Süfyân-ı Sevrî (k.s)
Süfyân-ı Sevrî (k.s)
Büyük velîlerden. İsmi Süfyân bin Saîd bin Mesrûk, künyesi Ebû Muhammed veya Ebû Abdullahtır. 713 (H.95) senesinde Kûfe’de doğdu. 778 (H.161)’de Basra’da vefât etti.Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir. Zamânındaki büyük âlimlerden ilim ve edeb öğrendi. Hadîs ve fıkıh ilminde müctehîd oldu. Meşhûr âlim ve velîlerden Cüneyd-i Bağdâdî, Hamdun Kassâr bunun mezhebinde idiler. Mezhebi zamanla unutuldu. Süfyân-ı Sevrî hazretleriMekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri ve anlayamadıkları hususları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hallederdi.Hâfızası çok kuvvetli ve fevkalâde idi. “Hâfızam, kendisine tevdi ettiğim hiçbir şeyde bana ihânet etmedi.” buyurdu. Yâni öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadım demek istedi. Yirmi yıl geceleri uyumadı ve hiç abdestsiz gezmedi. Ölümü hatırladığında kendinden geçerdi. Kime rastlasa; “Ölüm gelmeden önce ona hazırlan!” derdi. Güzel halleri ve kerâmetleri pek çoktur. Süfyân-ı Sevrî’nin annesi ona hâmile iken bir gün dama çıkıp komşudan habersiz bir turşu ağzına koydu. Bunun üzerine henüz ana rahminde bulunanSüfyân, kafasını şiddetle annesinin karnına vurdu. O anda annesi, yediği turşuyu izinsiz aldığını hatırlayıp, komşuya koştu.Onunla helallaştı.Süfyân-ıSevrî ana karnında bile haram lokmayı kabûl etmeyip, hep helâl lokma ile büyüdü. Bir zaman yanında biri olduğu halde Mekke’ye gidiyorlardı.Süfyân hazretleri yolda hep ağlıyordu. Yanındaki; “Günahların sebebi ile mi ağlıyorsun?” dedi. Hazret-i Süfyân; “Günahlarım çoktur. Lâkin beni en fazla endişelendiren ve ağlatan şey acabâ îmânımı muhâfaza edebilecek miyim? korkusudur.” buyurdu. Mekke’ye vardılar. Hac esnâsında bir genç, Allah korkusuyla öyle bir “Allah” dedi ki, dayanamadı düşüp vefât etti. Süfyân-ı Sevrî hazretleri bu hâli görünce, gencin cesedinin yanına geldi ve; “Dört defa hac yaptım. Bunların sevâbını senin rûhuna hediye ettim. Sen de bu söylediğin “Allah” sözünden meydana gelen sevâbı bana versen.” deyince, gencin cesedinden; “Verdim” sesi duyuldu.Süfyân-ı Sevrî’ye o gece rüyâsında; “Sen çok kâr ettin. Eğer bu aldığını bütün Arafat’ta bulunanlara dağıtsan hepsi zengin olurlardı.” denildi. Birisi Süfyân-ı Sevrî hazretlerine iki altın gönderdi ve; “Babam sizin dostlarınızdan ve talebelerinizden idi. Bu iki altın, onun bana mirâs bıraktığı helâl paradandır. Lütfen kabûl ediniz.” dedi. Süfyân-ı Sevrî altınları çocuğuna verip geri götürmesini emretti ve; “Onun babasıyla olan dostluğum ve muhabbetim Allah içindi.” dedi. Çocuğu, altınları iâde edip gelince, babasına; “Ey babacığım! Bizim bu paraya ihtiyâcımız vardı.Bu durumda, siz yine o altınları kabûl etmediniz.” deyince; “Ey oğlum!Sen yemeyi, içmeyi düşünüyorsun. Ben, Allah için olan muhabbeti verip de, kıyâmette zararını göreceğim dünyâ sevgisini düşünüyorum.” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri bir defâ devrin halîfesiyle namaz kılıyordu. Halîfe namaz kılarken sakalıyla oynuyordu. Süfyân hazretleri namazdan sonra; “Ey Halîfe! Namaz kılarken lüzumsuz hareket yapılmaz. Yarın kıyâmet günü böyle kıldığın namazları paçavra gibi yüzüne çarparlar.” buyurunca, Halîfe; “Biraz yavaş konuş etraftakiler duyacaklar.” dedi. Süfyân hazretleri; “Eğer, böyle önemli bir meseleyi izâh etmezsem, dînin emrini yerine getirmemiş olurum. Bu ise bana yakışmaz.” buyurdu. Bu söz hâlîfeye çok acı geldi. Halîfe, kendisine başkalarının da söz söyleyememesi için darağacının kurulmasını ve âleme ibret için asılmasını emretti. Darağacının kurulduğu gün, Süfyân hazretlerinin yanında Fudayl bin İyâd veSüfyân bin Uyeyne olduğu halde uyuyordu. Bu iki büyük, onun asılacağını öğrenmişlerdi. Birbirlerine; “Asılacağını uyanıncaya kadar bildirmiyelim.” derken işitti ve; “Ne konuşuyorsunuz?” buyurunca, durumuSüfyân-ı Sevrî’ye anlattılar. O da; “Ben yaşamaya hevesli biri değilim. Fakat, dünyâda yarım kalan, yapmam lâzım gelen işler var.” buyurdu. Gözleri dolu dolu oldu ve;”Ey Allah’ım! Onları şiddetli bir cezâya çarptır!” diye duâ etti. Daha duâsı biter bitmez sarayın kubbesi çöktü.Halîfe Câfer ve adamları altında kalarak can verdi. O iki büyük zât; “Bu kadar çabuk kabûl olunan bir duâ bilmiyoruz” dediler. O zamânın en büyük âlimlerinden İmâm-ı A’zam, Süfyân-ı Sevrî, Mis’âr bin Kedâm ve Şüreyk, halîfe tarafından kâdı tâyin edilmek isteniyordu. Lâkin bunlar bu mesûliyetli işten çekiniyorlardı.Halîfe Mensûr bunları yanına çağırttı. İmâm-ı A’zam hazretleri yolda giderken arkadaşlarına; “Netîcenin nasıl olacağını size tahmin edeyim mi? Ben yolunu ve çâresini bularak, Süfyân firâr ederek ve Mis’âr kendini deli göstererek bu işten kurtuluruz. Şüreyk kâdı olur.” buyurdu. Nihâyet yolda giderken, Süfyân-ı Sevrî hazretleri; “Kâdı tâyin edilen kimse, bıçaksız boğazlanmıştır.” hadîs-i şerîfini düşünerek oradan uzaklaştı bir vapura sığındı. “Beni gizleyiniz zîrâ öldürecekler.” buyurdu. Gizlenip kâdı olmaktan kurtuldu. İmâm-ı A’zamın buyurduğu gibi Şüreyk kâdı oldu. Birisi şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: Bir seher vakti zemzem kuyusunun yanında oturuyordum. Bir kimse geldi. Kuyudan bir kova doldurup çekti, içti. Kalanını bırakıp gitti. Yüzünde örtü olduğu için kim olduğunu da anlıyamadım. Kovada kalan artığını içtim. Tadı bâdem ezmesi gibiydi. O âna kadar o lezzette bir şey içmemiştim. Bir seher vakti yine aynı yerde oturuyordum. Yine geldi, kovayı doldurup kuyudan çekti ve içip gitti.Artığını içtim. Tadı bal şerbeti gibiydi. Geri döndüm gitmişti. Başka bir sefer yine böyle oldu. Bu sefer tadı şekerli süt gibiydi. Elbisesinden sıkıca tuttum; “Allah için söyle kimsin?” dedim. O; “Ben hayatta olduğum müddetçe kimseye söylemeyeceğine söz ver.” dedi. Ben de kabûl ettim. “Ben Süfyân-ı Sevrî’yim.” dedi. Mahlûklara karşı çok şefkatliydi. Bir gün çarşıda kafeste ötüp duran bir kuş gördü.Satın alıp salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir namaz kılarken onu seyrederdi. Bâzan da omuzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnada bir ses işitildi ki; “Allahü teâlânın mahlûkuna olan aşırı merhameti yüzünden, Süfyân’a Allahü teâlâ çok merhamet etmiştir.” Bir gün elinde bulunan bir ekmekten hem kendisinin yediğini, hem de yanında bulunan bir köpeğe yedirdiğini gördüler. “Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye soranlara; “Sabaha kadar beni bekliyor, ben de namaz kılıyorum.” cevâbını verdi. Süfyân hazretleri sâde yaşamayı sever, aza kanâat eder, fakirlere çok îtibâr gösterirdi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri dünyâlık ele geçirmek için devlet adamlarına hizmet eden birine bu halden uzaklaşmasını, Allahü teâlâya ibâdet etmesini tavsiye etti. O zât; “Âilemin geçimi ne olacak?” diye sorunca, hazret-i Süfyân; “Sübhânallah! Kendisine âsî olduğun hâllerde bile rızkını kesmeyen Allahü teâlâ, kendisine itâatkâr olduğun zaman rızkını vermez mi?” buyurdu. Süfyân hazretleri; birisiyle birlikte evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçti. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân-ı Sevrî mâni olup; “Eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf yapmazdı. Bunun isrâf günahına siz de ortak oluyorsunuz.” buyurdu. Birisi gelip; “Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: “Çok et yenen bir hâne halkındanAllahü teâlâ nefret eder.” “Buradaki hâne halkından murâd nedir?” diye sordu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri; “Gıybet edenlerdir. Çünkü gıybet edenler başkalarının etini yerler.” cevâbını verdi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri hikmetli sözleriyle insanlara nasîhatlarda bulunup, hak yolun bilgilerini öğretti. Bu hususta nasîhatleri pek çoktur. Buyurdu ki: “Ey kardeşim! Her zaman ve her yerde, doğru ol. Yalan, sözünde durmamak, emâneti yerine getirmemek gibi kötü huylardan çok sakın. Yalancı ve sözünde durmayanlarla düşüp kalkma. Çünkü böyleleriyle berâber olmak, günaha sebeb olur. Yine, sözlerinde ve işlerinde riyâdan sakın. Çünkü riyâ, gizli şirktir. Ucb’dan da kendini muhâfaza et. Ucb, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek bunlarla övünmektir. Ucb bulunan amel, Allahü teâlânın katında makbûl değildir. (Fakat bunların Allahü teâlâdan gelen nimetler olduğunu düşünerek sevinmek, ucb olmaz.) Sen, dînini, dîni üzerine titreyen (Sünnet-i seniyye’ye bağlı, ilmiyle amel eden) âlimlerden öğren. Çünkü, dîninde sağlam olmayan, ilmiyle amel etmiyenlerin hâli, hasta olup, kendisini tedâvîden ve kendine bir çâre bulmaktan âciz olan tabîbin hâline benzer. Böyle bir tabîb, insanların hastalıklarını, nasıl teşhis edip, iyileştirir? Onlara nasıl ilâç tavsiye eder? Çünkü kendisi hastadır. İşte dîni üzerine titremiyen, ilmiyle amel etmiyen bir kimse, senin dînine, îmânına zarar gelir diye nasıl titrer? Ne derecede titizlik gösterebilir? Aziz kardeşim! Dînin, senin etin ve kanın yerindedir. Kendin için ağla. Kendine merhamet et. Sen kendine acımazsan, başkası hiç acımaz. Senden dünyâ sevgisini giderip, âhirete hazırlık için teşvik eden kimselerle oturup, kalk. Dünyâ işine dalıp, âhireti unutanlarla düşüp kalkma. Çünkü onlar senin dînini, îtikâdını ve kalbini bozarlar. Ölümü çok hatırla. Geçmiş günahlarından dolayı çok istigfâr et. (Allahü teâlâdan af ve magfiretini iste.) Kalan ömrün için, Allahü teâlâdan seni muhâfaza etmesini iste. Aziz kardeşim! Güzel edep ve güzel ahlâka iyi sarıl. Cemâate muhâlefet edip, onlardan ayrılma.Çünkü hayır, cemâat iledir. Fakat, cemâat dünyâya dalıp, dünyâlarını mamur etmeğe çalışıyorlarsa, onlara uymazsın. Dîni hakkında senden bir şey soran her mümine, yardımcı ol. Onlara yol göster. Onlara nasîhatta bulun. Allahü teâlânın beğendiği bir işte, seninle müşâvere eden (sana danışan) bir kimseden hiçbir şeyi gizleme. Bir mümine hıyânet etmekten çok sakın. Kim bir mümine hıyânet ederse, Allahü teâlâ ve Resûlüne hıyânet etmiş olur. Mümin bir kardeşini Allahü teâlânın rızâsı için sevdiğin zaman, canını ve malını ondan esirgeme. Münâkaşa ve mücâdele de yapma. Haksızlık edip günaha girebilirsin. Her yerde sabırlı ol. Sabır, hayra ve iyiliğe, bunlar ise Cennet’e götürür. Hiddet ve gadabtan da kendini muhâfaza et. Bunlar, insanı kötülüğe çeker. Kötülükler ise Cehennem’e götürür. Âlimlerle münâkaşa yapma. Kıymetini düşürürsün. Âlimlerin yanına gidip gelmek rahmettir. Âlimlerle irtibatı kesmekten Allahü teâlâ râzı olmaz. Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Zühde, dünyâya rağbet etmemeye sarılırsan, Allahü teâlâ sana çok şeyler ihsân eder. Verâya şüphelilerden sakınmağa yapışırsan, hesâbın kolay olur. Seni şüpheye düşüren şeyleri bırakıp, şüpheye düşürmeyen şeylere sarılırsan günaha düşmekten kurtulursun. İyiliği emret, kötülükten alıkoy. Böylece Allahü teâlânın sevdiği kul olursun. Fâsıkları sevme. Böyle yaparsan, şeytanları kovmuş olursun. Dünyâda, kavuştuğun şeylerden dolayı sevinci ve gülmeyi azalt, Allahü teâlânın nezdinde kıymetin olur. Âhiretin için çalış, dünyân için Allahü teâlâ kâfi olur. İçini, kalbini güzelleştirirsen, Allahü teâlâ da dışını güzelleştirir. Hatâların, günahların için ağla, Refîk-i âlâ ehlinden olursun. Allahü teâlâdan gâfil olma. Çünkü Allahü teâlâ senden gâfil değildir. Allahü teâlânın senin üzerinde hakları vardır. Onları yerine getirmen gerekir. Bu vazifelerden gâfil olma. Kıyâmet gününde onlardan hesâba çekileceksin. Vakar ve îtidâl sâhibi ol. Bir işin âhiretin için muvâfık, uygun olduğunu görürsen, ona yapış. Eğer âhiretin için muvâfık değilse, dur, ona yapışanların ne yaptıklarını ve ondan nasıl kurtulduklarını gör. Hemen acele etme. Allahü teâlâdan, âfiyet (sıhhat) dile. Âhiretle alâkalı bir işe yöneldiğin zaman, senin ile onun arasına şeytan girmeden önce, acele edip onu hemen yap, geciktirme! Çok yeme, yerken de niyetsiz ve isteğin olmadan yeme. Yemeği, sağlık, sıhhat ve âfiyet sâhibi olup, daha iyi ibâdet ve tâat yapabilmek niyetiyle ye. Karnını şişirme, Allahü teâlâyı zikredip, anmana mâni olur. İnsanların elindekine düşkün olma ve rağbet etme.Çünkü bu, insanın dînine zarar verir ve kalbi katılaştırır. Dünyâya düşkün olma! Dünyâya düşkün olmak, kıyâmet günü insanın ayıbını ortaya çıkarır. Kalbi ve cesedi, günah ve hatâlardan arınmış, eli zulümden uzak, kalbi kin, hîle ve hıyânetten kurtulmuş, karnı haramdan boş olan kimselerden ol. Haram kazanç ile beslenen vücut Cennet’e giremez. Gözünü insanlardan çevir. İhtiyâcın olmadan yürüme. Boş yere, sebebsiz konuşma. Senin olmayan şeyi alma. Kalan ömrün için, acaba dînime ve âhiretime bir zarar gelir mi diye kork, bunun hüzün ve endişesi içerisinde ol. Allahü teâlâya tâatta (beğendiği işlerde) bulunan sâlih bir müslümana buğzetme. Büyük-küçük herkese merhametli ol. Akrabân ile alâkayı kesme. Sana gelmeyene, sen git. Akrabân, seninle alâkayı kesse de, sen kesme. Sana zulmedeni affet. Peygamberler ve şehîdlerle berâber olursun. Çarşıya fazla girme. Çünkü çarşıda (çoğunlukla) iyi olmayan şeyler görülür. Çarşıda fazla kalma. İhtiyâcını gör ve ayrıl. Oruca devâm et. O, kötülük kapısını kapalı tutar. İbâdet kapısını açar. Az konuş, kalbin yumuşak olur, katılaşmaz.Ekseriyetle suskun ol, verâ sâhibi olursun. Dünyâya hırslı olma, hasedci olma, anlayışın süratli olur. Herkesi kötüleyici ve suçlayıcı olma, insanların dilinden kurtulursun. Şefkatli ve merhametli ol, herkes seni sever. Allahü teâlânın yaptığı taksime râzı olup, rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Allahü teâlâya tevekkül et. Kuvvetli olursun. Dünyâ ehli ile onların dünyâ menfaatleri üzerinde münâkaşa etme, o zaman seni, Allahü teâlâ ve insanlar sever. Mütevâzi, alçak gönüllü ol, sâlih amelleri tamamlamış olursun. Acırsan, her şey sana acır. Kıymetli kardeşim! Günlerini, gecelerini ve saatlerini boşa geçirme, âhiretine hazırlık yap. Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya bak. Bu da, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle olur. Yine buyurdu ki: “Büyük bir kalabalık, bir yere toplansa ve biri, içinizden akşama kadar kim yaşayacak, bilsin dense, kimse bilemez. İşin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o kimselere; “Öyleyse, ölüm için gerekli hazırlığı yapan, ayağa kalksın, dense kimse ayağa kalkmaz. Bu gafletten kurtulmaya çalışmalıdır.” “Zühd, yamalı elbise giymek, arpa ekmeği yemek değil, dünyânın faydasız şeylerine gönül bağlamamak ve uzun emel sâhibi olmamaktır.” “Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine aşırı düşkünlük olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. Yâni, insan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur.” “Bir kimse, hep ölümü hatırlar, ömrünü ölüme ve ondan sonraki hayata hazırlamakla geçirirse, kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Ölümü hiç hatırlamaz, gafletle günleri geçerse, onun kabri Cehennem çukurlarından bir çukur olur.” “Bir kimsenin, duâ ederken yalnız kendisine duâ edip, ana-babasına ve diğer müslümanlara duâ etmemesi, Kur’ân-ı kerîm okumayı bildiği halde her gün en azından yüz âyet okumaması, câmiye girdiği halde iki rekat olsun namaz kılmadan çıkması, kabristandan geçtiği halde mevtâlara selâm vermemesi, bir yerde yalnız olarak yaşıyorsa, Cumâ günü şehre geldiği halde Cumâ namazı kılmaması, bulunduğu beldeye bir âlim geldiği halde, onun ilminden hiç istifâde edememesi, bir kişi ile dost olduğu halde ismini öğrenmeden ayrılması, bir tanıdığı kendisini dâvet ettiği halde dâvetine gitmemesi, gençlik çağı büyük bir fırsat olduğu halde o zamanını boşa geçirmesi, kendisi tok ve komşusunun aç olduğunu bildiği halde, ona bir şeyler vermemesi o kimsenin gafletindendir.” “Rızâ; Allahü teâlânın takdir ettiğine şükrederek kabûl etmektir.” “Birisi sana gelip; “Sen ne mübârek bir zâtsın” dese, bir başkası da;”Sen ne kötü ve aşağı bir kimsesin” dese, sana birinci söz ikinci sözden daha hoş geliyorsa, anla ki fenâ bir kimsesin.” “Edeb öğrenilmeden ilim öğrenilmez.” “Para, eskiden sevimsizdi. Ama şimdi müminin kalkanıdır.” “Harama düşmemek, zarûrî ihtiyaçlarını temin etmek için, elinde dünyâlık bulunmasının zararı yoktur.” “Kendini iyi tanı. O zaman, hakkında söylenenler sana zarar vermez.” “İlmine ve ameline güvenerek, bu hâliyle kendini din kardeşlerinden üstün zanneden kimsenin ilmi de ameli de zâyi olmuştur.” “Lüzumsuz yere konuşan zelil olur.” “İlim öğrenmenin ilk şartı, susmak ve edepli olmaktır. İkinci şartı, dikkatle dinleyip ezberlemektir. Üçüncü şartı, öğrendiği ile amel etmektir. Dördüncüsü de, öğrendiği ilmi başkalarına öğretmek, herkese yaymaktır.” “Kötü işler hastalıktır. Âlimler ise hastalıklara ilâçtır. Âlimler bozulur, kötü işlere bulaşırsa, hastaları kim iyileştirecek?” “İlim, Allahü teâlâdan korkmak ve ona ibâdet etmek için öğrenilir.” “İlim öğreten birini buldukça öğrenmeye devâm ederiz.” “Haram para ile sadaka veren, câmi yaptıran, hayrat yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrar ile yıkayan adama benzer ki, daha çok pislenir.” “Ana-babaya, helâl ve mubah olan işlerde itâat edilir. Haram ve şüphelilerde değil.” “Bir kimse Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip kalbinde az bir dünyâ sevgisi bulunsa, kıyâmet günü herkesin huzûrunda; “Bakın bu filân oğlu filân kimsedir. Bu Allahü teâlânın kendisine, sivrisineğin kanadı kadar kıymet vermediği dünyâya gönül verdi.” diye nidâ edilir. Bu hâlden dolayı öyle mahcûb olur ki, yüz etleri dökülecek gibi olur.” “Bu zamanda helâl lokma yemek zorlaştı.” “İyi ve kötü amellerin kendilerine mahsus kokuları vardır. İyiliğin kokusu çok hoş, kötülüğün kokusu ise, rahatsız edicidir. Kalbde kötülük yapmak için bir meyil olduğu anda kokusu, insanın yanındaki meleklere gelir. İyilik durumunda da iyi kokuyu hemen alırlar. Nasıl ki o melekler, sizi hiç rahatsız etmiyorlarsa, siz de onları rahatsız etmeyin.” “Yemeklerini toplu olarak bir sofrada yiyen ev halkına meleklerin duâ ettiğini duydum. Bunlara Allahü teâlâ rahmet eder.” “Bir din kardeşin seni ziyârete geldiği zaman ona; “Yemek yer misin? Karnın aç mı? Bir şeyler getireyim mi?” diye sorulmaz. Hemen bir şeyler hazırlanıp getirilir yemezse kaldırılır.” “Sende olmayan meziyetleri söyleyerek seni medheden kimse, hiç şüphe yok ki, sende olmayan günahı söyleyerek seni kötüler.” “Ölüm her an gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse ölüm için hazırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hatırlamaya işârettir. Günah ve kusur olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir.” “Dîni ve îmânı hakkında, “Sonum ne olur?” diye söğüt yaprağı gibi titremiyen kimsenin, sonu tehlikelidir.” “Allahü teâlâdan korkmakta, emirlerini yapmakta, ibâdet etmekte ve O’nun yasak ettiklerinden sakınmakta İmâm-ı A’zam’ dan daha üstün kimse görmedim.” “Ey insan! Senin bütün sermâyen, dünyâdaki bir kaç günlük ömründür. Bu günler mutlaka gelip geçecek, hattâ birçoğu geçti. O halde hiç olmazsa geride kalanlarının kıymetini bil.” “Kişinin Allah’tan korkmak, haramlardan uzak durmak, şüphelilerden sakınmak ve sabırlı olmak gibi güzel huylara sâhib olması, ilmi, Allah rızâsı için öğrendiğinin alâmetidir.” “Allahü teâlâ, sevdiği bir kuluna hiçbir zaman düşman olmaz. Düşmanını da hiçbir zaman dost edinmez.” Süfyân-ı Sevrî hazretleri talebelerinden birisi sefere çıkacak olsa, ona; “Eğer gittiğiniz yerlerde, satılık bir ölüm görürseniz onu benim için satın alınız.” buyururdu. Vefâtı yaklaştığında çok ağlıyordu. “Ölmeyi çok arzû ediyordum, lâkin şimdi ölümümün nasıl olacağını bilemediğim için çok korkuyorum. Bu sefere çıkmak gâyet güçtür. Başka seferlere çıkmak gibi, bir âsâ ve bir su kabı yetmiyor.” deyince, dostları kendisine; “Cennet’i beğeniyor musunuz?” diye sordular. Bunlara cevâben; “Siz ne söylüyorsunuz? Benim gibi birine, hiç Cennet’i verirler mi?” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri Basra’da hastalandı. Karnı ağrıdığından devamlı abdesti bozuluyordu. Abdestsiz ölmek korkusuyla o gece altmış defâ abdest aldı ve hasta hâliyle hep namaz kıldı. Vefâtı yaklaştığında Abdullah bin Mehdî’ye; “Beni yatağımdan indirip, yüzümü yere koyunuz. Çünkü vakit tamam oldu.” buyurdu. Abdullah, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin yüzünü toprağa koyup, dostlara haber vereyim diye dışarı çıktığında, herkesin hazırlanmış olarak beklediklerini gördü. “Size kim haber verdi?” deyince, hepsi de, rüyâda haydi kalkın, Süfyân’ın cenâze namazına hazırlanın.” diye bir ses işittik dediler. Bâzıları içeri girdiler. Süfyân hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından içinde bin altın bulunan bir kese çıkardı. “Bunu sadaka olarak dağıtın.” buyurdu. Orada bulunanlar hayret edip, “Allah, Allah! Bu zât, dünyâ malına kıymet vermez, yanında dünyâlık bulundurmaz, hattâ dünyâlık olan hediyeleri de kabûl etmezdi. Bu kadar para biriktirmesinin hikmeti nedir?” diye birbirlerine sordular. Söylediklerini işitince buyurdu ki: “Bu para ile dînimi ve bedenimi korudum. Şeytan elbisen ve yiyecek şeylerin yok, bunlar için dünyâlık kazan.” diye ne kadar vesvese vermiş ise, her defâsında; “İşte altın.” diyerek bu altınları göstererek onu başımdan kovdum. Bu altınları ona karşı silâh olarak kullandım.” Bundan sonra Kelime-i şehâdeti söyledi ve rûhunu teslim etti. Vefât ettiği gece; “Verâ ve dinde hassasiyet sâhibi olan Süfyân vefât etti.” diye bir ses duyuldu. Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler, sordular ki: “Efendim, mezar daracık bir yerdir. Hem karanlık hem de yalnızlıktır. Buna sabretmeniz nasıl mümkün oluyor?” Cevâbında; “Benim mezarım Allahü teâlânın izni ile çok genişledi veCennet bahçelerinden bir bahçe oldu. O bahçede Cennet kuşları ötüşüyorlar.” buyurdu. Dostlarından biri kendisini rüyâda görüp, “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?” diye sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâ bana öyle ihsânda bulundu ki, iki adımda Cennet’e vardım.” buyurdu. Diğer bir kimse, Süfyân-ıSevri hazretlerini Cennet’te nûrdan kanatlarla uçtuğunu gördü. “Bu dereceye nasıl kavuştun?” diye sordu. “Dînin emirlerine uymakta çok hassas davranmakla.” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri haramlardan kaçıp, şüpheli şeyleri yapmamakta nihâyete erenlerdendi. Edeb ve tevâzuda (alçak gönüllülükte) benzeri azdı. Câmi’ul-Kebîr, Câmi-us-Sagîr ve Ferâiz isimli kitapları meşhûrdur. SON NEFES Süfyân-ı Sevrî’nin gençliğinde sırtı kamburlaşmıştı.Sebebini sordular. Onlara; “Üç üstâda talebelik yaptım. Hepsi de zamânının en âlimleriydi. Ölüm zamanında üçü de dünyâdan îmânsız gittiler. Ben onların hâlini görünce, korkudan omurga kemiğim eğrildi.Hele üstâdımın birine uzun seneler hizmet ettim, talebelik yaptım. Hiçbir edebi terkettiğini görmedim. Dünyâdan âhirete göçeceği zaman başucunda idim. Gözünü açıp; “Ey Süfyân!Bana ne olduğunu görüyor musun?” dedi. Ben de; “Ey üstâdım, kendinizi nasıl buluyorsunuz?” dedim. O; “Beni dergâhından kovuyorlar, kabûl etmiyorlar. Sen buradan git, bize lâyık değilsin diyorlar.” dedi. Sonra Süfyân hazretleri yanındakilerden Kur’ân-ı kerîm istedi ve elini kitabın üzerine koyarak; “Şâhid olunuz ki o, bu mushaftan ve içinde bulunanlardan nasipsiz öldü. Yahûdî dînini seçti ve can verdi.Allahü teâlâ dilediğini yapar.” dedi. YÜKSELEN NÛR Bir gün arkadaşları; “Ey Süfyân! Güç ve tâkatınızın üzerinde ibâdet ve nefsinizle mücâdele ediyorsunuz. Nefsinize biraz merhamet etseniz yine murâdınıza erersiniz.” dediler. Süfyân-ı Sevrî onlara; “Ey kardeşlerim! Âlimlerden duydum ki; “Kıyâmet günü Cennet ehli Cennet’e girip, makamlarına vardıklarında bir nur görürler. Öyle ki o nur Cennet’in yedi katını da aydınlatır. Bu durumda zannederler ki, bu nur Allahü teâlânın cemâlinin nûrudur. Onun için secdeye kapanırlar. Sonra Allahü teâlâ tarafından bir ses gelir; “Siz başınızı secdeden kaldırın. Bu nur, Allahü teâlânın cemâlinin nûru değildir. Bir hûrinin, sâhibinin yüzüne karşı güldüğünde meydana gelen ve bu kadar yükselen nurdur.” Bu hûrileri isteyenler kınanmazlarsa, Rabbini istiyenler nasıl kınanabilirler.” buyurdu. CÖMERTLİK Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: Kıymetli kardeşim! Cömert ol. Bununla Allahü teâlâ, sana hesâbını kolay yapar. Çok iyilik yap. Kabrinde sana arkadaş olurlar. Haramlardan sakın. Îmânın tadını duyarsın. Takvâ ve verâ ehli olup haramlardan ve şüphelilerden uzak duranlar ile oturup kalk. Allahü teâlâ âhiretini iyi yapar. Dînin ve âhiretin husûsunda, Allahü teâlâdan korkan kimselerle istişâre et, onlara danış. Hayırlı işlerde acele et. Allahü teâlâ, seninle günah olan ve kötü şeyler arasına perde yapar. Allahü teâlâyı çok an, Allahü teâlâ seni dünyâya düşkün yapmaz. Ölümü çok hatırlarsan, Allahü teâlâ, sana dünyâ işini hafîf kılar. Cennet’e kavuşmağa arzulu olursan, Allahü teâlâ seni beğendiği işleri yapmağa muvaffak kılar. Cehennem’den korkarsan, dünyâ musîbetleri sana hafif ve kolay gelir. Cennet ehlini seversen, kıyâmet günü onlarla berâber olursun. Günah işleyen ve kötülük yapanları sevmezsen, seni Allahü teâlâ sever. Müslümanlardan hiç kimseye kötü söz söyleme. Hiçbir iyiliği hor görme. Açıkta ve gizlide ilk işin, Allahü teâlâdan korkup, yasakladığı şeylerden sakınmak olsun. Allahü teâlâdan şöyle kork: Ölmüşsün, kabirde başına gelenleri görmüşsün, sonra kıyâmet kopup diriltilmişsin, sonra haşr olup, Allahü teâlânın huzûrunda durmuş dünyâda yaptıklarından hesâba çekiliyorsun, bu sıradaki sıkıntılarla karşılaşıyorsun, sonra Cennet ve Cehennem’e gidiyorsun. Eğer Cennet’e gidiyorsan, ebedî nîmetlere kavuşuyorsun, Cehennem’e gidersen, çeşit çeşit azaplar göreceksin ve orada olup, kurtulma da yok. İşte bütün bunları görüp, başına bir musîbet gelmesinden nasıl korkuyorsan, Allahü teâlâdan da öylece kork! MEĞER HASTA DOKTOR İMİŞ Bir zaman Süfyân-ı Sevrî hazretleri hastalandı. Mütehassıs bir hıristiyan doktor getirdiler. Doktor muayene edeceği şahsın müslümanların büyüklerinden ve evliyâsından olduğunu duymuştu. Süfyân hazretleri, gelen doktor ile tıp ve diğer ilimler üzerinde bir süre sohbet etti. Gelen şahıs, tabib olmasına rağmen Süfyân-ı Sevrî’nin tıp üzerine verdiği mâlûmat, hiç duymadığı, bilmediği şeylerdi. Hayretler içinde kaldı. Sonra muâyene etti. Muâyeneden sonra dedi ki: “Sizin akciğeriniz ve böbrekleriniz tamâmen çalışmaz durumda olup, korkudan ciğerleriniz parçalanmış. Bu hâliyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.” Süfyân-ı Sevrî; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.” buyurdu. Bunun üzerine hıristiyan doktor; “Bir dinde, tıbben yaşaması mümkün olmayan bir insanın yaşaması, o dînin yanlış, bâtıl olmadığına açık delildir.” deyip hemen orada Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Devrin halîfesi bunu duyunca; “Ben sandım ki, doktor hastanın yanına geldi. Meğer hasta doktora gönderilmiş.” dedi |