Efendimizin Dünyaya Gelişi ve Çocukluğu
Efendimizin Dünyaya Gelişi ve Çocukluğu
Efendimizin Dünyaya Teşrifleri
Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü.
Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder,
elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti!
Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tevhid” inancından
mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp
kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı!
Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet
ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm
kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti.
Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.
Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan
bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin
daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi!
Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir
eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!
Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz
insan, Allah’ın Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyordu!
O An…
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi.
Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsalsiz insana
“hoşâmedî”de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20’si. Fil Vak’asından 50 veya 55 gece
sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi.
Mekke’de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise
vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak
sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi. Kâinat, sevinç ve
heyecan içinde âdeta, “Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu
semâvâtü zemin.” diye haykırdı.
Annesinin Dilinden…
Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan
azîz anne Hz. Âmine, o mes’ud ânı şöyle anlatır:
“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:
‘”Ya Âmine!.. Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!’ “Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib, Kabe’yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi.
Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp
yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende
korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak
kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur
(denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi.”
Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:
“Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kabe’nin
üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede.
Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı
ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları
gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle
tanısınlar!’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”
Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında
Şam’ın saray ve köşklerini seyretmiştir.
Şifa ve Fâtima Hâtûn’un Müşahedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, azîz annesinin
yanında Abdurrahmân b. Avf in annesi Şifa Hâtûn ile Osman b.
Ebû’lÂs’ın annesi Fâtıma Hâtûn da vardı.
Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtûn, o andaki müşahedesini şöyle anlatır:
“Allah’ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim.
Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.’ Maşrık ile
mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını gördüm!
Sonra, Allah Resulünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime
öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı.
Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya
götürdüler’ diye cevap verildi. “Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resulü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla
beraber îman dairesine girdim.” Fâtıma Hâtûn ise, hâtırasında, o mes’ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım
salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.
Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve dünyaya
göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.* Sırtında, iki kürek kemiği
arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü “Hatemi Nübüvvet” bulunuyordu.
Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir
araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası
büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûli Ekrem Efendimizin beklenen son
peygamber olduğunun bir alâmeti idi.
Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûli Ekrem Efendimizin “Nübüvvet
Mührü”yle ilgili olarak şöyle der:
“Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyyi Ekrem’in (s.a.v.) yanına
götürüp, ‘Yâ Resûlallah!.. Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.’ dedi.
Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest
aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu
arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi
olan Hatemi Nübüvvet’i gördüm!”
Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.)
sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar, peygamberlerden Şit,
Idris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
Hz. Ali de (r.a.), Resûli Ekrem’i tarif ve tavsif ederken, “İki küreği arası
enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki
peygamberlik hateminden belliydi.” der.
Abdûlmuttâlib ‘e Verilen Müjde…
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib,
Kabe civarında Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdûlmuttâlib, bir anda
kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı.
Sonra da, oğlu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir. Bu
oğlumun sânı şerefi yüce olacaktır.” diye konuştu.
Abdûlmuttâlib, bu mes’ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin
doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına
üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban
ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.
Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu,
dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
“Muhammed… “
“Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?” dediler.
Cevabı şu oldu: “Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!..”
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah’ın, insanların ve
meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek
şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete
lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati,
takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en
üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına
erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz.
DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKA HÂDİSELER
Kâinatta en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dünyaya teşrifleri hadisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîri Zülcelâl, onun gelişini
takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı; dolayısıyla,
imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. “Şu gördüğün büyük âleme
büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin
kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlemi kebir, bir şecere tahayyül edilirse,
Nuru Muhammedi, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur.
Eğer dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur.
Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.”
İşte, “Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım!”
kutsî hadîsi, bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca, Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hususî değil,
umumî ve cihanşümuldur. Buna binâen, elbette, dünyaya teşrifleri
esnasında birtakım hârika hâdiseler vücuda gelecekti; ve bu hâdiseler,
akıl ve basiret sahiplerini düşünceye sevkedecekti!
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevîi Nuriye, s. 106.
ebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu
hârika hâdiseler meydana geldi:
Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu
Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resulünün
geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada
da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış
ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Âhirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı. Resûli Zîşan’ın meşhur şâiri Hassan b. Sabit (r.a.), bu hususu şöyle
anlatmıştır: “Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti,
Yahudînin biri ‘Hey Yahudiler!..’ diye çığlık atarak koşuyordu.
Yahudîler, ‘Ne var, ne yırtınıyorsun?’ diyerek adamın başına üşüştüler.
Yahudî şöyle haykırıyordu:
“‘Haberiniz olsun: Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.'”
İbni Sa’d’ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir:
“Mekke’de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resulünün doğdukları gecenin
sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: ‘Bu gece kabilenizden
bir oğlan çocuk doğdu mu?’ Kureyşliler, ‘Bilmiyoruz.’ cevabını verince,
adam sözlerine devam etti: ‘Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin
peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.’
“Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler: ‘Bu
gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.’
“Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü; ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
‘”Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir
devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'” Demek, gök kubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûli Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
Medayin ‘deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteriyordu.
Derin uykuya dalan Medayin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle
uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından
fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o
sapasağlam burçlarından 14’ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin
dinî reislerini derhâl bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden
hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye
başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi.
Mektupta, İstahrabat’ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin
söndüğü haber veriliyordu. Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak,
gördüğü bir rüyayı anlattı: “Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve, önlerinde
şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.’
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’ın bu rüyasını da
manâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu.
Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan’a sordu: “Peki, bu, neye işaret olabilir?”
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: “Araplar tarafından çok önemli bir
şeyler olacağına işaret olabilir!”
Kisrâ, bunun üzerine derhâl Hire Valisi Numan b. Münzir’e bir mektup
yazdı. Mektupta, “Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap
verebilecek kudrette biri varsa gönder!” diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhâl Abdû’1Mesih
b. Amr adında bir bilgini Medayin’e gönderdi.
Gelen âlimi, hükümdar, derhâl huzura kabul etti. Cereyan eden
hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.
Abdû’lMesih, Kisrâya, hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini
söyledi ve ilâve etti: “Şam yakınında Cabiye’de oturan dayım Satih’te,
bunilara cevap verecek bilgi vardır.”
Bunun üzerine Kisrâ, Abdû’lMesih’i, gidip, Satih’ten hâdiseler
hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam Kâhini Satih, kemiksiz, âdeta âzâsız bir vücut, yüzü
göğsü içinde bir acubei hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâima sırtüstü
yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten
verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdû’l Mesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satih’in yanına vardı.
O sırada Satih, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli hastalık içinde
kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de
alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi.
Fakat, Abdû’lMesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi.
Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satih, gözlerini birden açtı ve sanki
kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi
canlanarak heyecan içinde haykırdı: “Ey Abdû’lMesih!.. İlâhî vahyin okunması
çoğalacak! Asâ’nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve
Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih
için… Şunu bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim,
böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi.”
Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti: “Sasanîlerden, yıkılan burç
sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır.”50
Bu cümleler, Satih’in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu
gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez
gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.
Meşhur Kâhin Satih, bu sözleriyle, açıkça, Âhirzaman Peygamberinin
dünyaya gelmiş olduğun haber veriyordu.
O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref
veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin karanlık
inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortaran kaldıracağına işaretti.
Nitekim, tarih buna da şâhid oldu ve hâdiseler Satih’in haber verdiği gibi
cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren 14 hükümdarın idaresinden sonra,
Kadisiyye’de Hatemû’lEnbiya’nın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.
Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran’da dinî bir
mezheptir. Zerdüşt tarafından va’zedilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir
şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli
başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun
yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu
mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır (islâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 201-205).
Kabe ‘nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı
Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah’ın tek mâbud oluşunun içinde
ve üstünde ilk olarak âbideleştiği Kabe’yi, putlarla, karanlıklara
boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid Temsilcisi Resûli Kibriya’nın
dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş
bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât,
kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan
kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır.
Dünya buna da şah id oldu: O Resûli Zîşan, kısa zamanda Kabe’yi
cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmanıyla yok ediverdi.
İstahrabat ‘ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman
Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi
Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin
dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların
istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperesti iği de bir çırpıda ortadan
kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş’alesiyle aydınlatacaktı. Takdis Edilen Meşhur Save (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi Bu da, gelen zâtın, Allah’ın izniyle olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi.
Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü
Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün
ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sinesinde terbiye edip okşayacaktı. Semave Vadisi, Taşarı Seller Altında Kalıp Suya Gar koldu
Resûli Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi.
Taşan seller Semave Vadisi ve Semave şehrini sular altında bıraktı. Şehir
halkı, dehşet içinde kalarak, çâreyi dağlara ve tepelere sığınmakta
buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve
kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü
Nebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan
yaprağı gibi, gök kubbeden yıldızlar döküldü. Bu hâdise de şuna işaret ediyordu:
Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur!
“Madem Resûli Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım
yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve
cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe
iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu.
Kur’ân, nazil olduktan sonra onlara hatime çekti; hattâ çok kâhinler îmana
geldiler. Çünkü, daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar.”
O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin, Resûli Ekrem’in doğumu
sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfi değildi. Ezelî Kudret’in
kader kaleminin tâyin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya,
Âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zuhurunu haber veriyorlardı!
Efendimizin Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi.
Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran
Arabistan’ın kalbi, sevincinden âdeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdeta ulvî âlemlere uçmak
istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve siirurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle,
kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi,
istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi.
Bundan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtûn, Kâinatın Efendisine
sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi. Süveybe Hâtûn, daha önce de Hz. Hamza’yı emzirmişti. Böylece, Resûli Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt
kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu. Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu
karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun
sahibi olan Fahri Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik
yaptığı için Süveybe Hâtun’u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık
sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa, Fahri Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel
ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden
en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri
Haticei Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hatun’u hürriyetine
kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna
yanaşmadı. Ancak, Resûli Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden
sonra, Ebû Leheb, Süveybe’yi kendiliğinden âzad etti.54
Ebıı Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûli Ekrem’in
risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten
vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri
durmadı. Bu sebeple Allah’ın lanetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe
Hâtun’un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtûn sebebiyle
âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır. Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennem’in şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryad ediyorsun? Neyin var?”
Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda
hiçbir hayır görmedim. Sâdece bir tek hayır buldum:
Muhammed’i emziren Süveybe’yi âzad ettiğim için, bana da şuradan
emip sulanmak imkânı bağışlandı.” diyerek şehâdet parmağını gösterdi.
Hâdise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca
kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı
bir İslâm düşmanı, sâdece onu emziren Süveybe Hâtun’u âzad ettiği için
böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve Cehennem’de azabı
bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki, sâdece Sevgili Peygamberinin
zâtına değil,zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâbı
Hakk, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta
mutlak imam ve rehber kabul edip, sünneti seniyyesine îttiba etmekten
şeref duyan gerçek mü’minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî
ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
ÇOCUKLARI SÜTANNEYE VERME ÂDETİ
Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına
yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise,
hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedil idi. Ayrıca,
çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü;
asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli
ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip
konuşabilmeleri için, Mekke’nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına
ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet hâline
getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazân daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabîle, bilhassa Sa’d b. Bekr
Kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile hâlinde Mekke’ye inerler ve
yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa’d b. Bekr Kabilesi, bilhassa
şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta
temayüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş
ileri gelenleri, daha çok bu kabîle kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
BENÎ BEKİR KABİLESİ KADINLARININ MEKKE’YE GELİŞİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtûn tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa’d Oğullan yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli
bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabîle
halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek bir şeyler bulmada
bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek
çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla
Mekke’ye oldukça kalabalık bir kafile hâlinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk
buldular. Garibtir ki, hiçbiri, yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi
almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı! Mekke’ye geç giren, sâdece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve
hayası, yüksek ahlâk ve fazileti ile, kabilesi arasında tanınmış bir kadın.
Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaîf merkeplerine bindiklerinden, kafileden
geride kalmıştı. Mekke’ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri
müstesna, diğerleri önde giden Bekr Oğulları kadınları tarafından
kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle,
emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Haris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin
çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sâdece işin zahirî bir sebebi olan
gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader’in
kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında
münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden munis sîmalı yaşlı bir
zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdûlmuttâlib’ti.
Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar
gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdûlmuttâlib, “Sen neredensin?” diye sordu.
Kadın, “Benî Sa’d Kabîlesi kadınlarından… ” cevabını verdi.
“Adın ne?”
“Halime!..”
Abdûlmuttâlib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki,
dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de bunlardadır.” dedikten
sonra derin bir iç çekti; arkasından da, Halime’ye, “Ey Halime!.. Yanımda
yetim bir çocuk var. Onu, Sa’d Oğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler.
Bari, gel, sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!” dedi. Halime, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat,
yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve
teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin
almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü.
Olup bitenleri anlattıktan sonra, “Emzirecek çocuk bulamadım.
Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi,
ben de gidip o yetimi(!) alacağım.” dedi.
Kocası Haris, fikrine iştirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah,
onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder.”
Bunun üzerine, dönüp Abdûlmuttâlib’in yanına geldiler.
Abdûlmattâlib, Halime’yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı
Hz. Âmine’nin mütevazi evine götürdü.
Halime, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden
beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu.
Etraf misk gibi kokuyordu!
Halime, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi
isınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı!
Artık, hüzün ve ızdırap bulutu Halime’yi terketmişti. Sevincinden uçacak
gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken,
birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!
Hâlime, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı.
Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi
beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.
On anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halime’nin busesine
tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar
tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
İlk Bereket
Artık, nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halime’nin kucağındaydı.
Fakat, bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye
başlar başlamaz derhâl sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden… Halime şaşırdı, kocası Haris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt
kardeşi olan Halime’nin oğlu Abdullah’ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi,
bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halime, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen
Abdûlmuttâlib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke’den ayrıldılar.
Âmine’nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve âdeta bir bulut olup nur
yavrusunun peşinden koştu.
Gece, Haris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin,
Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti.
Hayretler içinde Halime’ye seslendi: “Ey Halime!.. Bil ki, sen,
çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!”
Halime, kocasını tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!”
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halime dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi
vardı. Merkep, o zaîf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür’ât, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halime’nin yol
arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in
kızı!.. Yazıklar olsun sana!.. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin
merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın
Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaîf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halime, arkadaşlarına cevap verdi: “Hayır, vallahi, merkep aynı
merkep. Hattâ, ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle sür’âtli
gidiyor. Bunda bir gariblik var!”
Ne yazık ki, henüz kafıledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve
niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle
kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!
Efendimiz Sadoğulları Yurdunda
Bütün bu garibliklerden sonra, Halime ve kocası, yurtlarına vardılar.
Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa’d Oğullan yurdundaydı.
O sırada, Sa’d Oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi:
Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve
zaîflikten ayakta duracak mecali kalmamış hayvanlar…
Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hanenin manzarası birden
değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıkabasa
doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi
devamlı süt akıtıyorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halime’nin evinde…
Beldenin şâir sakinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı!
Hayvanları hâlâ zaîf, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!
Sanki, Peygamberimizi “yetim” diyerek almayanlar, mâruz kaldıkları
mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.
Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından
çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahati
çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı: “Gidin, görün
bakalım! Halime’nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken
memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor!
Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!..”
Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını, adları gibi
biliyorlardı. Halime’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin
otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:
“Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar
da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?”
Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı; sâdece
birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı!
Elbette bunun bir sebebi vardı; ve bu sebebi, henüz o zaman Hz.
Halime ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini
sormaları üzerine, Halime onlara şu cevabı verdi:
“Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırlarından bir
sırdır. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı!” Tabiî ki, çobanlar, bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:
Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi
evlerine misafir etme âlicenâblığını gösterdiklerinden dolayı
Halime’lerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halime ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur
yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdeta onu uçan kuştan, doğan
güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.
YAYLA KURAKLIKTAN KURTULUYOR!
Sa’d Oğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.
Bir Cuma günüydü.
Kadınlı erkekli bütün kabîle halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını
da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur duasında bulunmak
için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya başladılar.
Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için
yapılıyordu. Saatlerce dua ettikleri hâlde yere tek bir yağmur damlası düşmedi.
Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halime ve kocası
Haris de vardı. Halime, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu
kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi’nin yanında evde bırakmıştı.
Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye
hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime’nin komşusu bir kadın, duasını
bitirmek üzere olan rahibe yaklaştı ve râhib duasını bitirince de, “Râhib
efendi, biz bu kadar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı
uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul ederdi.” dedi.
Râhib, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve, “Biz, O’na dua
ederiz; ama O’nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir.” diye konuştu. Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi: “Biliyorum, dedikleriniz
doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz
Halime’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri Halime’nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya gelirsek… Belki ayağı uğurlu gelir! Onun yüzü suyu hürmetine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur!”
Râhib önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu.
Yaşlı kadın, Halime’yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı teklifi kendisine anlattı.
Fikir, Halime’nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve
hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şâhid olmuştu. Koşarak eve
vardılar. Peygamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra,
yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.
Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden
sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra,
gözleri garib bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu!
Önce mühimsemediler; “Olabilir.” diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük
bulut kendilerini terketmiyordu. Âdeta, onları, güneşin kavurucu sıcaklığından
korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez
hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur
yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü
kaldırılınca, şirin gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle,
“O bulut beni gölgeliyor.” der gibiydi.
Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa karıştılar.
Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhib, bu sefer onları güleryüzle
karşıladı. Çünkü, o da, Halime ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz, bir
bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü!
Râhib, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve kalabalığa
seslendi: “Ey insanlar!.. Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli
çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile, yağmur vermesi
için Âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim!”
Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı.
Peygaberimiz bir nur yumağı hâlinde rahibin kucağında duruyordu.
Râhib, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdeta hâl diliyle
“Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et.” diye
Cenâbı Hakk’a yalvarıyordu!
Herkes Yüce Allah’a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri,
ümitle gökyüzüne dikildi. Râhib ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek
siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdeta her şeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu.
Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden
büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda
o küçük bulut, yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta
terketti. Dua seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi
bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç
çığlıklarıyla ortalık çınladı: “Yağmur!” “Yağmur!” “Yağmur!”
Evet, îkaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma,
Sa’d Oğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun
yüzü suyu hürmetine, Sa’d Oğullan yurduna lâtif, berrak ve tatlı yağmur
damlaları, Cenâbı Hakk’ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye
başladı. Güya rahmet tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne
akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan
çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul
edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o,
bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesilesi, henüz bir
bebekti! Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte o, Allah’ın ve
meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah’ın sevgili kulu, Peygamberler
Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Muhammed’di (s.a.v.).
Sa’d Oğullan yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.
Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden
fışkırdı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların
memeleri sütle dolmaya başladı.
Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile teşkil eden
sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Bu çocuk, çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk!” Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak
gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu:
Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça
düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok
atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu. Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halime’lerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzelliğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Büyük bir insan gibi
ağır başlı ve vakur idi.
PEYGAMBERİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLİŞİ
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte,
Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven
Halime’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı.
Çünkü, Nur Muhammed’in Cennet’i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.
Fakat, Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten başka çâresi de
yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed’i alarak Mekke’ye geldiler ve annesine
gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu
idi! Biri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın
ateşinde tutuşmuş, yanıyordu!
O anda sütanne Halime’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına,
bütün samimîyetiyle şu teklifi yaptı:
“Ne olur, oğlumu biıraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben,
ona Mekke vebasının bulaşmasından da korkuyorum!” Bu teklif ve arzu, samimî idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.
Azîz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve
bir müddet daha ciğerparesinin Sa’d Oğullan yurdunda kalmasına razı oldu.
PEYGAMBERİMİZ, YİNE BENÎ SA’D YURDUNDA
Halime muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı
içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.
Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah’la birlikte kuzuları gütmeye
de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı.
Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir
şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak
ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!
Bu arada, gözlerden kaçmayan garib bir hâdise vardı: Peygamber
Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.
Artık, gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi
vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.
Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdeta yarış ediyorlardı.
İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa’d Oğulları yaylasında günlerini
böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah’la beraber evlerine yakın
çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil
halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da
Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin
yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla
epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz,
Abdullah’ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına
beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli
idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin
yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup, İlâhî bir halı gibi duran yemyeşil
çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş
vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine
kötülük yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı.
Manzarayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü
manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden
nasıl çıktıklarının farkında bile olamayan Halime ile kocası, bir anda
Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat, Abdullah’ın anlattıklarından
eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zîra, gelenler, memur
edildikleri vazifelerini bir anda bitirip gözden kaybolmuşlardı. Sâdece,
ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften
gülümsüyordu. Fazlasıyla telâşa kapılan Halime ve kocası, “Ne oldu sana
yavrucuğum?..” diye sordular. Kâinatın Efendisi şunları anlattı:
“Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas
vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar.
Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi
o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler.”
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.
Bir gün, sahabîlerden bazıları, “Yâ Resûlallah!.. Bize kendinizden
bahseder misiniz?” diyeceklerdir.
Resûlullah, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’nın
müjdesiyim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hâmile iken Şam saraylarını
aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü.” dedikten sonra,
bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatır:
“Ben, Sa’d b. Bekr Oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt
kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada
yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.”
Bu hâdiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve
Cenâbı Hakk tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu.
Aynı zamanda, Resûlullah Efendimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî
duygular ve İlâhî nurlarla te’yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden
temiz hâle getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sâdece
çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtifei
Rabbaniye’dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüzzaman
Hazretlerinin kalble ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:
“Kalbten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası değildir.
Ancak, bir Lâtifei Rabbaniye’dir ki, mazharı hissiyatı vicdan, ma’kesi
efkârı dimağdır. Binâenaleyh, o Lâtifei Rabbaniye’yi tazammum eden o
et parçasına kalb tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtifei
Rabbaniye’nin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cismi sanevberînin
cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktarı bedene
maû’lhayatı neşreden o cismi sanevberî, bir makinei hayattır; ve maddî
hayat onun işlemesiyle kâimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta
uğrar; kezalik o Lâtifei Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyeti
mecmuasını hakikî bir nuru hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nuru îmanın
sönmesiyle, mahiyeti, meyyiti gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îman, ilim, hikmet, şefkat gibi
maneviyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, maddî temizliğin de
manevî temizlikle münâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûli Ekrem
Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet,
İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını, akıldan uzak görmemek lâzımdır
Efendimizin Annesine Getirilmesi ve Annesinin Vefatı
PEYGAMBER EFENDİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLMESİ!
Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti.
Zâtında görülen gariblikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz.
Halime’yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hattâ,
artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan
herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu. İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halime ve kocası Haris’i şu kararı almaya mecbur etti:
“Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz!”
Halime’nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki?..
Nihayet, Nur Çocuk, kendisine muvakkaten emanet edilmişti!
Emanete el koyacak hâli yoktu ya!..
Sa’d Oğullan yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt
annesi tarafından Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle,
bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!..
Halime ve kocası Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili E-fendimiz,
gözlerden kayboldu. Halime ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara
rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Abdûlmuttâlib’e haber verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden
şaşkına döndü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta
Efendimiz görünmüyordu. Abdûlmuttâlib, çaresiz, ellerini açarak yalvardı:
“Allah’ım!.. Ne olur Muhammed’imi bana geri ver!”
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar,
Varaka b. Nevfsl ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdûlmuttâlib,
hasretini çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya
kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kabe’ye giderek onunla
birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.
Bilâhare, Abdûlmuttâlib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet
bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.
Artık, Peygamber Efendimiz, azîz annesinin sıcak kucağında, şefkatli
kollan arasında, mes’ud ve mütevazi evinde idi.
Sütanne Halime, Saadet Güneşini Mekke’de bırakıp yurduna döndü.
Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı.
Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara
karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde,
“Anneciğim!..” diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda
bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Kâinatın Efendisiyle görüşen Halime, kendisine yurdundaki kıtlık ve
kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadirşinas
ve hayırsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhâl Halime’ye 40 koyun,
binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.
Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de
Şeyma idi. Sa’d Oğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.
Bu tatlı hâtıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında, Şeyma da,
Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeyma, kendisini
tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber
Efendimiz tarafından mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa’d Oğulları yurdunda sütanne Ha-lime’nin
yanında geçen günlerinin hâtıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:
“Ben, aranızda en hâlis Arab’ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda,
Benî Sa’d b. Bekir yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır.”
PEYGAMBER EFENDİMİZ ANNESİNİN YANINDA
Nebîyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halime tarafından annesi
Hz. Amine’ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.
Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu!
Azîz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme
göç eden kocası Abdullah’ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu..
Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek tesellî kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (s.a.v.).
Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevazi evin ışığıydı, bereketiydi,
gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten
asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine azîz annesi hayrandı!
O, sâdece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever
ve hürmetkar idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk
alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip
dolaşmaya âdeta can atarlardı. Evet, Cenâb-ı Hakk, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle memur edeceği resulünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel
surette terbiye ediyordu!
BABA KABRİNİ ZİYARET
Kâinatın Efendisi, altı yaşında.
Bu sırada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı;
Abdûlmuttâlib’in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b.
Neccar Oğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar
kocasının kabrini ziyaret etmekti.
Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke’den biricik oğlu
ve dadısı Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Â-mine’nin âlemi şen ve
neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu
mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan
mübarek eve kavuşma-yacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bakıyordu!
Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra
Medine’ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga’nın evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan azîz kocasının kabrinin başına
gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah’ın kabrinin toprağını bol bol suladı.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara
karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.
Sanki, bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu!
PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ!
Medine’de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı
Ümmü Eymen’le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan
geçen ruhanî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine
diktiler. Peygamberimiz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yaklaşarak sordular: “Bu çocuğun adı nedir?” Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini
göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” dedi.
Adamlar itimat telkin eder konuştular: “Bizim tanıdığımız bir çocuğa
benziyor da onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?”
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak
kimseler olmadığı kanaatine varınca, “Onun adı Ahmed’dir.” dedi.
İki Yahudî, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle
bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen’e yalvardı: “Ne
olur, onu buraya biraz çağırır mısın?”
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı?
Fakat, adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:
“Bizler,” dedi, “iyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye
zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz.”
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle
birlikte çıkıp geldi. Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler.
Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar.
Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin
diğerine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:
“İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de onun hicret
edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır.”
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.
Yine, rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi, bu ziyareti
esnasında Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.
HZ. ÂMİNE’NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan
sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evlâdı ve Ümmü Eymen…
Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Azîz anne ve şerefli
evlâdının ruhlarını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği
kocasını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir
pınarı andırıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, azîz annesinin bui
gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan
gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hz. Âmine anîden rahatsızlandı. Peygamberimiz
ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini
artıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?
Ebva Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka
ellerinde çâre yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve
kendisini tutamayarak anîden yere yıkılı-verdi. Üstünü örttüler. Hz.
Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise,
onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu.
Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz, kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?..” diye sordu.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu.
Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini
uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok.” diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık
hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su.” dediği
işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, azîz annesine suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerparesinin yumuşacık
ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan sımasına doya
doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına
aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu. Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu.
Kocasını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi
ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini
yakalayan hastalıktan daha çok, bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu! Ama
ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü! Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
“Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla 100 deve
karşılığında kurtulan zâtın oğlu!.. Allah, seni azîz ve devamlı kılsın. Eğer
rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah
tarafından Âdem Oğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber
gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak
için gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen
putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür,
her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fânidir, gider. Eivet,
ben de öleceğim. Fakat, ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, tertemiz bir
evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum.”
Acıklı ve âdeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmine’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva Köyü. Tarih, Milâdî 576…
Hz. Amine ‘nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdeta
dilleri tutulmuştu. Konuşan, sâdece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve azîz yavrunun gözyaşlarını
sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama,
canım Muhammed’im!..” dedi, “İlâhî Ka-der’e karşı boynumuz kıldan incedir.
Can da Onun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum.
Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat, anne yüzü, unutulmayacak
bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum.” dedi; sonra
da derhâl kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e,
“Haydi, o, emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na’şını toprağa
teslim edelim, rahat etsin.” dedi.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın
bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı
için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için
elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evlâdıy-mış gibi bağrına bastı
ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdeta onu bir anne kabul ederek,
“Anne, anne!..” diye çağırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise,
“Annemden sonra annem!..” diyerek iltifatta bulunuyordu.
HEM ANNEDEN, HEM BABADAN YETİM!
Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de
anneden öksüz idi. Fakat, onun hakikî muhafızı ve hâmîsi vardı. O
Hafız, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi
altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
“Rabbin, seni yetimi bulup da barındırmadı mı?”69 mealindeki âyet-i
kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine
Ebva’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle
düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek
isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha
sonra âzad ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının
ölümünden sonra da onu Zeyd b. Harise’yle evlendirdi. Üsame
Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören
sahabîler de ağlayacaklar ve, “Yâ Resûlallah!.. Niçin ağladınız?” diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhametini
düşündüm de ağladım.” diye cevap verecektir.
ERKEN VEFATLARININ HİKMETİ
Burada hâtıra şu sual gelebilir:
“Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğine
neden yetişemediler ve neden ona îman, kendilerine nasîb olmadı?”
Bu suale, “Mektûbat” isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şu cevabı verir:
“Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi
keremiyle, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane hissini memnun etmek
için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor. Vâlideynlik mertebesinden
manevî evlâd mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i
Rububiyeti altına alıp, onları mes’ud etmek ve Habib-i Ekremini de
memnun etmek-liği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona
zahirî ümmet etmemiş. Fakat, ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini
onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mareşalin], yüzbaşı rütbesinde
olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı
tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yâver-i ekremine merhameten,
pederini onun maiyetine vermiyor!”
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ ÎMANLARI MESELESİ
İslâm âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
“Hz. İbrahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (s.a.v.) netice veren
nurânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar
ve küfrün karanlıklarına mağlûb olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü,
şirk ve küfürle kirlenmemiştir.”
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin
îmanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla
birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve validelerinin
âhirette necat ehlî olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle
ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden
çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azab yoktur.
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî’ye,
“Peygamberimizin baba ve annesi Cehennem’de midir?” diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azab yoktur.” cevabını verir.
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin âhi-rette azab
görmeyeceği, âyet ve hadîslerle sabittir. Peygamber Efendimizin peder
ve validelerine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin
ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu hâlde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, onlar
da necat ehlidirler ve âhirette azab görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehlî oldukları
sabit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl,Varaka b. Nevfel
ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim’den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle
amel eden “Hânif’lerdendirler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehlî olmadıklarının
bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babala rın sulbünden, temiz
anaların rahminden nakloluna geldim.” hadîs-i şerifidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de müşrikler “necis kimseler” olarak vasıflandırılmışlardır.
Temizlik ile pislik, îman ile şirk, mü’min ile müşrik
arasında tezat bulunduğuna göre, yukarıda kaydettiğimiz hadîs ölçüsü
ışığında, Resûl-i Ekrem’in ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi
manevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vâcib olur.
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
“Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) Allah tarafından rahmet olduğu hitab edilirken
parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru
sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nurundan
mahrum farzetmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir.
Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muhterem anne ve babasının hayatları
Câhiliyye devrinde geçmiştir; Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir.”
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:
“Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i
Cennet’tir ve ehl-i îmandır. Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekrem inin mübarek
kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette rencide etmez.”
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken Vâlideynine Mevlâ nice vermeye
şerefi, Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?
Mânâsı: İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) saadet burcunda
iken, Cenâb-ı Hakk, anne babasına nasıl şeref vermez ki?..
Ey gönül!.. İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sadefini hiç yabana atar mı
Efendimiz Dedesi Abdulmuttalib’in Yanında
PEYGAMBERİMİZ DEDESİ ABDÛLMUTTÂLİB’İN HİMAYESİNDE
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı
dedesi Abdûlmııttâlib himayesine aldı.
Kureyş’in reisi Abdûlmuttâlib de nuru Ahmedî’den nasibini almıştı. O
nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu,
büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, parlak yüzü, tatlı sözü,
utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı,
akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan
büyük zevk alırdı. Hattâ, bu cömertliğini, bu yardımseverliğini
hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu kuşu da düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan
biri idi. Allah’a bağlıydı ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına
olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâbı Hakk’a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını
da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız
çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her
zaman kaçınırdı. Mekke’de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından
ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle
Kureyşliler ona “İkinci İbrahim” derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibâdetle
meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi. Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. Hele, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten, Abdûlmuttâlib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor,
şefkatli kanatlan arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu.
Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber
Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından
farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından
derhâl farkediliyordu. Hattâ, zaman zaman toplantılarda ve sohbetlerde
sorulan sorulara Abdûlmuttâlib, onunla istişare ettikten sonra cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin âdeta samimî bir
arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen
o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.
Dedesinin Minderine Sâdece O Otururdu!
Kabe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş’in reisi
Abdûlmuttâlib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu
minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Abdûlmuttâlib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi
kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup
onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:
“Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve sânı büyük olacaktır!”
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur,
eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.
Yine, Abdûlmuttâlib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu
uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bâzan da dizine oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!..
Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya
gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle, Abdûlmuttâlib, büyük
bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhâl Kabe’ye vurarak,
ellerini Yüce Mevlâ’ya açtı ve, “Allah’ım, Muhammed’imi bana geri lütfet!” diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi,
kendisini sevinçle kucakladı ve, “Biricik yavrum!..” dedi, “Senin için o
kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan
asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim.”81
Hakikaten de Abdûlmuttâlib, vefatına kadar nur torununu bir gölge
gibi takib etmekten geri durmadı.
SEYF B. ZÎYEZEN, ABDÛLMUTTÂLİB’E NELER SÖYLEDİ?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdûlmuttâlib, hayatında sâdece
bir defa kısa bir süre için ondan uzak kaldı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden
geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın
dört bir tarafından aşiret ve kabîle reisleri onu tebrike geliyorlardı.
Mekke’yi temsilen de Abdûlmuttâlib’in başkanlığına bir heyetin
Gumdan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayrılmakla, Abdûlmuttâlib,
ilk defa nur torunundan uzak kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Kureyş heyetini Seyf b.
Zî Yezen kabul etti. Abdûlmuttâlib, hükümdardan izin alarak, kendisinin
üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan
bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
“Biz, Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah’ın hizmetkârıyız!”
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatlı dilli kişi!..
Sen kimsin?”
Abdûlmuttâlib, “Ben, Haşîm’in oğlu Abdûlmuttâlib’im!..” dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle,
“Demek, sen, kız kardeşimizin oğlusun!”
Abdûlmuttâlib, “Evet… ” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdûlmuttâlib’e daha yakın alâka gösterdi.
Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, “Akraba olduğumuzu öğrendim.
Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet
edilmeye, oturulup konuşulmaya lâyık, şerefli insanlarsınız!” diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimî
olduğunu, Abdûlmuttâlib’i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek
peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı
ipuçları yakalıyordu. Nitekim, bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı
bir sırada Abdûlmutâlib’i gizlice yanına çağırdı ve, “Ey Abdûlmuttâlib!..”
dedi, “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı
olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta
bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!”
Abdûlmuttâlib meraklandı, “Nedir o?..” diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: “O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması
muhtemel bir çocuğa aittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır.
İki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Babası ve annesi ölünce, onu
dedesi ve amcası sırasıyla himayeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve
yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli
yerleri fethedecek, Kıyamet Gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır.
Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman
olan Allah’a ibâdet edecektir. Onun sözü müşkîlleri halledecek, işi
ise basiret ve adalet üzere olacaktır. Dâima iyiliği buyuracak, iyilik yapacak
ve insanları kötülükten sakındıracaktır.”
Merak ve heyecana kapılan Abdûlmuttâlib, hükümdarın biraz daha
açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için
de, “Ey Hükümdar!.. Ömrün uzun, saltanatın dâim ve sânın yüce olsun!
O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?” dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, “Ey Abdûlmuttâlib!..”
dedi, “Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!”
Bu sözleri duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden derhâl secdeye kapandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. “Ey Abdûlmuttâlib!..
Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?” diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdûlmuttâlib, anlattı. “Ey
Hükümdar!..” dedi, “Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok
sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi
Menafin kızı Âmine’yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun
iki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde
taşıyor. Babası ve annesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.”
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Abdûlmuttâlib’e,
“Çocuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düşmanıdırlar. Onların kendisine
zarar vermesinden sakın! Fakat, Allah, onun düşmanlarına imkân
ve fırsat tanımayacaktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre,
Yesrip [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir.” dedi.
Artık, hem hükümdar, hem de Abdûlmuttâlib, büyük bir müşkîli halletmiş
olmanın rahatlığı içindeydiler. Seyf b. Zî Yezen, âdeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla
Mekke’ye uğurladı. Abdûlmuttâlib’e verdikleri, diğerlerinkinden
çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, “O çocuğun hâlinde olan değişiklikleri*
her yıl bana bildirmeni rica ederim.” dedi.
Ne var ki, Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden
daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmalarının üzerinden bir
sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.
Heyetteki arkadaşları, yolda Abdûlmuttâlib’e, neden kendisine daha
fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sâdece,”Onu kıskanmayınız.
Bunun elbette bir sebebi vardır.” demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Abdûlmuttâlib, nur
torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.
PEYGAMBER EFENDİMİZ, “RAHMET” VESİLESİ!
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdûlmuttâlib’in himayesinde bulunuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu.
Abdûlmuttâlib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğlu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdûlmuttâlib, yüzünü Kabe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç
sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, “Allah’ım!.. Bu çocuk hakkı için, bizi
bereketli bir yağmurla sevindir.” diye yalvardı. Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Anında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı. Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini
kuvvetlendiriyordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
ABDULMUTTALiBiN VEFATI
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdûlmuttâlib, bir gün anîden rahatsızlandı.
Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu. O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek… Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına E:bû Leheb geldi. Fakat, o katı kalbli merhametsizin biri idi. “Olmaz.” deyiverdi içinden…
Ya Abbas?.. Hayır, o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi. Hamza var. Ona da razı olmadı. Zîra, Hamza genç ve ava meraklı idi.
Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi. Ebû Tâlib!.. İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib’in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhamnıed’i (s.a.v.), himayeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber, Abdûlmuttâlib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi.
“Amcalarından hangisinin himayesine girmek istersin?” diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden
kalkarak amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne
baba bir kardeş olan amcasının himayesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.
Abdûlmuttâlib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e
dönerek, “Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her
şeye rağmen, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça
söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin.” dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan
Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
“Sen hiç merak etme babacığım!.. Onu öz çocuklarıma, hattâ kendi
canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum
müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!”
Bu asil konuşmadan, Abdûlmuttâlib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri sevinç gözyaşlarıyla doldu. … Ve Abdûlmuttâlib tarafından, Nur Muhammed (s.a.v.), amcası Ebû
Tâlib’e teslim edildi. Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdûlmuttâlib, torununun
neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan dünyaya gözlerini 80 yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı. Tarih: Milâdî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.
Mekke Çarşısı, Abdûlmuttâlib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı
tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü
dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar.
Sonra Hacun Kabristanına, dedesi Kusay’ın yanına gömdüler.84
Peygamberimizin Gözyaşları
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu.
Çünkü, bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını
tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı
sorulduğunda, “Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum.” cevabını verdi. Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ik sekiz senelik bölümü,
İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Âdeta büyük
ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbâlde çekeceği
meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ızdırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
PEYGAMBERİMİZ, AMCASI EBU TALİB’İN YANINDA
Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında…
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tâyin edilen amcası Ebû Tâlib’in himayesinde. Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat, oldukça fakirdi.
Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan
birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip değildi.
Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük
sıkıntı içinde bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali, babasının bu durumunu
şu ifadelerle dile getirir: “Babam, Kureyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu hâlde kavminin ulu kişisi
olmuş bir kimse gelmemiştir.” Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası
Abdûlmuttâlib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi, Ebû Tâlib,
her haliyle Kâinatın Efendisini himaye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr’den kendisine geçen Kabe
perdedarlığı demek olan “rifade” ve hacılara su içirme hizmeti demek
olan “sikaye” vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren
bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca,
üç hacc mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas’a devretmek
zorundakaldı. Sikaye ve rifade hizmetleri, Mekke’nin fethine kadar Hz.
Abbas’ın elinde devamı etti. Resûlullah, Mekke’yi fethettikten sonra bu
görevleri yine aynı elde bıraktı. Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla
yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına
oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında
Peygamber Efendimiz görülmeyince, amca, “Muhammed’im nerede?..
Çağırın, gelsin.” derdi. Çünkü, onun bulunduğu sofrada herkes doyarak
kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadğı sofralarda ise, çok kere sofradakiler
doymadan yemek bitiverirdi.Zâten, Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddî ve nîmetlere hürmetkar bir tavır içinde bulunurdu.
Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri
başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hattâ, bazı kere amcası, çocuklardan
rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz,—büyüklüğünde olduğu
gibi—açlıktan, susuzluktan da şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen,
bu hususu şu ifadelerle dile getirir: “Resûlullah’ın, çocukluğunda, ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, ‘İstemem, karnım tok.’ derdi.” Yine, Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüz, taranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âlemine sevgi, neşe ve hayat dolu nur gözlerini açardı.
Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!
Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu.
Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha şerha idi.
Kureyşliler, Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib!..” dediler,
“Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya
başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?..”
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak, yalnız gidemezdi, gitmek de
istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed’i de almalıydı. Çünkü, onun
bereket ve ihsanlara vesile olduğunu birçok hâdisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kabe’ye vardı. Sırtını bu
kutsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya
başladı. Nur Muhammed (s.a.v.) ise, Kabe’nin örtüsüne yapışmış, bir
parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
… Ve az sonra Rahmâni Rahîm’in rahmet deryası coştu ve yağmur,
bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki,
kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı.
Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığa maddî manevî rahmet ve
bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes’ud ve mamur etmek üzere
vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük
vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!
Fâtıma Hâtûn ‘un Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma Hâtun’un da Peygamber Efendimize olan
sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evlâdı gibi seviyor, bakımına son
derece dikkat ediyordu. Hattâ, onu yedirip doyurmadan, çocuklarına
bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece, Dürrü Yetim’e, annesiz
kalmış olmanın ızdırap ve hasretini hissetirmemeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtûn’a sevgi ve saygısında hiçbir
zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan
iyiliği unutmadı Öyle ki, Fâtıma Hâtûn, vefat ettiğinde “Bugün annem
öldü!” diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini
çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet
mezarında uzanmıştı. Resûli Ekrem’in bu hareketi, ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın
yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden elbise giymesi için ona gömleğimi
kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun asla unutmayan
ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden
büyük Peygamber (s.a.v.)…
Resûli Ekrem’in bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların
hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları içinde görülecektir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, ömrü saadetlerinin 10. yılı içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himayesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib’in koyun ve
keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası, önce
buna razı olmadı. Ancak, Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında
kabul etti. Fakat, bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtûn, bu isteğe şiddetle karşı
koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini
yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat, Fahri Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi. Bunun için
Fâtıma Hâtun’u ikna ve razı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde
dolaştırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa
çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem
de yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme
imkânını elde etmiş oluyordu. Kırda Cenâbı Hakk’ın, her an tazelendirdiği
yer ve gök sahifelerindeki ulvî manzaraları seyrediyor ve âdeta ruhu
onlardan eşsiz bir zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu
vazife, onu aynı zamanda tefessüh etmiş cemiyetin yalan ve hile ile
dolandırıcılık ve riya ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına
da kavuşturuyordu. Ömrü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize
nübüvvet vazifesi verildikten sonra, sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı.
Merruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini
topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabîlerine
şöyle buyurdu: “Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı
en lezzetlisidir!” Sahabîler, merak ve hayret içinde, “Yâ Resûlallah!..” dediler, “Bu
yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?”
Nebîyyi Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri arasında,
“Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!” cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hâtıra olarak kaydedilen bu koyun gütme
hâdisesini, yine Resûli Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yâdedecektir:
“Musa (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Davud (a.s.) peygamber
gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben
de kendi ailemin koyunlarını Ciyad’da (Mekke’nin alt tarafında bir yer) güderdim.”
Görülüyor ki, Kur’ân’da “en yüksek ahlâkın sahibi” olarak tavsif edilen
Resûlullah Efendimizin, henüz 10 yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi
boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu bir senelik
koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
“Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes’ûlsünüz.
Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’ûldür. Kişi, ehil ve iyâlini gözetip
korumakla mükellef ve bundan mes’ûldür. Kadın, kocasının evinden
mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan
mes’ûldür. Kişi, babasının malinin muhafızıdır ve bundan mes’ûldür.
Hepiniz, idareniz altında olanlardan mes’ûlsünüz.”
EĞLENCELERE KATILMAKTAN ALIKONMASI
Cenâbı Hakk’ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü
sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
“Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya
teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah,
beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.
“Teşebbüs ettiğim şeye gelince… Bir gece, Kureyş’ten bir gençle,
Mekke’nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya develerini) otlatıyorduk.
Ben arkadaşıma, ‘Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer
arkadaşlarım gibi Mekke’ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları
toplantılarına katılmak istiyorum.’ teklifinde bulundum. Arkadaşım,
‘Olur, bakarım.’ Dedi. Bu maksatla Mekke’ye geldim.
“Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve ıslıkların
çalındığını duydum. ‘Nedir bu?..’ diye sordum. ‘Filânın oğlu, filânın
kızıyla evlenmiş; onların düğünleri yapılıyor.’ dediler. Hemen oturup
onları seyre başladım. Derken, Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakaldım
ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın
yanına geldiğimde, benden, ne yaptığımı sordu. ‘Hiçbir şey yapmadım.’
dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti.
Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
“Yola çıkıp Mekke’ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını
yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken, Allah, yine
kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi!
“Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.”