe verir ki, bu neşe ona, bedeninin çektiği azâbı unutturur. Bu azâb ile meşgûl olmak hatırına bile gelmez. Cennet’te ise, Allahü teâlâyı temâşâdan daha mükemmel bir nîmet mevcut değildir. Cennette’ki nîmetlerin hepsi yüz misli arttırılsa, fakat Cennet’te olan kimselerle Allahü teâlâ arasında bir perde bulunsa, yine de cân u gönülden feryâd ve figân ederlerdi.”
Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.