Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Olan Hadiseler
Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Olan Hadiseler
Efendimizin Pak Nesebleri
Cenâbı Hakk, insanlığın babası Hz. Adem’i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arşı Âlâ’da muazzam bir nurla bir
isim yazılı gördü: “Ahmed.” Merak edip sordu: “Yâ RabbiL Bu nur nedir?”
Allah Teâlâ buyurdu: “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur
ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım!” îmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra
gelen gelen o nurun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.
Bir gün ashabtan Abdullah b. Câbir (r.a.), “Yâ Resûlallah!..” dedi,
“Bana, Allah’ın, her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?” Şu cevabı verdiler:
“Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı.
Nur, Allah’ın kudretiyle dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne
kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne
ay, ne insan ve ne de cin vardı.” Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Adem’in alnında parladı. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. İbrahim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmail’e intikal etti.”Peygamberlerin Babası” olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu vardı: İshak ve İsmail (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden birçok peygamberin geleceğini Cenabı Hakk’ın ilhamıyla bilmişti. Ancak, çok sevdiği
Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail’in (a.s.) neslinden peygamber gelip
gelmeyeceği meçhuli idi. Bununla birlikte, âhirzamanda büyük bir peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamber’in, çok sevdiği oğlu
İsmail’in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu. İlk banisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mabedi Kabe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrahim, bu mukaddes binanın tekrar inşası için Cenâbı Hakk’tan emir aldı ve oğlu İsmail’le birlikte derhâl çalışmaya koyuldu. Kabe’nin inşası tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâhı İlâhî’ye açarak şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz!.. Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber
gönder; ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitab’ı ve hükümlerini
öğretsin, onları günahlardan temizlesin!”
İşte, Cenâbı Hakk, yapılan bu samimî duayı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmail’in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği bizzat Kâinatın Efendisi, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım.” diyerek ifade buyurmuşlardır. Hz. İsmail’in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının
her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnan Oğulları, onlar içinden Mudar
Oğulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabîlesi içinde ise, Haşîmîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
“Allah, İbrahim Oğullarından İsmail’i, İsmail Oğullarından Kinane
Oğullarını, Kinane Oğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de Benî
Haşîm’i, Benî Haşîm’den de beni seçmiştir.” Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin 20. dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
“Muhammed (s.a.v.), Abdullah, Abdûlmuttâlib (asıl ismi Şeybe),
Haşîm, Abdi Menaf [Muğîre], Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib,
Fihr, Mâlik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike [Amir], İlyas, Mudar,
Nizar, Maad, Adnan.” İşte, Fahri Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlardı. Her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabîle ve
aşiretin dedesi ve babası olmuşlardır. Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabîle iki kola ayrılsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur
ve her asırda onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bilinirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin 20. dedesi olan Adnan’ın,
Hz. İbrahim’in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrahim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada 40 batın [göbek] bulunduğunu belirtirler. Buna binâen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür. Bu sebeple, Resûli Ekrem Efendimizin 20. dedesi Adnan’dan Hz. İbrahim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz.
İsmail’e Peygamber Efendimizin nesebini vardırmışlardır. Haliyle bu,
arada birçok basamağın atlandığını ortaya koyar. Adnan ‘dan Hz. İbrahim ‘e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrahim’e
vardırdıkları ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nah ur (veya Sarih)
Teyrah
Ya’ruh
Yeşcub
Nabit
İsmail (a.s.)
İbrahim (a.s.)
Ayrıca, İbni İshak, bundan sonra da Resûli Ekrem Efendimizin neseb
silsilesini tâ Âdem’e (a.s.) kadar götürür. Ancak, belirtelim ki, diğer
kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir. Efendimizin Meshur Dedeleri
Şüphesiz, Kâinatın Efendisinin nurunu alnında İlâhî bir emanet olarak
taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, ona zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.
KUSAY
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sâdece Zühre adında erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî’yi alnında taşıma
şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için,
ailenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle
dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke’nin ileri
gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararlan
ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimat kazandı. Bu
sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa mahallelere o
böldü; her kabîleyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi.
Mekke’nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı.
Kabe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması,
savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke Meclisini idare etmek
gibi mühim işler, ona emanet edilmişti. Kabe’nin karşısında ve kapısı
Kabe’ye bakan ilk ev, onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi
hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay’ın bu konağı, tarihte “Dârû’n Nedve” ismiyle şöhret bulmuş ve Hicret’ten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusay, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında
taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halkının
sevgilisi ve can dostu hâline getirmişti. Yaşlanınca, âdetleri üzere aile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdû’d-Dâr’a, “Sevgili oğlum!.. Seni bu kavme reis tâyin ediyorum.” diyerek
teslim etti. Ne var ki, Abdû’d-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip
değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menafin alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Haşîm, Abdû’ş-Şems, Muttâlib ve Nevfel.
HAŞÎM
Haşîm, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Haşîm, ticaretle uğraşırdı. Hedefine oldukça yaklaştığı için Nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Bu parlaklığı nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde taşırdı. Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler
yaptırmış, birçok deve ve koyun kestirmiş, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile
bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.
Haşîm, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes
tarafından sevilen sayılan yüksek bir şahsiyetin sâhibi olduğu için, ismi,
ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin
de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra “Haşîmîler” denilmiştir.
Haşîm’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe [Abdûlmuttâlib], Esed,
Ebû Sayfi ve Nadle
Haşîm’in sâdece erkek çocuklarından Şeybe ile Esed zürriyet vermiş,
diğerleri çoğalmamalardır. Şeybe, Resûl-i Ekrem E-fendimizin birinci
kuşaktaki dedesidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fâtıma’nın dayısıdır.
Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet bırakmayınca,
bütün Haşîmîler sâdece Abdûlmuttâlib Oğulları kolundan
gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.
ŞEYBE [ABDÛLMUTTÂLİB]
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı
olduğundan kendisine “Şeybe” ismini vermişlerdi. Abdûlmuttâlib, onun
lâkabıdır; ancak daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe, küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir
gün mahalle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine’de bir meydanda ok
atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın
Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu
yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden
emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan
fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti!
Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu
başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
“Ben, Haşîm’in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette hedefini bulur!”
Seyre gelen büyükler, Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Haris
bin Abd-i Menaf Oğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek
onun Haşîm’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adaım,
durumu amcası Muttâlib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zekî bir
çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttâlib, bu haber üzerine derhâl Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak
Mekke’ye getirdi. Muttâlib, terkisinde yeğeni Şeybe’yle Mekke sokaklarına
girerken sordular: “Bu çocuk kim?” Göz değmesinden korkan Muttâlib’in ağzından, “Kölemdir.” sözü çıktı. Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine
cevabı, “Kölemdir.” oldu. Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye
ve sormaya başladı. Bilenler, “Abdûlmut-tâlib [Muttâlib’in Kölesi].” diye cevap veriyorlardı. İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya
çıktıysa da, Şeybe’nin adı “Abdû’l-Muttâlib [Muttâlib’in Kölesi]” olarak kaldı.
Abdûlmuttâlib ‘in Rüyası
Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Kureyş’in reisliği
makamına getirip oturttu. Sıcak bir yaz günü idi.
Kabe’nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir
rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!” Sordu: “Tayyibe nedir?” Fakat, o zât, sorusuna
hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Abdûlmuttâlib, heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti?
Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mânâ veremeden merak
içinde o gün ve geceyi geçirdi. Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyasında şaşkına dönen Abdûlmuttâlib, yine sordu: “Berre nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan
içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O
gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine,
“Kalk,” dedi, “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Abdûlmuttâlib, adama, “Mednûne nedir?” diye sordu,
ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün
üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama,
mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdûlmuttâlib, aynı
adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi: “Zemzem’i kaz!”
Abdûlmuttâlib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adamın
cevabı şu oldu: “Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını
onunla karşılarsın. O, Kabe’de kesilen kurbanların kanlarının
döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadir. Alaca kanatlı
bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır!”
Uyanan Abdûlmuttâlib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı.
Çünkü, rüyayı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan
defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse
bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden
kaçarken Kabe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış,
kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O
zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu. Abdûlmuttâlib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhâl araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve
yere konarak gagasıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü. Abdûlmuttâlib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli
kalmış, hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine
erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu
şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu.
Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Haris’i alarak tesbit edilen
yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu
Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşlarıyla bir daire şeklindeki ağzı
meydana çıktı. Abdûlmuttâlib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdeta gözlerine
inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu
ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
Abdûlmuttâlib ve Kureyş İleri Gelenleri
Abdûlmuttâlib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler,
işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark-edince, büyüklerine haber
verdiler. Bir müddet sonra Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve
Abdûlmuttâlib’e, “Ey Abdûlmuttâlib!.. Bu, babamız İsmail’in kuyusudur.
Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et.” dediler.
Abdûlmuttâlib, “Hayır, yapamam.” dedi, “Bu iş sâdece bana tahsis
edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!”
Abdûlmuttâlib’in bu kesin cevabı, Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi.
İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
“Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen
de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?”
Bu söz, Abdûlmuttâlib’in âdeta içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler, onu
kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız
olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Ya, demek sen, beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten
sonra, ellerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve, “Yemin ederim
ki,” dedi, “Allah bana 10 erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kabe’nin
yanında kurban edeceğim!” Abdûlmuttâlib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.
Şam ‘a Gidiş
Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli
nâzikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak
vermişti. Bunu bilen Abdûlmuttâlib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin
bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d b. Hüzeym…
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdûlmuttâlib, Kureyş kabilelerinin
ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yolu çıktı.
Ne var ki, henüz Şam’a varmadan İlâhî Kader onları durdurdu. Abdûlmuttâlib
ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu,
kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeliydi.
Abdûlmuttâlib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak
bize yeter!” diyerek red cevabı verdiler.
Abdûlmuttâlib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı
karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında
su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdûlmuttâlib ‘in Su Aramaya Çıkması
Fakat, her şeye rağmen Abdûlmuttâlib, devesine atladı ve etrafta su
aramaya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan
ölüp gidecekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes
nurunu alnında taşıyan Abdûlmuttâlib, bir vadiden geçerken devesinin
ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve
tökezledi, taş ise yerinden yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine
sımsıkı yapışan Abdûlmuttâlib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı:
Alev saçan çölde, yuvarlanan taşın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür
akmaya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti.
Geri dönen Abdûlmuttâlib, sevinç çığlığı bastı: “Gelin! Hem size, hem
hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek
hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Abdûlmuttâlib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve
seslendi: “Suya gelin, suya!.. Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem
de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!” Kureyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem Kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu
serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu
bir eda içinde Abdûlmuttâlib’e dönerek, “Ey Abdûlmuttâlib!..” dediler,
“Artık sana diyecek bir sözümüz yok! Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin
hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle
bir daha münakaşa etmeyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve, hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.
Mekke’ye dönen Abdûlmuttâlib, oğlu Haris’le birlikte kazı işine
devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur ‘a Çektiler
Zemzem Kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında
altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdûlmuttâ-lib’e bırakan
Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar
kabardı. Yine Abdûlmuttâlib’in başına dikildiler. “Ey Abdûlmuttâlib!..”
dediler, “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!”
Cömert ve sabırlı Abdûlmuttâlib, önce, “Hayır. Sizin bu mallar üzerinde
hiçbir hakkınız yok.” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu: “Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur’a çekelim!”
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’-ayı nasıl ve
ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.
Abdûlmuttâlib, kur’ada takib edilecek usûlü anlattı: “İlk kur’a Kabe
için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne
çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!” Bu usûl, tarafsız bir hâl çâresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdûlmuttâlib’in bu davranışını takdir ettiler. “Doğrusu,” dediler, “pek insaflı davrandın!”
Kabe’nin içindeki Hülbel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler.
Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını
bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik heykeller Kabe’ye, kılıç ve zırhlar Abdûlmuttâlib’e düştü. Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdûlmuttâlib, kılıç ve zırhları dövdürüp saç hâline getirdikten sonra
bununla Kabe’nin kapısını kapattı. Böylece, Kabe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem Kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdûlmuttâlib’in yaşı
kemâl yaş olan 40’a ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk’ın insanıyla erkek çocuklarının sayısı
10’u buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini hatırladı: Erkek çocuklarından
birini Kabe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini?.. Hepsi de
birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat, Abdullah çok daha başka idi.
Abdullah
Abdullah, Abdûlmuttâlib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi. Sîret ve
surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nuru Muhammedi,
onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne hârika bir güzellik ve müstesna bir
tatlılık bahsetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve
niçin geldiğinin farkında değildi.
Abdûlmuttâlib ‘in, Oğullarıyla Konuşması
Artık oğullarının 10’u da büyümüştü.
Va’dini unutmayan Abdûlmuttâlib, onları bir gün bir araya topladı ve
işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini
bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:
“Peki nasıl yapalım bunu?.. Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?'”
Abdûlmuttâlib, böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu.
Şöyle dedi: “Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!”
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhâl yerine getirdiler. Her biri
okdanlığından bir ok çekti; üzerine kendi İsmini yazdıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Abdûlmuttâlib, doğruca Kabe’ye vardı. Meselenin
nasıl halledileceğini anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek,
kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti. Böyle durumlarda, Kureyş, bu usûlle başvururdu.
Kur ‘a Çekilişi
Kabe’nin yanına varan Abdûlmuttâlib’in etrafını şehir halkı sarmıştı.
Elindeki 10 oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için,
tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde 10 ciğerparesinin
ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Abdullah!..”
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden
çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah… “
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi.
Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an “Olamaz!” diyerek
haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak,
çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir hâlde,
yüzünü Kabe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi
yoktu. Eve giren Abdûlmuttâlib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan
oğlu Abdullah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp
his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
“Abdullah!.. Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi
kardeşlerin arasında sana ihsan etti!”
Abdûlmuttâlib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda
Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu:
“Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?”
Abdûlmuttâlib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus
dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik
oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Naile putlarının
yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in
teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdûlmuttâlib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli
vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım
gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey
Abdûlmuttâlib!.. Ne yaprak istiyorsun?”
Abdûlmuttâlib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban edeceğim!”
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek
dalgalandı. Müdahale ettiler. “Ey Abdûlmuttâlib!..” dediler, “Bu nasıl
olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin
yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabalık, Abdûlmuttâlib’in aleyhindeydi. Hattâ, hisleri, duyguları
da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti
ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah, onun istediğini
vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğire ortaya atıldı ve, “Ey
Abdülmuttâlib!..” dedi, “Vallahi, meşru bir mazeret olmadıkça sen onu
kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”
Abdülmuttâlib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve
kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce,
bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
“Ey Abdülmuttâlib!.. Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var:
Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler
aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çâre bulur. Elbette senin için de bir çâre bulur. ‘Abdullah boğazlanacak.’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çâre bulursa, ona göre hareket edersin!”
Bu fikir, Abdûlmuttâlib’in aklına yattı. Derhâl Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular.
Abdülmuttâlib, durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu: “Sizde bir
insanın diyeti nedir?” Abdülmuttâlib, “On deve.” dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, 10 deve hazırlayın. Çocukla 10 deveyi
alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta
ise 10 deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa,
develeri kurban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her
defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz
sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere
çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi
razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz.” dedi.
Ortaya konan çâreyi uygun bulan Abdûlmuttâlib, sevinçten uçacak
gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdûlmuttâlib ailesi ve
Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur ‘a Neticesi
Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.
Abdûlmuttâlib, biricik oğlu Abdullah’ı ve 10 deveyi alarak Kabe’ye
gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile 10 deve arasında kur’a çekilecekti.
Abdûlmuttâlib, sevinç içinde, memura, “Çek!” dedi. Çekilen ok Abdullah’a çıktı!
Develerin sayısını 20’ye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!
Develer 30’a çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer 40 oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, 70, 80, 90 oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! Sanki
başka bir âlemden emir alır gibiydi. Abdûlmuttâlib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı 100’ü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü, ok, develere çıkmıştı!
Herkes gibi Abdûlmuttâlib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun
bu sevinci fazla sürmedi. Derhâl ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân
tanımadı ve şöyle konuştu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; tâ ki kalbim mutmain olsun!”
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu.
Çünkü, üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Abdûlmuttâlib, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” diyerek
izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece, Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen
Abdûlmuttâlib, 100 devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana
kurban edilmesini emretti. Emri derhâl yerine getirildi. Kurban edilen
develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da
kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Kureyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin
100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.
Resûli Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.
Hz. Abdullah’ın İffeti
Aynı gündü. Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Abdûlmuttâlib
de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kabe’nin yanından
geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir
kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan
biri olan, Varaka b. Nevfel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da,
kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda
âhirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç
âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmediği
müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâsebet kurdu.
Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, âdeta güzelliğini ve iffetini
unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı: “Delikanlı, biraz dursana!”
Abdullah durdu. Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyoruz.” diye cevap verdi. Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı.
“Abdullah,” dedi, “benimle şimdi evlenir misin?”
Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak
isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat, Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle
câzib hâle getirdi. “Eğer” dedi, “benimle evlenmeyi kabul edersen, senin
için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
“Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise
çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi
olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk
demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı
birleştiren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke
sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir
arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık
şöyle dursun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana?.. Hâlin değişmiş!”
Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur karşısında
kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sâdece bu kadın
değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle
bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti!
Ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâla’nın ona
âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü
mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!..
Hz. Abdullah’ın, Hz. Amine’yle Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri
etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o, dönen pervanelerin
hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdûlmuttâlib,
bir an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona,
her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdûlmuttâlib, bunu
bulmada gecikmedi. Benî Zühre Kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menafin
yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb,
teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
“Ey amcamoğlu!.. Biz bu teklifi sizden önce aldık! Amine’nin annesi,
geçenlerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş,
aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz
İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdûlmuttâlib’in oğlu Abdullah ile kızın
Âmine’nin nikâhlarını bea kıydım! Sen de onu kabul et.’ dedi, Bugün sabahtan
beri bu rüyanın tesiri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’
diye kendi kendime sorup duruyordum!” Bunları duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla
Kureyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta
Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise,
bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın
Efendisini dünyaya getirecek mes’ud aile yuvası kuruldu.
Hz. Abdullah’ın Vefatı
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin
farkettiği garib bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz.
Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hz. Âmine, Kâinatın
Efendisine hâmile idi. Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar
sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sâdece
acı haberi vardı. Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’de hastalanmıştı.
Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı.
Bu haberi alan Abdûlmuttâlib, derhâl oğlu Haris’i Medine’ye
gönderdi. Haris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bitmişti. Hz.
Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü
görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccar Oğullarından
Nabiğa’nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Haris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda matem
havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen
ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sinesine
alışı, Abdûlmuttâlib Ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da
gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek
imkânsızdı Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz
tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün
insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek
zâtın dünyaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında
şiirinde şöyle dile getirdi:
Artık, Mekke ‘nin Betha kolu Haşîm Oğullarından boş kaldı. Mekke,
Haşîm Oğullarının sânından mahrum kalacak artık!
Ölümün dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Haşîmoğlu
gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki, ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine
aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi!
Hz. Abdullah ‘ın Bıraktığı Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken
dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son
derece mütevazi bir mîras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın
Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve
bir miktar da gümüş para.
Fakat, geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı
hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın
Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)…
Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kabe’ye her taraftan
insanlar akın akın gelip hacc mevsiminde ziyaret ediyorlardı.
Kabe’nin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor
ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin
Yemen Valisi Ebrehe Esrem idi.
Ebrehe, Kabe’ye olan insan akınının önlemek için, Bizans İmparatorunun
da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında bir kilise
yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını
çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o
anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya celbedecekti.
Dolayısıyla Kabe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı!
Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş Hükümdarına, takdirini
kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:
“Hükümdarım!.. Senin için öyle bir mâbed yaptırdım ki, şimdiye kadar
ne bir Arap, ne de bir Acem, onun gibisini yapmış değildir! Arapların
haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım!”27
Fakat, Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı
kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok
kimse etraftan geldi. Ama sâdece süsünü püsünü görmek için… Kabe’ye
olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!
Kulleys ‘in Kirletilmesi ve Ebrehe ‘nin Kararı
Ebrehe’nin, Kabe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise
yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinane Kabilesinden
Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı
giderek Kulleys’in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu hâdise, insanların Kabe’ye teveccühünün devam etmesinden
fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı.
Hâdiseyi Araplardan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar, bunu,
Kabe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kabe’sinde
taş üstünde taş bırakmayacağım!” diye yemin etli;28 sonra da, Kabe’yi
yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş
Necâşîsinden “Mahmud” adındaki meşhur fili istedi. Necâşî, o sırada
dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe’ye
göndererek arzusunu yerine getirdi.
Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke’ye doğru yola çıktı.
Mahmud adlı fille, ordunun önünde, Mekke’ye doğru ilerliyordu.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat,
muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûb edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yakın Muğammis denilen mev-kiye
gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdûlmuttâlib’in 200 devesi de dâhil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasbetti.
Bu sırada, Abdûlmuttâlib, Kureyş Kabilesinin reisi idi.
Ebrehe ve Abdûlmuttâlib
Ebrehe, bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
“Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi yıkmak için geldim! Eğer
bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Kureyş
Kabîlesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!”
Kureyş Reisi Abdûlmuttâlib’in, elçiye cevabı şu oldu:
“Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle harbetmek istemiyoruz.
Zâten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed, Allah’ın evidir. Onu
yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur.”
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdûlmuttâlib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin yanına vardı.
Abdûlmuttâlib, heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören
Ebrehe, içinden kendisine karşı gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu.
Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.
Abdûlmuttâlib, isteğini belirtti: “Askerlerin, 200 devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir.” Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, “Seni görünce
büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle
büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının
tapınağı olan Kabe’yi yıkmaya gelmişken, sen, ondan söz etmiyorsun
da, aldığım 200 deveden bahsediyorsun!” diye konuştu.
Abdûlmuttâlib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin
sahibiyim. Kabe’nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır; elbette onu
koruyacaktır!” diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: “‘Onu bana karşı
kimse koruyamaz!” Abdûlmuttâlib, yine sözün altında kalmadı ve, “Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!..”‘dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdûlmuttâlib’in gasbedilen
develerini geri verdi. Abdûlmuttâlib, ordugâhı terkederek Mekke’ye
geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca, 200 deveyi de Allah
için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.
Mekke Boşaltılıyor!
Abdûlmuttâlib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden
korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını, halka tavsiye etti. Kendisi de
birkaç kişiyle birlikte Kabe’nin yanına vardı ve kapısının halkasına
yapışarak, “Allah’ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de Kendi
evini koru! Tâ ki, yarın onların salîbleri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine
galebe çalmasın.” diye dua etti. Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu.
Mekke mahzun, Kabe mahzun, Kureyş mahzundu.
Ordu Harekete Hazır; Fakat!..
Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kabe’yi yerle bir etmek için, Ebrehe
ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekte idi.
Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.
Ordu, hareket edeceği sırada Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine
almış bulunan Nüfeyl b. Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un
kulağına eğilerek şunları fısıldadı: ‘”Çok Mahmud!.. Sağ salim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes saydığı beldedesin!”
Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.
Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.
Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadılar.
Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru
çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde
durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde,
âdeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud
çöküveriyordu. Bu heyecanlı anda, kimsenin Fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hakk, “Celâl” ismiyle tecellî etti
ve Kur’ân’da “Ebabil” diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe
ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri,
biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek
tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker,
ânında yerde debelenip oluveriyordu.
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda
karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine
taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını
zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla sonradan
o da, arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.38
Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud
adındaki fil de sağ kurtuldu. Cenâb-ı Hakk, Ebrehe ordusuna Ebabil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel hâlinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli,
Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’inde bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:
“(Ey Resulüm!.. Kabe’yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil’e (fillerle
teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin mi? Onların
kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü
kuşlar salıverdi, onlara ‘siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı.
Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik
ekin yaprakları hâline getirdi!” Bu hâdise, Resûl-i Eükrem Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi. Zîra, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana
gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i
Muazzama, hârika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masun kalmıştır.
Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu
hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de! Resûl-i Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce, peygamberliğiyle
alâkalı olarak meydana gelen harikulade hâdiselere “irhasat”
denir. Bu hâdiseler, Efendimizin peygamberliğine delil teşkil ederler.
Âlimler, Fil Vak’asını da irhasatlan kabul etmişlerdir.