Beni Nadir, Zaturrika ve Bedrul Mevid Gazası
Beni Nadir, Zaturrika ve Bedrul Mevid Gazası
BENÎ NADİR GAZASI
(Hicret ‘in 4. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 625)
Benî Nadir, Hz. Harun’un (a.s.) neslinden gelen, zengin ve güçlü,
büyük bir Yahudi kabîlesiydi. Medine’ye iki saatlik mesafede, Mekke
yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûli Ekrem
Efendimizle, İslâmiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu
hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, ayrıca ödenecek diyetler
konusunda da yardımcı bulunmak üzere anlaşmaları vardı.
Ancak, buna rağmen, Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları ile el
altından iş birliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa,
Uhud Harbinden sonra, müşrikler ve münafıklar ile olan münâsebetlerini daha da artırmışlardı.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, ashabtan Amr b. Ümeyye, Peygamberimizden
eman almış Âmir Kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü.
Benî Nadir Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya göre, bu iki kişi
için ödenecek diyetin bir kısmını onların karşılamaları gerekiyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, paylarına düşen diyet miktarını istemek ve
anlaşmaya ne derece sâdık olduklarını anlamak maksadıyla, yanına Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Talha b. Ubeydullah,
Hz. Sa’d b. Muaz ve Hz. Üseyyid b. Hudayr’ı (r. anhüm), alarak yurtlarına gitti.
Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müsbet ve güleryüzle
karşıladılar; hattâ, kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk
duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler.
Peygamber Efendimiz, ashabıyla, bir evin duvarı dibine oturdu.
Peygamber Efendimizi zahiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise, bir
köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.
“Siz bu adamı, şu andan daha müsait bir durumda bulamazsınız! Hemen
şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp
ondan kurtulmalıyız!” dediler. Sonra, “Hemen şimdi bu işi kim yapar?” diye sordular.
İçlerinden Amr b. Cıhhaş adlı şahıs ortaya atıldı. “Bu işi ben yaparım!” dedi.
Bu esnada, ileri gelenlerinden biri olan Sellâm b. Mişkem söz aldı. “Ey
kavmim!.. Bu sefer sözümü dinleyiniz; ondan sonra, isterseniz her zaman
bana muhalefet ediniz!” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiyle
haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla
aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan
vazgeçiniz! Eğer, böyle bir şeye teşebbüs ederseniz, bu, Yahudilerin
kökünün kazınması, İslâmiyetin ise yükselip Kıyamet’e kadar sürmesi demek olur!”
Peygamberlere hıyanet etmekle tanınan Yahudiler, buna rağmen
kararlarından vazgeçmediler. O esnada vazifeyi üzerine alan Amr b.
Cıhhaş da, Peygamberimizin üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı.
Cebrail ‘in, Durumu Peygamberimize Haber Vermesi
Tam o esnada, tertiplenen suikast ve hıyaneti, Cebrail (a.s.) gelip Peygamber
Efendimize haber verdi. Resûli Kibriya Efendimiz, bir ihtiyaç gidermek
istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu
tuttu. Hattâ sahabîler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular.
Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.
Bir Yahudînin Kavmini ikazı
Yahudilerden biri olan Kinane b. Suriya, “Muhammed niçin kalkıp
gitti, biliyor musunuz?” diye sordu.
Yahudiler, “Hayır,” dediler, “biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat!”
Kinane anlatmaya başladı:
“Tevrat’a yemin olsun ki, ben, plânladığınız suikastin, Muhammed’e
haber verildiğini biliyorum! Kendinizi boşuna aldatmayınız! Vallahi, o,
Allah’ın Resulüdür, hem de peygamberlerin sonuncusudur! Ona, tasarladığınız
suikast haber verildiği için kalkıp gitti. Siz, onun Harun
Peygamber’in neslinden gelmesini umuyordunuz; Allah ise dilediğinden
seçip gönderdi. Biz, Tevrat dersimizde, ‘En son gelecek olan o peygamberin
doğum yeri Mekke’dir, hicret yeri Yesrip’tir.’ diye hiç
değiştirmeden yazmışızdır. Gelecek son peygamberin sıfatı da, buna
tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur!
Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır! Ben, sizin eşyalarınızı
develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarımızın feryadlarını, evlerinizi barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum! Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz; üçüncüsünde
ise hayır olmadığını biliniz!” Yahudiler merakla, “Nedir o hususlar?..” diye sordular.
Kinane, “Müslüman olmanız, Muhammed’in ashabı arasına katılmanız!
Ancak bu suretle, evlâdlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selâmete kavuşturmuş olursunuz; yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız!”
Bütün bunlara rağmen Yahudiler, “Biz, Tevrat’tan ve Musa’nın
ahdinden asla ayrılmayız.” diye karşılık verdiler.
Peygamberimizin, Benî Nadir’e “Yurdumu Terk Ediniz!” Diye Haber Göndermesi
Benî Nadir Yahudilerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların
İslâm’a ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimizle yaptıkları
anlaşmaya da sadâkat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyordu.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kendilerine karşı kesin tavır takındı.
Muhammed b. Mesleme’yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:
“Nadir Oğulları Yahudîlerine git! Onlara, ‘Resûlullah beni size,
(Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz
bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz! Size 10 gün süre
tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse,
boynunu vururum!) emrini bildirmek üzere gönderdi.’ de!”
Muhammed b. Mesleme (r.a.), Nadir Oğulları yurduna vardı.
Resûlullah’ın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:
“Musa Peygamber’e Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz:
Muhammed, peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde
iken, size geldiğimi ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman,
‘Vallahi, ben, asla Yahudî olmam!’ dediğimi, sizin de buna karşılık,
‘Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudî dininden başka din
yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır
o!.. Size gelecek olan peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır.
Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek,
deveye binecek, ihrama (pelerine) bürünecek, az etli kemiğe kanaat
edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır.’ dememiş miydiniz?”
Benî Nadir Yahudileri, “Evet, biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini
sana haber verdiğimiz peygamber bu değildir!” diye karşılık verdiler.
Daha sonra Muhammed b. Mesleme, onlara Peygamber Efendimizin emrini bildirdi.
Nadir Oğulları Yahudileri, giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine
pahalıya mâl olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti.
Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka görünen bir başka
yol da yoktu. Muhammed b. Mesleme’ye, “Göç ederiz.” diyerek hazırlığa başladılar.
Baş münâfığın Gönderdiği Haber
Bu sırada başmünâfık Abdullah b. Übey’den kendilerine bir haber
geldi. Haberde şöyle deniliyordu:
“Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz! Kalenizde oturunuz.
Gerek kavmimden ve gerekse şâir Araplardan iki bin kişiyi
yardımınıza göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır.
Ayrıca Benî Kurayza Yahudileri de size yardım edeceklerdir!”
Benî Nadir Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’in gizlice gönderdiği bu haber
üzerine, Nadir Oğulları göç fikrinden vazgeçtiler,Peygamber Efendimize
de, “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz! Elinden geleni yap!” diye adamlarıyla haber gönderdiler.
Bu, açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.
Peygamber Efendimiz, bu haberi alır almaz, “Allahii Ekber!” diyerek
tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.
Sellam b. Miske m ‘in, Huy ey b. Ahtab 7 İkazı
Benî Nadir Yahudîlerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin
başında Huyey b. Ahtab geliyordu. Bu adam, kavmine tesellî babında şöyle diyordu:
“Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları
tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil!”
Yahudî ileri gelenlerinden biri de, Sellam b. Mişkem’di. O, bu fikre
karşı çıktı. “Ey Huyey!..” dedi, “Vallahi, nefsin seni boş ve faydasız
şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor! Gel, bu işten
vazgeç! Vallahi, sen dâhil hepimiz biliriz ki: Muhammed, Allah’ın Peygamberidir.
Onun sıfatları da yanımızdaki kitaplarda vardır. Onu
kıskandığımızdan ve son peygamberin Harun Oğulları arasından çıkmasını
ümit ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen
emanı kabul edelim: Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize
gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.”
Mağrur Huyey, fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. “Muhammed,
bizi muhasara altına alamaz! Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner
gider. Abdullah b. Übey, bana birçok şey va’detti.” diye Sellam’a karşılık
verdi. Sellam, girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu; ikazını tekrarladı:
“Abdullah b. Übey’in sözü bir şey ifade etmez! O, seni ancak helak
uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed’le harbe tutuşturmak ister.
Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur!”
Huyey b. Ahtab, bütün bu İkazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.
Nadir Oğullarının Muhasara Altına Alınması
Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı idi.
Resûli Ekrem Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbni Ümmî
Mektum’u bırakıp Nadir Oğullan yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, ikindi namazını Nadir Oğullarının bağ ve
bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadir Oğulları, kuvvetli kalelerine sığınmışlardı.
Peygamber Efendimiz, onlara emrini bir kere daha tekrarladı: “Medine’den çıkıp gidiniz!”
Benî Nadir, bu teklifi kabule yanaşmadı. “Ölüm, bize, senin teklif ettiğin
şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır, teklifini kabul etmeyiz!” diyerek âdeta meydan okudular.
Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat, kuvvetli
kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından
çarpışmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Bu sebeple,
Resûii Kibriya Efendimiz, çarpışmayı uygun görmed; Allah’ın izniyle,
bir harb plânı tatbik etti. En yakın Yahudî ev ve kalelerini yıkma,
hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın
kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.
Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören
Yahudiler, “Yâ Muhammedi.. Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar
ve bunu yapanları ayıplardın; şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını
kestiriyor ve yaktırıyorsun?” diye bağrıştılar.
Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin
bozgunculuk olacağından bahsediyorlardı! Bu bağrışmaları birtakım
Müslümanları da tereddüde şevketti. Bunun üzerine inen âyeti kerîme,
meseleyi açıklığa kavuşturdu: “Sizler, herhangi hurma ağacını kestiniz
yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa, bu hareketiniz (fesad için
değil) hep Allah’ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir.”
Âyeti kerîmenin nazil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri zail oldu.
Bu hâdiseye ve bu âyeti kerîmeye dayanarak, harb icabı her çeşit yaş
ağacın yakılıp kesilmesinin mubah olduğu, âlimler tarafından belirtilmiştir.
Münafıkların, Yahudilere “Direnin!” Diye Haber Göndermeleri Muhasara devam ediyordu.
Bu esnada başta başmünâfık Abdullah b. Übey olmak üzere birçok
münafık, Benî Nadir Yahudîlerine, “Eğer Müslümanlara karşı direnir ve
karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de
sizinle birlikte çarpışırız. Siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle
birlikte çıkıp gideceğiz.” diye haber gönderdiler.
Benî Nadir Yahudileri, münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.
Kur’ân ‘ın Açıklaması
İşleri güçleri fitne ve fesad olan münafıkların bu hareketleri, Kur’ânı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:
“Ehli Kitap’tan o küfreden kardeşlerine, ‘Andolsun, eğer siz
yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız.
Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye hiçbir zaman itaat etmeyiniz. Eğer
sizinle harb edilirse, muhakkak ve muhakkak biz, size yardım ederiz.’ diyen
o münafıkları görmedin mi? Halbuki, Allah şehâdet eder ki, onlar
hakikaten ve kat’iyyen yalancıdırlar!
“Andolsun ki, onlar çıkarılacak olurlarsa (bu münafıklar) onlarla beraber
çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulursa, bunlar onlara yardım
da etmezler. Faraza yardım etseler bile, mü’minler karşısında dciyanamayarak
arkalarına dönüp kaçarlar; sonra da kendileri hiçbir yerden yardım göremezler.”
Teslime Mecbur Olup Eman Dilemeleri
Muhassarın 15. günüydü.
Abdullah b. Übeyy ve diğerlerinin kendilerine va’dettikleri yardımların
gelmediğini gören Benî Nadir Yahudileri, teslim olmayı kabul edip eman dilediler.
Peygamber Efendimiz, kendilerine eman verdi ve hiçbirisinin canına
dokunmadı; Silâhlarından başka, mallarından develerine yükleyebildikleri
kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.
Bu müsaade üzerine 600 deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya
yüklediler. Medine’den ayrılacakları sırada, sağlam kalmış olan evlerini,
Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu
hâdiseden dolayı güya üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli
elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler
çalarak Medine’yi terkettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir
kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice matem tuttular.
Geride Bıraktıkları Mallar
Benî Nadir Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin, akar ile davar,
sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı. Bütün bu inallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber
Efendimize mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın
elde edilmişlerdi. Bu mallara “fey” denilmiştir. Fey, Allah’ın, din düşmanlarından—
galebeyle değil, belki sürgün yahut cizye üzerine sulh olmak
suretiyle—Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber
Efendimiz, bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.
Kur’ânı Kerîm’de bu husus şöyle açıklanır:
“Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince… Siz
bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat, Allah, peygamberlerini
dilediği kimseye musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kadirdir.”
Medine’nin yerlileri olan Ensâr, Muhacirlerin geçimlerini üzerlerine
almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple, Muhacirlerin idareleri
onların omuzunda bir yük sayılıyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, bu ganimet mallarını yalnız Muhacirler
arasında bölüştürerek Ensârı Kiram’in bu yükünü hafifletmek istedi.
Bunun için onları çağırdı ve, “İsterseniz Benî Nadir Yahudilerinin mallarından,
Allah’ın bana verdiği malları, sizlerle Muhacirler arasında
bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhacirler yine evlerinizde otursunlar
ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. Yok, eğer isterseniz,
bu malları sâdece Muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar
da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın!” diyerek teklifte bulundu.
Medineli Müslümanlar gönülden, “Yâ Resûlallah Nadir Oğullan mallarını
Muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye
kadar olduğu gibi evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz
kadarını alıp onlara veriniz!” dediler. O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Ensâr kardeşlerine teşekkür ettikten sonra, “Allah, sizi hayırla mükafatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin
benzeriniz yoktur.” diye konuştu. Peygamber Efendimiz de, “Allah’ım!.. Ensâr’ı ve Ensâr’ın evlâdlarını
koru, onlara merhamet et!” diyerek dua etti. Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senası hakkında şu mealdeki âyeti kerîme nazil oldu:
“Onlardan (Muhacirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve îman evi edinmiş
olan kimseler (Ensâr), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç meyli bulmazlar.
Kendilerinde fakr ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından
daha üstün tutarlar* Kim nefsinin (mala olan) Bu haslete “isâr” derler.
“Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek
yardımına koşması” demektir. Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini
kendi nefsine, şerefte, makamda, teveccühte, hattâ maddî menfaat gibi
nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslâm tarihi, isâr hasletinin
şaheser misalleriyle doludur.hırsından ve cimriliğinden korunursa,
işte muradlarına erenler onların tâ kendileridir.””
Medinei Münevvere’nin yerlileri olan Ensârı Kiram, bu davranışlarıyla
hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâbı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadir Oğullarından kalan
ganimet mallarını, Cenâbı Hakk’ın da âyeti kerîmesinde tavsiye buyurduğu
gibi,” yalnız Muhacirlere taksim etti. Bu suretle onları Ensâr’ın
yardımına ihtiyaç duymayacak hâle getirdi.
Peygamber Efendimiz, Muhacirlerin hâricinde, Ensâr’dan Ebû Dücâne
ile Süheyl b. Hüneyf e de (r.a.), çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.
ZÂTÜRRİKA GAZASI
(Hicret ‘in 4. senesi Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 625) Benî Nadir
Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı.
Enmar ve Salebe Oğulları Kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak
üzere toplanmış oldukları haberi Medine’ye ulaştı.
Peygamber Efendimiz, derhâl hazırlanarak, 400 (veya 700) mücâhidle
Medine’den yola çıktı, Zatürrika mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu.
Müşrikler, mücâhidlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ
başlarına çekilmişlerdi. Geride sâdece bir kadın kalmıştı ki, o da esir edildi.
Resûli Kibriya Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı
vakti girince de, müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle
salâtı havf, yâni korku hâlinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli
Nisa Sûresinin 101102. âyetlerinde tarif edilmiştir.
En tehlikeli anlarda bile Resûli Kibriya Efendimizin cemaatle
namazlarını eda edişi, bize cemaatle namazın ne derece büyük bir ehemmiyeti
haiz olduğunu ve ihmâl edilmemesi gerektiğini açıkça ders vermektedir.
Bir Mucize
Zatürrika Seferi esnasında idi.
Ashabtan Ulbe b. Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.
Resûli Ekrem, “Ey Cabir!.. Bunları, al pişir.” diye emretti. Hz. Cabir,
yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
Peygamber Efendimizle mücâhidler, o üç yumurtadan doyuncaya
kadar yedikleri hâlde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.
Allah ‘ın, Mü’minlere Merhameti
Yine, bu gaza esnasında idi.
Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası,
yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine, onu elinde tutan
sahabînin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma sahabîler hayretler
içinde bakarken, Resûli Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
“Siz, yavrusunu tuttuğunuz şu kuşun yavrusu için, kendisini
avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi, Rabbinizin, size
olan merhamet ve şefkati, şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır!”
Devenin Şikâyeti
Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle birlikte Zatürrika’dan ayrılmış,
Medine’ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin,
koşarak Resûli Kibriya Efendimizin yanına varıp tahiyyei ikram
nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü.
Mücâhidler hayretler içinde bakımrken, Peygamber Efendimiz, “Bu
deve ne söylüyor, biliyor musunuz?” dedikten sonra, “Bu deve, sahibinin
zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi
ise boğazlamak istediğini söylüyor!” diye buyurdu. Arkasından Cabir b.
Abdullah’a, devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
Hz. Câbir, “Yâ Resûlallah, devenin sahibini tanımıyorum.” deyince, aldığı cevap şu oldu:
“Deve, seni sahibine götürür!”
Gerçekten, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir’in
önüne düştü ve onu sahibine götürdü.
Hz. Câbir der ki:
“Ben de, deve sahibini alıp Resûlullah’ın yanına getirdim. Resûlullah,
onunla deve hakkıda konuştu ve ‘Devenin söyledikleri doğru mu?’ diye
sordu. Deve sahibi, ‘Evet, yâ Resûlallah… ‘ dedi.””
Gazanın İsmi
Bu sefere, iştirak edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayaklan taştan
dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını
bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazaya “Zatürrika” adı
verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zîra, rika, “ruka”nın çoğuludur;
“ruka” ise, elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki buna da yama denir.
Ebû Musa elEş’arî, bu hususta şöyle der:
“Resûlullah’la (s.a.v.) bir gazaya çıktık. Sâdece bir devemiz vardı.
Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım
delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası
sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zatürrika Gazası denildi.
RESÛLİ EKREM’İN BEREKET MUCİZESİ
Ensâr’dan Hz. Câbir’in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud’da şehid
düşmüştü. Geride altı kız çocuğunu yetim ve bir hayli de borç bırakmıştı.
Borç sahipleri, Yahudiler idi.
Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçlan bulunan iki bahçesi
vardı; fakat, bunların mahsûlü borçlarını karşılayacak miktarda değildi.
Sâdece bir tek Yahudîye borcu, 30 deve yükü hurma idi.
Hurma mevsimi girince, Yahudiler, alacaklarını ısrarla istemeye ve
Hz. Câbir’i sıkıştırmaya başladılar. Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin
bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği hâlde kabul etmediler.
Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna
vararak, “Yâ Resûlallah!.. Biliyorsunuz ki, babam Abdullah, Uhud günü
şehid düştü. Geride birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin
bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim hâlde kabul etmediler.” dedi ve
bu hususta kendisine şefaatçi ve yardımcı olmasını diledi.
Resûli Kibriya Efendimiz de, Abdullah b. Amr b. Haram’m borcuna
karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu
silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar. Alacaklılar, Resûli
Ekrem Efendimizin, “Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl
alınız.” teklifini de kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir’e, “Sen git; ben yarın
kuşluk vakti yanına gelirim.” dedi.
Ertesi gün, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i yanına alarak Hz. Câbir’in
hurma bahçesine gitti. Ona, “Git, hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı
bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!” buyurdu.
Hz. Câbir, derhâl emri yerine getirdi ve gelip durumu Serveri Kâinat
Efendimize arzetti. Hz. Câbir, alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber
Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
Resûli Kibriya Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini
üç kere dolaşıp dua ettikten sonra, Hz. Cabir’e, “Şu alacaklıları yanıma çağır.” dedi.
Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından
ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.
Hz. Câbir (r.a.), müşahedesini şöyle anlatır:
“Tek, Allah, babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kız kardeşlerimin
yanına bir hurma tanesiyle dönüp gitmeye bile razı idim. Hâlbuki,
Resûlullah, ondan, bütün alacaklılara hurma verdiği hâlde, bir hurma
bile eksilmediğini gördüm!” Borç sahipleri olan Yahudiler de, bu hâdiseden çok taaccüp edip
hayrette kaldılar. Bu, Resûli Kibriya Efendimizin apaçık bir mûcizesiydi!
BEDRÛ’L MEV’İD GAZASI
(Hicret ‘in 4. senesi Şaban ayı / Milâdî 626)
Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken
Müslümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım!” demiş, Hz.
Ömer de Resûlullah’m emriyle, “Olur! İnşallah orası bizimle sizin
çarpışma yeriniz olsun!” cevabını vermişti.
Uhud Muharebesinin üzerinden bir sene geçmişti.
Resûli Ekrem, verdiği sözü yerine getirmek için harb hazırlıklarına başladı.
Öte yandan, Kureyş’in reisi Ebû Süfyân da, harb hazırlıklarını
sürdürüyordu. Fakat, o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık
hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.
Ebû Süfyan ‘ın Başvurduğu Taktik
Bedir’e gitmek kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan,
Peygamberimizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mâni olmak istiyor,
bunu nasıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu!
O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym b. Mes’ud’la, Mekke’de
karşılaştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak maksadıyla gelmişti.Ebû
Süfyan, “Ey Nuaym!..” dedi, “Ben, Muhammed’le ashabına, ‘Bedir’de buluşalım,
çarpışalım!’ diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı! Hâlbuki, bu
yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hâkimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez. Onun
için, bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz! Karşılaşmamız ise,
onun cesaretini artıracaktır!” deyip niyet ve endişesini izhar ettikten
sonra, Nuaym’e teklifini şöylece yaptı:
“Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet
topladığımı bildir ve onları Bedirde bizimle çarpışmaktan vazgeçir! Bu
işi becerirsen, sana yetişkin 70 deve veririz.”
Nuaym, derhâl Medine’ye döndü. Va’dedilen mükâfata konmak için,
Mekkeli müşrikler lehinde kesif bir propagandaya girişti; Kureyşlilerin
karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip
durdu. Münafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya
koymalanyla, Müslümanlarda müşriklere karşı savaşma hususunda bir
gevşeme meydana geldi. Yahudilerle münafıklar, bu duruma son derece
sevindiler; “Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden
vazgeçiremez!” deyip sevinçlerini küstahça izhar ettiler.
Peygamberimizin Kesin Kararı
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhâl Resûli Ekrem Efendimize bildirdiler.
Resûli Ekrem Efendimizin kararı kesindi. “Varlığım kudret elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, va’dedilen yere Medine’den hiç kimse gitmek
için çıkmasa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim!” dedi.242
Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi
çaktı, Allah’ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.
Resûli Ekrem, yerine Abdullah b. Revaha’yı vekil bırakarak bin 500
mücâhidle Medine’den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sâdece 10 atlı vardı.
Mücâhidler, ayrıca beraberlerinde ticaret malları da götürüyorlardı.
Çünkü, gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır
kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine
rastlıyordu. Eğer düşman gelirse, onunla çarpışacaklardı; şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı! Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’e gelip beklemeye başladı.
Fakat, düşman kuvvetleri görünürde yoktu.
Zîra, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’den yola çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki
iki bin kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen
nahiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini
gösterememiş ve Müslümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları hâlde
göze alamadıklarından Mekke’ye geri dönmüşlerdi!
Hz. Resûlullah, mücâhidlerle Bedir’de sekiz gece bekledi.
Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve
kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini yitirmediklerini bir kere
daha gördüler; nazarlarında Kureyş’in itibarı da böylece kırıldı.
Mücâhidler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler.
Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle
birlikte sevinç ve ferah içinde Medine’ye döndü.
Bu gazanın diğer bir adı, Küçük Bedir’dir.
Efendimizin Ümmü Selemeyle Evlenmesi
Asıl ismi “Hind” olan Hz. Ümmü Seleme, Mahzum Oğulları Kabilesinden
Ümeyye b. Muğire’nin kızı idi. Kocası Abdullah b. Abdû’1Esed,
İslâmiyeti kabul etmesinden dolayı müşriklerin eza ve cefasına mâruz
kalınca, Habeşistan’a hicret etmişti. Birçok Kureyşlinin Müslüman
olduğu şayiası üzerine Mekke’ye dönmüş, ancak haberin asılsız
olduğunu öğrenince, bin bir güçlükle bu sefer Medine’ye göç etmişti.
Habeş ülkesine her iki hicrette de, Hz. Ümmü Seleme, kocasıyla birlikte bulunmuştu.
Kocasının Uhud Harbinde yaralanması sonucu Hicret’in 4. yılının
Cemaziyelahir ayı sonuna doğru vefat etmesiyle birlikte, dört çocuğuyla
Hz. Ümmü Seleme dul kalmıştı. Ahidleşmek İstemeleri
Hz. Ümmü Seleme, henüz vefat etmeden, bir gün kocasına,
“Duyduğuma göre, Cennetlik kocası ölen Cennetlik bir kadın, sonradan
başka birisiyle evlenmezse, muhakkak Allah onu Cennet’te kocasıyla bir
araya getirecektir. Aynı şekilde, Cennetlik hanımı ölen Cennetlik bir
erkek de, sonradan başka bir kadınla evlenmezse, Allah, muhakkak onu
da Cennet’te karısıyla biraraya getirecektir!” dedikten sonra şu teklifi yapmıştı:
“O hâlde gel, seninle sözleşelim: Ne sen, benden sonra evlen; ne de ben, senden sonra evleneyim!”
Fakat, Ebû Seleme bu teklifi kabul etmemiş ve, “Sen, benim sözümü
dinle: Ben öldüğüm zaman sen evlen!” demişti; sonra da şu duayı yapmıştı:
“Allah’ım!.. Ümmü Seleme’ye, benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasîbet!”
Peygamberimizin, Ümmü Seleme ‘yle Konuşması
Hz. Ümmü Seleme, daha önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den gelen
evlenme tekliflerini kabul etmemişti. Bundan sonra, Peygamber Efendimiz,
kendisiyle evlenmek istediği haberini gönderdi. Hz. Ümmü Seleme,
mazur görülmesini diledi ve, “Ben hem yaşlı, hem de kıskanç bir
kadınım; aynı zamanda çoluk çocukluyum. Şâhid olarak da velilerimden yanımda hiç kimse yoktur.” dedi. Teklifine bu cevabı veren Hz. Ümmü Seleme’ye bu sefer Peygamber
Efendimiz gitti ve evlenme teklifini bizzat tekrarladı. Sonra da şöyle konuştu:
“Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun: Hâlbuki, bir kadına, kendisinden
daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir! ‘Yetimlerin annesi’
olduğunu söyledin: Bunu bil ki, onların geçimleri Allah’a ve Resulüne
aittir. ‘Kıskanç bir kadınım.’ diyorsun: Bunun da senden izalesi
için Allah’a dua ederim. Yanında velilerinden kimsenin bulunmadığını
söylüyorsun: Onlardan hazır bulunan veya bulunmayanlardan bana razı
olmayacak hiçbir kimse yoktur!” Bunun üzerine Ümmü Seleme, yanında bulunan oğluna dönerek,
“Kalk yâ Ömer!.. Beni Resûlullah’a nikâhla.” dedi. Böylece, Cenâbı Hakk, Ebû Seleme’nin vefatından önce, “Allahım!.. Ümmü Seleme’ye benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek,
onu incitmeyecek bir koca nasîb et.” tarzında yaptığı duasını kabul
buyurmuş ve Ümmü Seleme’ye insanların en hayırlısına hanım olmayı nasîb etmiş oluyordu.
Resûli Ekrem Efendimizle evlendiğinde 44 yaşında bulunan Hz. Ümmü
Seleme, Hicret’in 59. senesinde 84 yaşında iken vefat etti. Cenaze
namazını Ebû Hüreyre (r.a.) kıldırdı ve Bakî Mezarlığına defnedildi.
Okuma bilen, fakat yazmayı öğrenemeyen Hz. Ümmü Seleme, fıkhı iyi
bilenler arasında yer alıyordu. Resûli Ekrem Efendimizden rivayet ettiği hadîs sayısı 378’dir.
Hicretin 4. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
İçkinin Haram Kılınması
İçki, Hicret’in 4. yılında, Benî Nadir Yahudilerinin yurtlarından sürgün
edilip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.
İçki, üç safhada inen âyetlerle haram kılındı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Medine’ye teşrif ettikleri zaman Müslümanlar
arasında da içki içiliyor, kumar oynanıyordu.
Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü
sordular. O sırada Hz. Ömer de, “Yâ Rabbi!.. İçki hakkında bize, açık ve
kesin bir beyanda bulun!” diye dua etti.
Bir müddet sonra, “Sana, içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: ‘Onlarda
hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından
daha büyüktür.'”247 mealindeki âyeti kerîme nazil oldu.
Bunun üzerine, Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi
bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti. Ancak, içenler arasında bu arada bazı nahoş durumlar meydana geldi. Hattâ, ashabtan biri, akşam namazım kıldırırken, kıraati yanlış ve ters mânâ çıkacak şekilde karıştırdı. Hz. Ömer tekrar, “Allah’ım!.. İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda
bulun!” diye dua etti.Çok geçmeden, “Ey îman edenler!.. Siz sarhoşken,
ne söyleyeceğinizi bitinceye ve cünüb iken de yolcu olmanız
müstesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayınız!”mealindeki âyeti kerîme nazil oldu.
Bu da, yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu.
Bunun üzerine Müslümanlar, “Yâ Resûlallah!.. Biz, namaz vakti yaklaşınca
içki içmeyiz!” dediler. Peygamber Efendimiz, onlara cevap vermeyip sustu.
Haliyle, Müslümanlar arasında içki içenlerin sayısı da bir hayli azaldı.
Namaz kılınacağı zaman da, Resûli Kibriya Efendimizin emriyle,
“Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın!” diye nida edilirdi.
Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip namaza geldi.
Hz. Ömer tekrar, “Allah’ım!.. İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye dua etti.
O zaman şu âyeti kerîme nazil oldu: “Ey îman edenler!.. İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, Şeytan’ın
murdar, kötü bir işinden başka bir şey değildir. Bunun için onlardan
kaçınınız ki, korktuklarınızdan kurtulup umduklarınıza erebilesiniz!
“Şeytan, içki ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek,
sizi Allah’ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık, bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?”
Bundan sonra Müslümanlar, “Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz!..” dediler.
Bu da, içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve böylece, içki, bütün Müslümanlara haram kılınıyordu.
Bu âyetlerin nazil olması üzerine Resûli Kibriya Efendimizin emriyle, münâdî, “Haberiniz olsun ki, içki haram kılınmıştır!” diyerek Medine sokaklarında nida etti.
Bu emri duyan Müslümanlar, evlerinde bulunan bütün içkileri derhâl
döktüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarında sel gibi aktı.
Konuyla ilgili birkaç hadîsi de nakledelim: “Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını
yiyene lanet etmiştir.” “Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır. Kim
dünyada devamlı içki içer ve tevbe etmeden ölürse, âhirette o kimse, âhiret şerbeti içemez!”
“İçkiden uzak durunuz; çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.”
“İçki, ümmü’lhebaistir [bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır].”
“Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.”
Hz. Zeyneb binti Huzeyme ‘nin Vefatı
Peygamberimizin zevcesi Hz. Zeyneb, İslâmiyetten önceki devirde,
yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara
devamlı yemekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için
“Ümmü’lMesakin [Miskinler, Düşkünler Annesi]” diye bilinir ve yâd edilirdi.
Resûli Kibriya Efendimizle evliliği Hicret’in 3. yılı Ramazan ayında
olmuştu. Hicret’in 4. yılı Rebiülâhir ayı sonunda ise, 30 yaşında iken vefat etti.
Resûli Kibriya Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Bakî Kabristanına
defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Haticei Kübra ile Hz.
Zeyneb’ten başka zevcesi vefat etmemiştir!
Hz. Ali ‘nin Validesi Fâtıma Hâtûn ‘un Vefatı
Fâtıma binti Esed, Nebîyyi Muhterem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in
zevcesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine’ye hicret etmişti.
Peygamber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu.
Onu çocuklarından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber
Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, hâl hatırını sorar, onu ziyaret ederdi.
İşte, yüksek ahlâk sahibi bu İslâm kadını, Hicret’in 4. yılında
Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Resûli Kibriya Efendimiz, ona
olan sevgi ve saygısından dolayı, “Bugün, annem vefat etti.” dedi.
Hz. Ali (r.a.), “Annem Fâtıma binti Esed vefat ettiği zaman, Resûlullah
(s.a.v.), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve
cenaze namazını kıldırdı.” demiştir.Resûli Kibriya Efendimiz, bu
mübarek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin
içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu. Müslümanlar,
“Yâ Resûlallah!..” dediler, “Biz, senin buna yapmış olduğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik.”
Nebîyyi Muhterem Efendimiz, şu cevabı verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir
başka kimse olmamıştır. Ona, Cennet elbiselerinden giydirilsin diye
gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı kendisine mülayim ve
kolay gelsin diye de kabirde yanına uzandım.”
Bundan sonra da Resûli Zîşan Efendimiz, şu duayı yaptı: “Allah, sana
merhamet etsin ve hayırla mükâfatlandırsın!
“Allah, sana rahmet etsin, ey annem!.. Sen, benim annemden sonra annem
idin! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, beni giydirirdin!
En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın! Bunu da
ancak, Allah rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın.
“Allah ki, diriltendir, öldürendir; Hayy ve Kayyumdur O!..
“Allahım!.. Annem Fâtıma binti Esed’i af ve mağrifet et; ona hüccet ve
delilini anlat; onun kabrini genişlet!
“Ben Resulünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı
kabul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!..”
Peygamberimizin Torunu Hz. Hüseyin ‘in Dünyaya Gelişi
Hicret’in 4. yılı Şaban ayında, Resûli Ekrem Efendimizin torunu, Hz.
Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, Hz. Fâtıma’dan dünyaya
geldi.Doğumunun yedinci gününde, Peygamber Efendimiz, bu nur topu
torunu için akika kurbanı olarak iki koç kestirdi; kulağına ezan okuyup
ismini koydu ve saçını kestirdi.
Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebîyyi Muhterem Efendimize
benzerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz, “Allah’ım!.. Ben, bunları
seviyorum; Sen de sev bunları… “‘256 diyerek dua etmiştir.
Bir gün, Ebû Eyyûb elEnsârî (r.a.), Resûli Kibriya Efendimizin huzuruna
girerken, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i, önünde oynuyorlar görmüştü:
“Yâ Resûlallah, sen onları çok mu seversin?” diye sorunca. Peygamber
Efendimiz şu karşılığı vermişti:
“Nasıl sevmiyeyim ki?.. Bunlar, benim, dünyada kokladığım iki reyhanımdır!”
Zeyd b. Sabit Hazretlerinin, Arap, İbranî ve Süryanî Yazısını Öğrenmesi
Zeyd b. Sabit (r.a.), Hicret’ten önce Evs ve Hazreç Kabileleri arasında
Buas Günü vuku bulan çarpışmalarda babasının ölmesiyle yetim
kalmıştı. O sırada altı yaşında idi.
Resûli Kibriya Efendimiz, Bedir’de esir alınan Kureyş müşriklerinden
malî durumu fıdyei necat ödemeye müsait olmayan her birisinin, Ensâr
çocuklarından 10 çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest
bırakılacaklarını bildirmişti. İşte, Zeyd b. Sabit de, o zaman okuma
yazma öğrenmiş olan Ensâr çocuklanndandı.
Hz. Zeyd b. Sabit, son derece zekî idi.
Hicret’in 4. senesinde Resûli Ekrem Efendimiz, kendisine Yahudî
yazısını, yâni İbranîceyi öğrenmesini emretti ve, “Ben,yazılarımı, onların
değiştirmeyeceklerinden emin değilim!”258 buyurdu.
Bunun üzerine, Hz. Zeyd, 15 gün içinde İbraniceyi öğrendi; hattâ onda
maharet sahibi oldu. Resûli Kibriya Efendimiz, bundan sonra Yahudîlere
bir şey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd’e yazdırır, Yahudilerden gelen
yazıları da ona okuturdu.
Yine bir gün, Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’e, “Süryanîce güzelce
okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanîce yazılar geliyor.” dedi.
Hz. Zeyd cevaben, “Hayır, iyi okuyup yazamam.” deyince, Peygamber
Efendimiz, “O hâlde, sen onu iyice öğren.” buyurdu.
Bu emir üzerine Hz. Zeyd b. Sabit, 17 günde Süryanîceyi öğrendi.260
Hz. Osman’ın Oğlu Abdullah’ın Vefatı
Hz. Osman, Habeşistan’a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti.
Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı.
Abdullah altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü
gagaladı. Yüzü gözü şişti. Fena hâlde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak
da Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayında vefat etti.
Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı.
Kabrine ise, onu, babası Hz. Osman indirdi.261
Abdullah’ın mezar taşını diken Resûli Kibriya Efendimizin gözlerinden
yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular:”Allah Teâlâ, kullarından, merhametli
ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!”