İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Hasan bin Recep bin Şehîd Muhammed, lakabı Ünsî’dir. 1645 (H.1055) senesi Taşköprü’de doğdu. 1723 (H.1136) senesi İstanbul’da Bâbıâli yakınında Salkım Söğüd’de Aydınoğlu Dergâhında vefât etti. Örtülü taş türbede medfûndur.
Ünsî Hasan Efendi önce Bayramiyye yolu büyüklerinden olan babası Recep Efendiden okudu. İlim ve edeb üzere yetişti. Henüz yirmi yaşlarında iken Ayasofya Câmiinde ders okutmaya başladı. Tefsîr-i Beydâvî ve Mesnevî okur, kendisine mahsus odasında ikâmet eder, ilimle meşgûl olurdu. Halvetiyye yoluna girmesini âlim bir zât olan hemşehrisi Ali Efendi şöyle anlatır: “Bir gün Üsküdar’da bir hemşehrim ile karşılaştım. Bana; “EskiVâlide Dergâhında hemşehrimiz Şeyh Karabaş Ali Efendi isminde bir zât vardır.” dedi ve onun fazîletlerini anlattı. Lâkin ben onunla gidip görüşmedim. Sonra Ünsî Hasan Efendinin medresedeki odasına vardım. Sık sık gelir onu ziyâret ederdim. Bu sefer ona; “Ey Hasan Efendi! Üsküdar’daKastamonu’dan bir zât gelmiş, ilim ve irfân sâhibi imiş. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapan bir zât olup, hal ve tasarruf sâhibi olduğunu öğrendim. İsmine Karabaş Ali Efendi diyorlar. Çok eserler yazmış. Gel ona gidip görüşelim.” dedim. Hasan Efendi bu teklifimi kabûl etti. Üsküdar’a geçtik ve VâlideAtikDergâhına geldik. Orada AliEfendiyi ziyâret için içeri girdik. KarabaşAliEfendi bizi görür görmez Ünsî HasanEfendiye hitabla; “Hasan Efendi çoktan beri senin yolunu gözlerdik. Çok şükür şimdi nasîb oldu.” buyurdu ve yanındaki birine; “Osman Efendi sana dediğim bunlardır.” deyip, Hasan Efendiye iltifât etti. Osman Efendi sonra edeple dışarı çıktı. O zaman ben KarabaşAli Efendi ile bir mikdâr konuştum. Hasan Efendi sükût etti. Yarım saat kadar bir zaman geçti. Sonra oradan ayrılmak için Hasan Efendiye; “Kalk gidelim. İkindi olacak.” dedim. Berâberce kalktık. Şeyh Karabaş Ali Efendiden izin istedim. Hasan Efendi, Şeyhin mübârek ellerini ve dizini öptü. Onun hâlini değişmiş gördüm. Sonra dışarı çıktık. Ona; “Hasan Efendi, şeyhin elini ve dizini öptünüz. Senin hiç kimseye böyle yaptığın yoktu.” dedim. Hasan Efendi sustu ve durdu. Ben; “Buyrun gidelim.” dedim. O zaman; “Siz buyurun gidin. Ben gitmeyeceğim. Burada kalacağım.” dedi. Hayret ettim ve; “Burada nasıl kalırsınız? Senin medresede odan var. Kitapların ve eşyâların var. Bunları nasıl fedâ edersin? Burada kalman olmaz. Gel gidelim. Sonra yine geliriz.” dedim. O, büyük bir kararlılıkla; “Medresedeki odam, bütün kitaplarım, hepsi senin olsun.” dedi ve anahtarını çıkarıp bana verdi. Sonra da; “Talebelerime söyle kendilerine başka hoca bulsunlar. Bundan sonra ben İstanbul yakasına gitmem. Meğer izin ola.” dedi ve hakîkaten Üsküdar’da hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergâhına gidip hizmetinde kaldı. Çok ısrar ettimse de çâre olmadı.”
Ünsî Hasan Efendi, hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergâhında mücâhede ile, nefse zor gelen ve nefsin istemediği şeyleri yapmakla meşgûl oldu. Şeyh Karabaş Ali Efendi onun bu husustaki gayretini görünce; “Otuz iki bin kişi bizim elimizde tövbe edip yolumuza girdi. Altı yüz seksen beş halîfem, önde gelen talebem var. Lâkin Hasan Efendi gibisi yok. O, Allahü teâlâyı bilir ve hakîkatlere âşinâdır.” buyurdu.
Bir gün Şeyh Karabaş Ali Efendi, Hasan Efendiyi huzurlarına istedi. Birisi gidip haber verdi. Hasan Efendinin o esnâda başında siyah sarık vardı. O; “Hocamın huzûruna böyle girmek, yolumuz edebine uymaz.” deyip başına beyaz sarık sarmak istedi. Fakat yenisini sarmak için zaman yoktu.Hemen sarığının üzerine beyaz bir gömlek parçası sardı ve hocasının huzûruna koştu.Hocası gecikmesi sebebiyle ona; “Niçin geç geldin?” dedi. Hasan Efendi de; “Efendim biraz geciktim. Affediniz.” dedi. O zaman Karabaş Ali Efendi; “Beriye gel.” buyurdu. Hasan Efendi yaklaştığında, Karabaş Ali Efendi onun başındaki sarığın üzerine sardığı beyaz gömlek parçasını çözüp alınca, siyah başlığı meydana çıktı. O zaman; “Ey Hasan! Bize karşı edebi gözetirsin. Bundan sonra yanımıza geleceğinde dilediğin şekilde ve zamanda gelebilirsin. Bu sana izindir.” buyurdu. Talebeler içinde Hasan Efendiden başkasına bu izin verilmedi.
Bir gün cihân pâdişâhı Sultan Mehmed bin Sultan İbrâhim Hanın çuhadarlarından KaraMehmed isminde birinin dizlerine sızı inip, kötürüm oldu. Pâdişâh, hekim başısıSâlim Efendiye; “Şu çuhadarımız iyi olmalıdır.” diye tenbih etti. Sâlim Efendi bu ferman üzerine çuhadar efendiye çeşitli ilaçlar tatbik etti ise de fayda vermedi. Saray hekimleri ve şehirdeki diğer tabibler ona faydalı ilaç bulamadılar. Pâdişâh bir gün çuhadarının yattığı odayı teşrif ettiler, hâlini sordular ve; “Mehmed nicesin, iyi olabilecek misin?” dedi. Çuhadar da; “Pâdişâhım, bana verdikleri hiçbir ilaç fayda vermedi.Çâre olarak sâlih bir kimsenin şifâlı duâsına muhtâcım.” dedi.Pâdişâh; “Şimdi böyle şifâlı nefes sâhibi ve ağzı duâlı kimdir?” dedi. O da; “Pâdişâhım, Üsküdar’da Vâlide Atik Câmiinde Şeyh Karabaş Ali Efendi mâlumunuzdur.” dedi.
Pâdişâh hemen hatırladı. Zîrâ onun vâzlarını dinlemişti. Hemen Haseki Ağaya emretti ve; “Hemen Üsküdar’a var. Şeyh Karabaş Ali Efendiye selâm ve hürmetlerimi arzet. Eğer kendileri gelirler ise teşrif edip çuhadarımıza duâ etsinler. Yok, gelemeyip halîfesini, vekîlini gönderirlerse, onu saygı ve hürmetle getiriniz.” dedi. Haseki Ağa derhal Üsküdar’a geçti. Şeyh Karabaş Ali Efendinin huzûruna çıktı.Pâdişâhın ricâsını bildirdi. Şeyh hazretleri, Hasan Efendiyi çağırttı, ona; “Hasan Efendi! Var şu hastayı bir gör ve ona duâ okuyuver.” buyurdu. Hasan Efendi; “Peki efendim!” deyip Haseki Ağa ile birlikte saraya geldiler. HasanEfendi, çuhadarın odasına girdi. Hasta Kara Mehmed Ağa, HasanEfendiyi gördüğü an ağlamaya başladı. “Efendim sizlere hürmet için ayağa kalkamadım. Af buyurun.” dedi. Hasan Efendi ona teselli verip; “Sakın üzülme, gam çekme. İyi olursun. Hemen ayaklarını önüme uzat!” dedi. O da bu yakınlıkla söyleneni yaptı. Hasan Efendi okuyup duâ etti veFâtiha dediler. Bir mikdâr daha teselli verip; “İnşâallah bir daha gelmemize hâcet kalmaz.” buyurdu ve oradan ayrıldı. Hasan Efendi odanın kapısından çıktığında hemen hasta ayağa kalkıp gezinmeye başladı. Birkaç gün sonra da pâdişâhın huzûrunda yürür oldu. Bunun üzerine Pâdişâh Sultan Dördüncü Mehmed Han çok sevindi. “Varın haber verin. Şeyh Hasan Efendi, sarayda vâz eylesin.” dedi. Haber iletildikte Hasan Efendi; “Hocamdan izin almadıkça imkânı yok. Saraya bile onun izniyle gelmişiz.” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, Karabaş Ali Efendiden izin isteyince, o da, vâz etmesine izin verdi.
Hasan Efendi iki sene sarayda vâz etti. Sarayda kim varsa, Enderûn ağaları dâhil hepsi Hasan Efendinin talebesi oldular. Sonraları bunların da birçok talebe ve vekilleri oldu.
Hasan Efendi, hocası Ali Efendi hazretlerinden 1664 senesi icâzet, diploma alıp vekîli oldu. Hocası ona; “Sen İstanbul yakasına var. Her nerede dilersen orada ikâmet et. Allahü teâlânın kullarını irşâd eyle!” buyurdu. Ona duâlar etti.
Hasan Efendi hocasının bu emri üzerine İstanbul Yakasına geçip Ayasofya yakınındaki Acemağa Câmiine geldi. Oraya yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı. Çok talebesi oldu. Lâkin kimseye vekillik, icâzet vermezdi. Etraftan; “Şeyh Hasan Efendinin âşık talebeleri olduğu halde onlara niçin icâzet vermiyor.” dediler. Herkes bu hâle şaşar, taaccüp ederdi.
Bir gün Şeyh KarabaşAliEfendi hazretlerine; “Efendim! Ünsî Hasan Efendi bir türlü talebelerine icâzet verip vekil yapmıyor. Halbuki buna hak kazanmış çok talebesi var. Eğer siz bir haber gönderirseniz icazet verir, vekil yapar.” dediler. O zaman Karabaş Ali Efendi yanındaki asâdâr Osman Efendiye; “İstanbul’a var. Hasan Efendiye selâm söyle ve; “Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın de!” buyurdu. Osman Efendi İstanbul’a gelip Hasan Efendiyi buldu ve Karabaş Ali Efendinin selâmını söyledi. Sonra; “Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın.” dediler.” dedi. Hocasının selâmını alan Hasan Efendi; “Gezenler gibi mi? Gezenler gibi mi?” diye karşılık verdi. O zaman Osman Efendi vedâ edip Üsküdar’a geçti. Karabaş Ali Efendiye onun bu sözlerini söyledi. Karabaş Ali Efendi hazretleri bunun üzerine tekrar duâ edip; “Ünsî Hasan Efendi, bütün icâzetli talebelerimin en üstünüdür ve hepiniz ona muhtaçsınız.” buyurdu.
Şeyh Karabaş Ali Efendi 1685 senesinde deniz yoluyla hacca gitmek için hazırlıklarını yaptığında bütün talebelerini topladı ve; “Bizler hac etmeye niyetlendik. Sizler burada kalıyorsunuz. Olur ki bir daha görüşmeyiz. Bâzılarınızın bir mürşide, yol göstericiye ihtiyâcı vardır. Hepinizi Ünsî HasanEfendiye havâle ettim. Danışacağınız bir şey olursa, Hasan Efendiye danışın. Biz yerimize onu bıraktık.” buyurup duâ ettiler ve yola çıktılar. Bundan sonra bütün talebeler Hasan Efendiye tâbi oldular.
Ünsî Hasan Efendi,Acemağa Câmiinde senelerce hak yolun bilgilerini anlattı. Orada riyâzetle, nefsin isteklerini yapmamakla ve mücâhede ile, nefse zor gelen şeyleri yapmakla meşgûl oldu. Çok az yer, bâzan günlerce ağzına bir şey koymazdı. Halbuki ahbapları ve çok zengin talebeleri vardı. Hiç birinden bir şey istemezdi. Bir ara namazı ayakta kılamaz hâle gelmişlerdi. O zaman raftaki kuru birkaç lokma ekmek parçasını yiyerek açlığını giderdiler ve ibâdetine devâm ettiler.
Çetin nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teâlâ ona çok ihsanlarda bulundu. Kendisine; “Nefsinle nasıl mücâdele ettin?” denildikte, o; “Ömrüm nefsimle uğraşmak, onu terbiye etmeye çalışmakla geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi yaşımdan beri yanım üzerine yatmadım. Ayaklarımı uzatmadım. Daha başka çektiğim riyâzetlerimi size anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; “Rahatta olalım Hakk’ı bulalım.” dersiniz.” buyurdu.
Ünsî Hasan Efendi, zamânında İstanbul’da bulunan evliyânın önde gelenlerinden idi. Her hâliyle İslâmiyetin emirlerine uyardı. Tasavvuftaki yolları Halvetî olup, Kastamonu evliyâsının büyüklerinden Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerine uzanmakta idi. Ömrünü mürşidi, hocası Karabaş Ali Efendinin yolunu ve edebini gözetmekle geçirdi. Çok kerâmetleri ve güzel halleri görüldü. Tasarrufu kuvvetli olup, talebelerinin ve başkalarının hallerine vâkıf, niyetlerini bilirdi.
Ünsî Hasan Efendinin zamânında bir takım din câhilleri türeyip, tasavvufu ve mânevî halleri inkâr ettiler. Öyle oldu ki, mescidlere gelenlere mâni olmaya, mescidleri kapatmaya çalışırlardı. Acemağa Câmii etrâfındaki bâzı azgın kimselerÜnsî Hasan Efendiye de zarar vermek istediler. Ünsî Hasan Efendi onlarla görüşmek istemedi. Onlar Şeyh Ünsî Hasan Efendiyi Acemağa Câmiinden uzaklaştırmayı kararlaştırdılar. Hattâ öldürmeye kasdettiler. Aralarında Hasan Efendinin bir kısım gâfil talebeleri de vardı. Bir gün Hasan Efendinin karşısına çıkıp küfre sebep olan sözlerle onu rahatsız ettiler. Hasan Efendi gelenlere Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okuyup nasîhat etti. Lâkin onlar taşkınlıklarında ısrar ettiler. O zamanHasan Efendi; “Sizler bizleri ve yolumuzu inkâr edersiniz. Hak yolda giden sâlih kimselere zarar verirsiniz. Hattâ bizi öldürmek istersiniz. Biz de size bu fırsatı vermeyiz.” buyurdu. O dakika oraya gelmiş bulunan azgınlar birer ikişer düşüp can verdiler. Nasıl öldükleri anlaşılamadı. Kısa zamanda her biri bir sebepten ölüp gitti.
Bir gün birisi yere düşüp can vermek üzere iken Şeyh Hasan Efendinin önde gelen sâdık talebelerinden Kebâbî Ahmed Dede gelip durumu HasanEfendiye haber verdi ve yardım etmesini istedi. Ünsî Hasan Efendi ona; “Var sen işinle meşgûl ol!” buyurdular. O zamanAhmed Dedeyi bir hal kapladı ve titremeye başladı. Sonradan bu hâli soruldukta; “Az kalsın ölüyordum.” dedi. Daha sonra Ünsî Hasan Efendi; “Allahü teâlâya şükürler olsun ki, bu câmi ve etrâfı inkârcılar gürûhundan temizlendi.” buyurdu.
Bir gün kuşluk vaktinde, AcemağaCâmii yanından elinde çocuğu olan bir kadın geçiyordu. O sırada çocuk, câminin penceresinden içeri baktı hemen ağlamaya, bağırmaya başladı ve anasına sarıldı. Anası sebebini sorunca; “Câmide postun üzerinde bir arslan var yatıyor ve şimdi kalkacak.” dedi. Kadıncağız da pencereden içeri baktı, hakîkaten postun üzerinde bir arslan oturuyordu. Onu böyle görünce korkup titremeye, kekelemeye başladı. Civardaki talebelerden bâzısı da oraya gelip bu hâli gördü ve kaçışmaya başladı. Birkaçı doğruca Hasan Efendinin önde gelen talebelerinden Pîr Osman Efendiye gidip durumu anlattı. Osman Efendi onları odalarına gönderip korkmamalarını söyledi. Bir saat kadar sonra gidip baktıklarında, arslan yerinde yoktu. Osman Efendi; “Bunu kimseye anlatmayın. Zîrâ izin yoktur.” dediyse de, Şeyh Hasan Efendinin bu kerâmeti herkes tarafından duyuldu. Sebebi Osman Efendiden soruldukta; “Şeyh Ünsî Hasan Efendi celâllenip, bir şeye canı sıkılınca, bir arslan peydâ oluverir.” diye cevap verdi.Hakîkaten bütün azgın ve taşkın kimseler bu heybetli arslanı görmekle ödleri çatlayıp ölmüşlerdi.
Bir zaman HasanÜnsî Efendiyi sevmeyen birisi gelip, devlet adamlarından Mustafa Paşaya onun aleyhinde sözler söyledi.Cezâlandırılmasını istedi. Paşa bu sözler üzerine; “Peki onu nefy edelim. Bir yere sürelim.” dedi. O gece Paşa yatmak için başını yastığa koydu. Lâkin yastığı alevli bir ateş sardı. Paşa birden bire geriye çekilip ayak ucunda durdu ve korkuyla bakmaya başladı. Etrafına seslendi. Ev halkı koşup geldi. “Ne oldu?” dediklerinde; “Başımı yastığa koyunca, yastığı bir ateş kapladı. Ondan korktum!” cevâbını verdi. Bunun üzerine evdekiler; “Paşa hazretleri ateş falan yok. Okuyun da yatın.” dediler. O da; “Okumadan yattığım yoktur. Mutlakâ okur, öyle yatarım.” dedi. Paşa tekrar yatağa girip başını yastığa koyduğunda yine aynı ateşli alevi gördü. Hemen sıçrayıp; “Söndürün, söndürün!” diye bağırmaya başladı. Gelenler yine bir şeyler görmediklerini söylediler. Netîcede bu hal sabaha kadar sürdü. Sabahleyin Paşa, yakınlarına bu hâli anlattı. Hiç kimse bir mânâ veremedi. Sonradan sevdiklerinden birisi; “İzin verirseniz ve darılmazsanız bunu size açıklarım.” dedi. Paşa da; “Darılmam söyle!” deyince, o; “Efendim! Siz ya birine zulüm ve haksızlık yapmışsınız veya haksızlık yapacaksınız! Öyle bir niyetiniz olmalı. Zîrâ böyle ateş görmek, ancak Allahü teâlâ tarafından bir îkâzdır, uyarmadır, tenbihtir. Sizlere bundan sakınmak lâzımdır.” dedi. Bunu işiten paşa şaşırdı ve; “Ben kimseye haksızlık etmedim. Lâkin, Acemağa CâmiindeHasan Efendi isminde bir zât varmış, uygunsuz haller ve işleri yaparmış. Bana onu zemmedip kötülediler. Ben de onu nefyetmeyi, uzaklaştırmayı niyet etmiştim.” dedi. O kimse bunu duyunca; “Efendim! Sakın öyle bir işe kalkışmayın.” dedi. Orada Hasan Efendinin talebelerinden birisi vardı. Bunu duyunca Paşaya Hasan Efendinin üstünlüklerini, güzel hallerini, dünyâya düşkün olmadığını anlattı ve hakkında söylenen şeylerin iftirâ olduğunu belirtti. Paşa bunun üzerine niyetinden vaz geçip ona ikrâm ve iyilik yapmak, duâsını almak istedi ve; “Hakîkaten gece gördüğüm ateş, ona olan haksızlık niyetimin sebebi idi.” dedi ve şüphesi kalmadığını belirtti. Sonra Ünsî Hasan Efendiye birkaç kese altın gönderdi ve duâ istedi. Ayrıca; “Ona lâyık bir dergâhı da hizmetine vereceğim.” diye haber gönderdi.
1683 senesi İstanbul’da Alay Köşkü yakınında Karaköy mahallesinde Saçlı Emir Dergâhı, diğer bir adı ile Aydın Dede Dergâhı boşaldı. Mustafa Paşa derhal buranın Şeyh Ünsî Hasan Efendiye verilmesini emrettiler. Berâtını, izin belgesini ona gönderdiler. Berât önlerine konunca, Hasan Efendi; “Paşa oğlumuzun selâmını aldık. Biz dahi selâmlar ederiz. Bu câmide yirmi senedir Rabbimizi zikrederiz. Burası dahi dergâhtır. Orasını hakkı olan birine versinler.” buyurdu. Berâtı da, getiren kişiye iâde edip kabûl etmedi.Daha sonraları binbir ricâ ve minnetle, Ünsî Efendi mecbur kalıp Saçlı Emir Dergâhına geçmeyi kabûl etti. Mustafa Paşa da onun bu kabûlünden çok memnun oldu.
Şeyh Ünsî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü. Sâdık talebelerini çok sever, sıkıntılı anlarında onların imdatlarına, yardımlarına koşardı.
Sevdiklerinden Mehmed Ağa, resmî bir görevle Rumeli taraflarına gönderilmişti. Bir gün MehmedAğanın haydutlar tarafından katledildiği haberi geldi. Dergâhtaki talebeler bu durumu Ünsî Hasan Efendiye bildirdiler. Hasan Efendi tebessüm edip; “Onun aslı yoktur.” buyurdu. Hakîkaten aradan bir zaman geçtikten sonra, Mehmed Ağa ansızın çıkageldi. Dergâhtakiler ona; “Sizin ölüm haberinizi aldık. Bunu hocamıza haber verdik, lâkin o; “Aslı yoktur. O ölmedi, yaşıyor.” diye cevap verdi.” dediler. Bunun üzerine Mehmed Ağa sükût edip onlara bir şey söylemedi. Daha sonra Ünsî Efendinin huzûruna çıktı. Ünsî Efendi onu görür görmez; “Mehmed Dedeyi gördün mü?” dedi. Oradakiler bir şey anlamadılar ve içlerinden Şeyh hazretleri ile onun arasında böyle konuşmalar olur dediler. Sonra diğer bir kısmı MehmedAğadan “Hocamız sana Dedeyi gördün mü? diye buyurdu, bu nedir?” diye sorduklarında, şöyle anlattı: “Onu şimdi söylemek uygundur. Zîrâ hocamızın bir kerâmeti ve himmeti, yardımı ortaya çıkmış olur.” dedi ve anlatmaya başladı:
“Rumeli’deki vazîfemi tamamladıktan sonra bir kervanla geri dönüyordum. Yol üzerinde bir ormana girdik. Fakat orada baskına uğradık. Haydutlar kervandaki insanların hepsini öldürdüler ve malları yağma ettiler. Sıra bana geldi. O sırada çok korktum. Hocam Ünsî Hasan Efendiyi hatırıma getirdim. Birden onu karşımda hazır gördüm. Bana bakıp; “Gel.” buyurdu. Ben de ardınca gittim. Haydutlar bizi görmediler. Bir dağ üzerine çıktı, ben de çıktım. Sonra bana; “Bu dağın ilerisine git.” diye işâret buyurdu ve kayboldu.Ben işâret edilen tarafa giderek düz bir yere ulaştım. Orada bir takım insanlar vardı, beni görünce hemen yanıma koştular ve hâlimden sordular. Ben arkamdaki dağın ötesinde haydutlar olduğunu ve kervanı soyup kervandakileri katlettikleri haberini verdim. Bunun üzerine onlar; “Biz de işittik. Ne zaman oldu.” dediklerinde; “Az önce.” dedim. Bunun üzerine onlar; “Bu dağın ilerisinde ormanlık yer yoktur. Haydutlar da buralarda bulunmaz.” dediler. Ayrıca bana geldiğim yeri sordular. Ben söyleyince; “Senin söylediğin yer buralara çok uzaktır.” dediler. O zaman ben, şeyhim Ünsî Efendinin kerâmetiyle kurtulduğumu, buralara kadar getirilerek selâmete erdiğimi anladım. İstanbul’a gelip huzûruna çıktığımda; “Mehmed Dedeyi gördün mü?” dediği hakîkatte kendisi idi.”
Bir başka talebesi anlatır: “Ben hamama gittiğimde iyice yıkandıktan sonra bir tas içindeki suya okuyup sonra başımdan aşağı dökmeyi âdet edinmiştim. Bu hâlimi kimseye söylemedim. Bir gün bir rüyâmı tâbir için Ünsî Hasan Efendinin huzûruna gittim. Rüyâmı tâbir ettiler, sonra da; “Hamamdaki bu âdeti terk et. Zîrâ suya okur, sonra onu orada başına dökersin. Bu uygun değildir. Zîrâ okunmuş sudur. Aşağılara yayılması günahtır. Onu bir daha yapma. Yıkan ve çık.” buyurdular. O zaman ben; “Efendim! Bu hâli kimse bilmezdi, size kim söyledi?” diye sordum. O zaman Hasan Efendi hazretleri; “Bir gönül ki, cenâb-ı Hakk’ın hazînesi oldu. İşte o gönül haktan haber verir. O gönlün görmediği ve bilmediği olmaz. Onun gibi bizden yine bize bir söyleyici vardır. O haber verir.” buyurdu. Ben de o âdetimi bir daha yapmadım.
Ünsî Hasan Efendi hallerini gizler, kerâmetlerini açıklamak istemezdi. Ayrıca bir başkasının da açıklamasını arzu etmezdi.
1711 senesinde Kethüdâ Osman Efendi, bir seferde ihmâli görüldüğünden, Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından Kavak Kalesine hapsedilmişti. OsmanAğa adamlarından birisiyle Ünsî Hasan Efendiye iki yüz altın gönderdi ve; “Selâm ve hürmetlerimi söyleyiniz. Mübârek ellerinden öperim. Bizim işimizin sonu nereye varır.” diye bir haber gönderdi. Osman Efendinin adamı gelip altınlarıÜnsî Hasan Efendinin önüne koydu ve haberini arzetti. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi; “Biz bu sizin dediğiniz işin erbâbı değiliz. Sen bu altınları yine sâhibine ver.” deyip geri gönderdi. O kişi ısrar ettiğinde; “Sen bu altınları geri götür. Osman Ağa da âhiret tedâriki için fakirlere dağıtsın.” buyurdu. Hakîkaten çok geçmeden Osman Ağa îdâm edildi.
Çorlulu Ali Paşanın mühürdârı Kırîmî Abdullah Ağa, Ünsî Efendiyi çok severdi. Dergâhın tâmirinde çok hizmeti geçti. Ünsî Efendiye sık sık gelir sohbetini dinlerdi. Bir gün onun da bulunduğu bir mecliste Ünsî Efendi ona hitâb ederek; “Dinle Abdullah Efendi! Tarîkat, Allahü teâlânın bildirdiği yol ve Peygamber efendimizin izidir. Bir kimse İslâmiyete uymayan bir şey yapsa, ona devâm etse, ona hakkı tanımak ve temiz bir vicdan nasîb olmaz. Tâ ki bu şeyi yapmayı terk edene kadar. Kişinin murâdı sâdece Allahü teâlânın rızâsı olmalıdır. Başkası olursa ona dünyâ belâları ulaşır. Bundan tövbe etmelidir.” buyurdu. Meclis dağıldıktan sonra oradakiler AbdullahAğadan bu sözlerin sebebini sordular. O da; “Bilmem. Ünsî Efendi böyle söyleyiverdi.” dedi. Bir zaman sonraAbdullahAğa yakalanıp, zindana atıldı. Çok sıkıntılar çekti. Sebebini bir türlü anlayamamıştı. Bir gün celladlar ona; “Suçun yokmuş, serbestsin gidebilirsin.” dediler. Abdullah Ağa zindandan kurtuldu. Evine gitmeden doğruca Ünsî Efendiye gelip ellerini öptü, hâlini arzetti. Sonra dışarı çıktı. Oradakiler, hâlini ve Ünsî Efendinin anlattıklarını sordular. O da; “Ünsî hazretlerine talebe olduğumda kimyâ ilmine, sarraflığa merak salmıştım. Sonradan beni hapsettiler. Çok eziyet çektim. Hapiste bir gece rüyâmda Ünsî hazretlerini gördüm. Bana heybetli bir şekilde; “Kimyâ, sarraflık arzusunu gönlünden çıkar. Yoksa katledileceksin.” buyurdular. Hemen o saat dünyâ arzusunu gönlümden çıkardım. Tövbe ettim. Sabahleyin celladlara ferman gelip beni serbest bıraktılar. Ben de gelip bu hâlimi Ünsî Hasan Efendiye arzettim. Bana tebessüm ederek; “Eğer tövbe etmeseydin katledilecektin.” buyurdular. Kurtuluşum onun kerâmetiyle oldu.” dedi.
Ünsî Hasan Efendi sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. İslâmiyetin emirlerine uymakta çok titiz davranırdı. Sevdikleriyle sohbet ederken ezan okunsa hemen; “Şimdi sizinle önce namazı kılalım. Sonra sohbetimize devâm ederiz.” derdi. Berâberce namaz kılıp, ardından sohbete devâm ederlerdi. İkindinin ve yatsının sünnetlerini terk ettirmezlerdi. Öğle ve yatsının son sünnetlerinin dörder rekat kılınmasını tenbih ederlerdi. Teheccüdü terketmez, talebelerinden biri kalkmasa onu îkâz ederlerdi. Dergâhında teheccüde kalkmadık talebe kalmazdı. Nefsiyle mücâdelede önde giden talebelerini kıymetli tutardı. Dergâhta Derviş Mustafa adında biri vardı. Sesi çok güzeldi. Bir yaz gecesi üç gece sabah namazına kalkamadı.Ünsî Efendi talebelerine; “Mustafa’ya söyleyin sabah namazına gelsin.” diye tenbih ettiler. O yine namaza gelmedi. Bunun üzerine Ünsî Efendi onu dergâhtan çıkardılar. Talebelerden biri sonradan; “Efendim, Derviş Mustafa’ya ne olaydı izin verilse de dergâha gelse. Zîrâ dergâha böyle biri lâzım.” deyiverdi. O zaman Şeyh Ünsî Hasan Efendi hazretleri; “O üç gündür sabah namazına gelmedi. Biz ona tenbih ettik. Lâkin o bu tenbihimizi dinlemedi. Bu hal yarın hepinize sirâyet eder, bulaşır. Kendi nefsinin rahatını Allahü teâlânın emri üzerine tercih eden kimse bizim dergâhımıza yakışmaz. Gelmesin.” buyurdular. Bundan sonra Derviş Mustafa dergâha alınmadı.
Ünsî Hasan Efendi başkalarının kendisine îtibâr etmelerinden çok çekinir, şöhretten kaçardı.
Tameşvar Kalesinde Selim Dede isminde hâl sahibi, duâsı makbul velî bir zât vardı. Adı, şöhreti her yere yayılmış, duyulmuştu. Osmanlı Devletinde kâfir kralları arasında kerâmetleri, olağan üstü halleri konuşulurdu.
Tameşvarlı Selim Dede’yi bilmeyen yoktu. Bir zaman Selîm Dede hazretleri İstanbul’a geldi. Halk onu görmek için birbirine girdi. Büyük bir kalabalık oldu. Bu sırada Selim Dede dervişlerinden birine; “Sen Şeyh Ünsî Hasan Efendiye var. Bizden selâm söyle. Huzûr-ı şerîflerine varıp mübârek cemâlini görmek ve sohbetleriyle şereflenmek murâdımızdır. Ziyâret etmemize izinleri olur mu?” diye emredip gönderdi. O da Ünsî Hasan Efendiye Selim Dede’nin arzusunu bildirdi. O zaman Hasan Efendi; “Selim Dede Efendiye selâmlar ederiz. Hal ve hatırlarını sorarız. Lutf edip kerem buyurup teşrif etmesinler. Zîrâ onlara izzet ve ikrâm etmekte kusur ederiz. Eğer nasîb olursa başka bir zaman başka bir yerde görüşürüz. Kerem buyursunlar. Sakın incinmesinler.” diye o dervişi Selim Dede’ye gönderdi. Bu haber Selim Dede’ye gidince, tekrar Hasan Efendi hazretlerine selâm gönderip; “Özür buyurdukları candan makbûlümüzdür.” dedi. Bu sıralarda Selim Dede’nin yanında bulunan sevdikleri; “Efendim! Sizinle görüşelim diye herkes kırılıyor. Sizi görmeye can atıyorlar. Acabâ Şeyh Ünsî Hasan Efendi niçin sizinle görüşmek istemezler.” dediler. Selim Dede; “Bizimle görüşmek istememeleri bizi sevmemekten değildir. Onların murâd-ı şerîflerini biliriz. O büyük bir zâttır. İnzivâ üzere yalnız bir yerde ibâdetle meşgûldür. Onun yaptıkları bizim elimizden gelmez. Biz günahkâr sayılırız.” diye cevap verdi ve ağladı. Dervişler bu işe bir mânâ veremeyip hayrette kaldılar. Aradan bir zaman geçtikten sonra dervişlerden birisi Ünsî Hasan Efendiden bu görüşmemenin sırrını sordu. Hasan Efendi hazretleri; “Selim Dede velî bir zâttır. Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Onun gibisi az bulunur. Eğer Selim Dede ve sevdikleri buraya gelseydi, Selim Dede, Hasan Efendinin ayağına varmış diye bütün herkes bize îtibâr eder, şan şöhret sâhibi olurduk. Neûzü billah, şöhret âfettir. Şöhretten kaçmak lâzım gelir. Bu ihtiyar hâlimizde nereye gidebiliriz. Selîm Dede olgun, zevk ve vicdan sâhibi bir zâttır. Niçin görüşmek istemediğimi bilir.” buyurdu.
Ünsî Hasan Efendi dâimâ ibâdetle meşgûl olur, inzivâ hâli yaşar, devlet adamlarıyla görüşmek istemezdi. 1711 senesi Vezîriâzam olan Baltacı Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine tâyin edilmişti. Sefere çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi dâvet etti. Ünsî Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa; “O halde biz onun yanına gideriz. Gece kapısı açık olsun.” diye haber gönderdi. O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu gösterip Ünsî HasanEfendinin ellerinden öptü. Huzûrunda edeb ile oturdu. Sonra da; “Efendim! Benim babam da Halvetî tarîkatının önde gelen büyüklerindendir. Bana duâ ediniz. Kerem ve himmet ediniz. Ömrümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki nedir bilmem. Sizin duâ ve yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve erbâbı değilim. Bu işin hakkından dahi gelemem.” dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi ona; “Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileyeceğini, hor ve hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri açıkça bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra edeb ile ayrıldı. Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendinin vezîriâzama olan sözlerini etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra dedikleri meydana çıktı.
Ünsî Hasan Efendinin kerâmetleri pekçoktu. Halvetî dervişlerinden Ömer Efendi anlatır: “Bir tanıdığımızın evlâdı hastalanmıştı. Tabibler bir çâre bulamadılar. Netîcede onu alıp Ünsî Efendinin dergâhına götürdük. Ünsî Hasan Efendi çocuğa nazar edip, duâ etti. O dakikada çocukta hastalıktan eser kalmadı. Sevinçle evimize döndük. Lâkin annem evde başka kadınları güldürmek eğlendirmek için; “Şeyh Efendi şöyle duâ etti. Şöyle üfledi.” diye bâzı şeyler söyledi. Herkes buna güldü. Lâkin akşam annem rahatsızlandı.Sebebini anlayamadık. Daha sonra annem bize; “Evlâdım. Ben şöyle şöyle yaparak eğlenmiştim. Şeyh Ünsî Efendiyi bu gece karşımda heybetli bir şekilde gördüm. Bana; “Ben sizin eğlenceniz miyim?” diyerek azarladı. Feryâd edemedim. Kendimden geçtim.” dedi. Sonra daÜnsî Efendiye gidip orada tövbesini bildirmek istedi. Daha bir şey söylemedenÜnsî Efendi; “Hanım bir daha bizleri dile almayınız, alay etmeyiniz!” buyurdu ve annemi affetti. Sonra bana; “Zinhâr, sakın kimseyle eğlenmeyiniz. Bu kişi kâfir bile olsa. Zîrâ bu işin sonu pişmanlıktır.” diye nasihat buyurdular.”
Dervişler, Şeyh Ünsî Hasan Efendinin birçok kerâmetlerini bilirler, lâkin söylemezlerdi. Vefâtlarından sonra ona âid olan güzel hallerini ve kerâmetlerini anlatmışlar, söylemişlerdir.
Hoca Paşa mahallesinde hizmetçi bir kadın vardı. Ücret ile komşuların bâzı işlerini görürdü. Bir gün bir komşu kadın buna hasta çocuğunu getirip; “Sen bu mâsumu Şeyh Ünsî Efendiye götür. Duâ eylesin. Ayrıca şu paraları da hediye olarak ona verirsin.” dedi. Hizmetçi kadın hasta çocuğu alıp Şeyh Ünsî Efendiye götürdü ve duâ etmelerini istedi. Paraları da iki altını eksik olarak onun önüne koydu ve; “Bunu çocuğun annesi gönderdi.” dedi. O zaman Ünsî Efendi çocuğa duâ etti. Çocuk iyileşti.Sonra hizmetçi kadına; “Sakladığın iki altını da koy!” buyurdu. Kadın inkâr edince; “Bilmez miyim. İki altın sağ cebindedir. Beni yalancı çıkarmak mı istersin?” buyurdu. O zaman kadıncağız titremeye başladı ve cebindeki paraları çıkarıp önüne koydu. Ünsî Efendi; “Bunu fakirlik sebebiyle yaptın. Lâkin bir daha yalan söyleme. Bir kimseyi imtihan etme. Fakirliğe sabret. Allahü teâlâ insanın dünyâlığını çoğaltsın.” buyurdu ve hizmetçi kadına kırk altın ihsân etti. O iki altını da ayrıca verdi.
Ünsî Hasan Efendi hazretleri vefâtına yakın talebelerini toplayıp onlarla helallaştı ve bir takım nasîhatlerde bulundu. “Sizler yolumuza aykırı hareket eder, İslâmiyetin emirlerinin dışına çıkar, haram ve mekruhlara meylederseniz, âhiret gününde iki elim yakanızdadır. Bu Halvetiyye yolu cümlemizeAllahü teâlânın bir emânetidir. Bunu koruyun. Bu sebeple peygamberler ve evliyâ sizlerden hoşnud olur.” buyurdular. Techiz ve tekfinleri için gerekli siparişleri verip aldırdılar. Sonra yerine vekil bıraktığı MehmedEfendi, Kur’ân-ı kerîm okurken vefât ettiler. Talebelerinden Seyyid Mustafa Efendi gasledip yıkadı. Arkasından hemen yetmiş bin kelime-i tevhîd okunup mübârek rûhuna gönderildi. Ayasofya CâmiindeKara Mustafa PaşaDergâhı şeyhi olan Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi namazını kıldırdı. Cenâzesinde âlimler, sâlihler hazır olmuşlardı.
Hasan Ünsî Efendinin talebelerinden bâzıları şunlardır: Hacı İbrâhim Efendi, Tatar Selim Efendi, Kastamonulu Mustafa Efendi, Abdullah Kefevî, Üsküdarlı Ahmed Efendi, Giritli Ahmed Efendi, Çekmeceli Mahmûd Hilmi.
Hasan Ünsî Efendinin, Arabça, Farsça veTürkçe ile yazılmış bir dîvânı vardır. Bu dîvân, İbnü’l-Emîn Mahmûd Bey tarafından muhâfaza edilmiştir. Vâz ve nasîhatları ile konuşmaları; Kelâm-ı Azîz ismindeki kitapta toplanmıştır. Yine Arabça, Farsça ve Türkçe ile nazm ve nesir olarak buyurdukları sözlerinden bir kısmı, Sırr-ı Ehâdiyyet isimli bir eserde toplanmıştır.
SENİ KÂDI ZANNETTİM
Talebeleri içinde Sıdkî Abdullah isminde iyi ve güzel hal sâhibi bir derviş vardı. Bir gün sohbette Ünsî Efendi dergâhın kapısına bakıp; “Şu gelen kâdıyı kim tanıyor ve bu kime geliyor.” dedi. Talebeler gelenin Sıdkî Abdullah Efendi olduğunu gördüler ve; “Efendim bu Sıdkî Efendidir.” dediler. O zaman Ünsî Hasan Efendi; “Kâdı sandım.” buyurdular. Talebeler buna bir mânâ veremeyip, birbirlerine baktılar ve içlerinden; “Bir hikmeti vardır. Evliyâ boş söz söylemez.” diye geçirdiler. SonraAbdullah Efendi içeri girip Ünsî Efendinin elini öptü ve oturdu. Ünsî Efendi ona bakıp; “Abdullah, kâdılık talebinde misin?” buyurdu. O da; “Hâşâ efendim. Öyle bir niyetim yoktur. Aklımdan da geçmez. Estağfirullah, Allahü teâlâya sığınırım efendim.” dedi. Ünsî Efendi, “Seni kâdı zannettim. Ama bu, söz tutmamaktan oldu.” dedi. Sohbetten sonra herkes dışarı çıktı. Birbirlerine; “Abdullah Efendinin acaba ne kusuru oldu?” dediler. Sonra da söz tutmamaktan Allahü teâlâya sığındılar. Aradan bir zaman geçti. Bir gün AbdullahEfendi ile talebe arkadaşı Sâatî Ahmed Ağa, Ünsî Efendiden icâzet, diploma istediler. Ünsî Efendi bunlara; “Size izin verip birer memlekete göndermek mümkündür. Lâkin hevâ ve arzulardan geçmek lâzımdır. Nefsin hevâsına, isteklerine tâbi olmaktan sakınmak gerektir. Mâdem ki arzu ve istek gâliptir, ona Hakk’ın sırrı açılmaz. Hevâcının huzûru, hevâ ve arzusuyladır. Basîret üzere olmak lâzımdır.” buyurdu. Aradan birkaç ay geçti. Ünsî Efendi hazretleri bu ikisine diploma verdiler ve Abdullah Efendiyi Kefe’ye, Sâatî Ahmed Ağayı da Sinop’a irşâd ve hizmete göndermek istediler. O zaman Ahmed Ağa vâlidesini bahâne edip Sinop’a gitmedi. Daha birçok özürler ileri sürdü. Boğazda yakın bir yere gitmek istedi. Bu isteği kabûl edilmedi. Abdullah Efendi ise, evini barkını, mallarını neyi varsa satıp deniz yoluylaKefe’ye gitti. Orada büyük îtibâr ve hürmet gördü. Pekçok kimse hizmetinde bulundu. Bütün ihtiyaçları karşılandı. Rahat etti. Zengin oldu. Bir zaman sonra nefsine uyup yerine birisini bırakıp çoluğu çocuğu ile birlikte İstanbul’a döndü. Bir gün onu Ünsî Efendinin talebelerinden birisi Fâtih Câmiinde görüp; “İzinsiz niye döndünüz?” dedi. O da; “Tatarlarla geçinemeyip yerime birisini bıraktım. Sonra dönmemin ne mahzuru var.” diye cevap verdi. Bu haber Ünsî Hasan Efendiye de ulaştı. Ünsî Efendi hiçbir şey söylemediler. Bir ara Abdullah Efendi, Şeyh Ünsî Hasan Efendiye geldi. Elini öpüp oturdu. Hasan Efendi ona heybetle nazar edip; “Niye geldinAbdullahEfendi?” buyurdu. O da bir takım özür ve bahâneler uydurdu. Hasan Efendi bunları kabûl etmediler. İltifat etmeyince, üzüntü ile oradan ayrıldı. Abdullah Efendinin İstanbul’da çok tanıdığı vardı. Bu sâyede kâdı oldu ve vazîfeye başladı. Vefâtına kadar kâdı olarak kaldı.
Abdullah Efendi anlatır: “Ben kendime ettim. Bu belâ bana nefsimi terk edemememin netîcesi olarak geldi. Hasan Efendi bana önceleri; “Seni kâdı zannettim.” buyurmuştu. Sonra bana; “Kâdılık talebinde misin?” buyurmuştu. Şimdi bu hâlime ağlarım. Benim bu hallere düşeceğimi önceden anlamıştı.” dedi.
DERVİŞİN GÖNLÜ ÇATAL OLMAMALI
Yaycı Mustafa Dede isminde birisi, Şeyh Ünsî Hasan Efendinin sohbetlerine gelir giderdi.Nerede bir şeyh görse gider onunla görüşür, ona hizmet eder, ona meyl ve sevgi beslerdi. Bir gün onu Ünsî Efendiye medhettiler. O ise, onun bu hâlini beğenmezdi. Yaycı Mustafa Efendi, birçok kimse peşinde koşmuş ama teslim olmamıştı. Bir gün Ünsî Efendi sohbetinde; “Dervişin gönlü çatal olmamalıdır. Zîrâ gönülde ikilik, şirktir. Dervişin hocasına sevgisi sağlam olmalı. Şöyle ki: Bütün âlem şeyh ve mürşid dolsa, Allahü teâlânın feyzi bana ancak hocamdan gelir demelidir. O kişi mahrum kalmaz. Lâkin onun şeyhim dediği İslâmiyete tam mânâsıyla uymalıdır. Yoksa nefs ve şeytana tâbi şeyh sûretindeki kimseler şeyh olamazlar.” buyurdu. Sohbetini dinleyenler bu sözlerin niçin, neden söylendiğini önce anlayamadılar. Yine bir gün Ünsî hazretleri; “Yaycı bu senin zannettiğin şey âdetullaha aykırıdır, olmaz. İmkânı dahi yoktur. Böyle bir mürşide kavuşamazsın. İstifâden hiç olmaz. Sonra pişmanlığın faydası yoktur. Bektâşî sûretinde, hevâ ve arzulara tâbi, dilinin dîne aykırı sözlerini fazîlet zannedersin. Peygamber efendimizin beğenmediği kimseler içinde olmaktan sakınmak lâzımdır.” buyurdular. Öteden beri Ünsî Hasan Efendinin söylediği sözlerin kimin için olduğu anlaşılmış oldu. Daha sonra durumu öğrenenler, Yaycı Mustafa’dan tövbe etmesini ve bir büyüğe tâbi olmasını söylediler. Yaycı bu söylenenlere sükût etti. Oradakiler; “Yaycıda maya yok!” dediler.
Bir zaman sonra Yaycı Mustafa birisiyle Ünsî Efendinin huzûruna geldi. Bir ara getirdiği kişi abdest almak istedi.Yaycı hemen kalkıp ona hizmette bulundu. Bunun üzerine onun kim olduğu kendisinden soruldukta, hal sâhibi biri olduğunu bildirdi. O zaman Ünsî Efendi ona; “Yaycı senin gönlünde bunun sevgisi var. Bize olan sevgi dışarı çıkmış. Senin arzun kimde ise onun hizmetine koş!” buyurdu. Yaycı Mustafa üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Bir daha görünmedi.Ünsî Hasan Efendinin vefâtlarından dört sene geçtikten sonra Yaycı Mustafa’nın bozuk yollara düştüğü, yüzündeki nûrun gittiği, haşâ Kur’ân-ı kerîme nazîre yazmaya bile cür’et ettiği görüldü, sonu da helâk oldu.
1) Menâkıb-ı Ünsî Hasan Efendi, Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî Kısmı, Şeriyye No: 1081, SüleymâniyeKütüphânesi Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4607, 4718
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.22
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.253
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.28 |