Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Habeşistan’a Hicret

8 yıl önce
1.190 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Habeşistan’a Hicret
(Bi ‘setin 5. senesi Receb ayı / Milâdî 615)
Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini artıran eziyet, hakaret ve
işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir
hâline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dinî ibâdetlerini de
gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı!
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay
kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Resûli Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz, bari
yeryüzüne dağılın! Allah Teâla sizi yine bir araya getirir.” dedi.
Sahabîler, “Yâ Resûlallah! Nereye gidelim?” diye sorunca da, eliyle
Habeşistan’ın bulunduğu tarafı işaret ederek, “Siz Habeş ülkesine gitseniz
iyi olur! Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz.
Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur.” buyurdu.
Resûli Kibriya’nın bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10’u
erkek 5’i kadın 15 kişilik bir Müslüman kafilesi, “dinlerini ve inançlarını
korumak” mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini,
anne ve babalarını, akraba ve komşularını terkederek, yabancı bir diyara
doğru gizlece yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a varan ve
Habeş Necâşîsi tarafından gayet müsbet karşılanan, İslâm’da ilk hicret
kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:
Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukiyye, Zübeyr b. Avvam,
Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle,
Mus’ab b. Umeyr,
Abdurrahmân b. Avf,
Ebû Seleme ve ailesi Ümmü Seleme,
Osman b. Maz’un (kafile reisi),
Amir b. Rabia ve ailesi Leylâ,
Süheyl b. Beydâ,
Ebû Sebre b. Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.
Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye’yi yanına alıp herkesten önce yola
çıkmıştı. Bunu haber alan Efendimiz, “Lût Peygamber’den sonra ailesini
yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman’dır.” buyurdu.
Nebîyyi Ekrem Efendimizin Habeşistan’ı tercih edişi, birkaç sebebe
dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi
bilinen bir yerdi. Zîra, bu ülkeyle eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı.
Habeş Necâşîsinin âdil bir hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih
edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necâşî, elbette bu
mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti. Bir diğer sebep olarak da,
Habeşistan halkının Ehli Kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları
olarak zikredilebilir. Ehli Kitap oluşları sebebiyle, şüphesiz,
Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehli İslâm’a karşı
hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke’yi sessiz sedasız terkeden adı geçen sahabîler, Habeş
Necâşîsi ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya
yerleştikten sonra da, ibâdetlerini îfa, dinî inançlarını yaşama hususunda
herhangi bir engel ve zorluk ile karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret
eden Müslümanlar, “Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık
gördük. İnciltilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık.
Huzur içinde Rabbimize ibâdet ettik.”274 diyerek ifade etmişlerdir.
Gerçekten, Resûli Ekrem Efendimiz tarafından bir başka ülkenin değil
de, Habeşistan’ın hicret ülkesi olarak seçilişi, dikkat çekicidir. Bir müşrik
ve putperest ile bir Müslümanın hiçbir zaman ruhen kaynaşması
mümkün değildir; ama ikisi de Ehli Kitap olan bir Müslüman ile bir
Hıristiyanın—hiç olmazsa “İnanç” noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan—
anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim, Habeşistan halkının
Müslümanlara karşı nâzik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede
gayet müsamahalı davranmaları, bu gerçeği doğrular!
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hâdisesi, çok daha mühim bazı müsbet
neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede, İslâmiyet, etraftan da
duyuldu. Hicret hâdisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan
dolayıdır ki, müşrikler, göç eden bu bir avuç Müslümanın
Habeşistan’a sığınmalarından endişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu
uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

İKİNCİ MÜSLÜMAN KAFİLESİ HABEŞİSTAN’A HİCRET EDİYOR!
(Bi’setin 7. senesi/Milâdî616)
Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz
gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibâdetlerini
serbestçe ve gönül huzuru içinde îfa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.
Bu durumu haber alan Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan
Müslümanlara da Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûli Ekrem’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer’in başkanlığında
Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha
kalabalıktı. Onu kadın 92 kişilik bu topluluk da sağ salim, sırf dinlerini
emniyet altına almak, ibâdetlerini huzuru kalb ile îfa edebilmek
gayesiyle Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen
Mekke’den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye
devam etti. Cenâbı Hakk’ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sürdürdü.

KUREYŞLİLER, MUHACİRLERİN PEŞİNDE!
Kureyş müşrikleri, Müslümanların ard arda Habeş ülkesine hicret
etmelerinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garib Müslümanların
peşini bırakmak niyetinde değillerdi. İslâmiyetin bu gibi ülkelerde
de yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet hâline gelmesi
endişesini taşıyorlardı. Zîra, Müslümanlar, Habeş Hükümdarından himaye
gördükleri takdirde Arabistan’ın İslâm sinesine koşması daha da kolaylaşabilirdi! Böylece, İslâm’ın önüne çekmek istedikleri sedleri de yerle bir olacaktı!
Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında
konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş
Hükümdarından geri istemeye karar verdiler.
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rabia’yı vazifelendirdiler. Plânları şu idi:
Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli
hediyeler götürülecek. Önce hükümet adamlarına hediyeleri verilecek
ve arzuları arzedilecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.
Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:
Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necâşîsinin mülteci
Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını
yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.
Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.
Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arzettiler:
“Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin
dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda
hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere
kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz
zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme
fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin
ki: ‘Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını
da başkalarından daha iyi görürler.'” Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:
“Ey Hükümdar!.. Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar, şimdi
de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni
bu hususta îkaz etmeye geldik. Bunlar Meyrem oğlu İsa’yı ilâh
tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize
iade et, biz onların hakkından geliriz.”
Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlardı.
Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini
kazanmak istiyor ve “Onlar, Meryem oğlu İsa’yı ilâh olarak
tanımazlar.” diyerek mülteci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini istiyorlardı.
Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler.
“Ey Hükümdar!..” dediler, “Bunlar doğru söylüyorlar. Elbette onları
başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar; hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler.”
Elçiler, isteklerine “evet” denileceğini ümitle beklerken, Necâşî hiddetli
hiddetli, “Vallahi, hayır.” dedi, “Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş,
beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim
etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman
kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları
kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi
olursa, kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim.”
Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için dâvetçi
gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer’i kendilerine temsilci seçtiler
ve hep beraber saraya gittiler.
İçeride Kureyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı râhibler de vardı.
Hz. Cafer, Necâşî’nin huzuruna girince, selâm verdi, fakat secde etmedi.
Saray adamları, Hz. Cafer’e, “Sen ne diye hükümdara secde etmedin?”
diye sorunca şu cevabı verdi:
“Biz ancak Allah’a secde ederiz!” Tekrar, “Niçin?” diye sordular.
“Çünkü,” dedi, “Allah bize resulünü gönderdi. O da Allah’tan
başkasına secde etmemizi men’etti.” Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar!.. Biz, bunların hâlini sana bildirmemiş miydik?” dediler.
Necâşî, Müslümanlara, “Siz ülkeme niçin geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar
değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O hâlde, bana, benim memleketime
niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir?
Hem bana söyleyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin
selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, “Ey Hükümdar!..”
dedi, “Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik edin,
yalan söylersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden)
sâdece biri konuşsun, öbürü sussun!”
Elçilerden Amr b. As, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer,
Necâşîye hitaben, “Söyle şu adama:” dedi, “Biz, tutulup efendilerimize
iade edilecek köleler miyiz?”
Necâşî, “Ey Amr!..” dedi, “Onlar köle midirler?” Amr, “Hayır… ” dedi,
“Onlar şerefli ve hürdürler!”
Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, “Sor şu adama:” dedi, “Biz, haksız yere
birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?”
Necâşî, “Ey Amr!..” dedi, “Bunlar haksız yere har hangi birinizin kanını mı döktüler?”
Amr, “Hayır… ” dedi, “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”
“Hz. Cafer, yine Necâşîye, “Sor şu adama:” dedi, “Halkın mallarından
haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?”
Necâşî, “Ey Amr!..” dedi, “Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir
kantar altın borçlan varsa, onu ben ödeyeceğim.”
Amr, “Hayır!..” dedi, “Onların bir kırat borçları bile yok!”
Bunun üzerine Necâşî, “O hâlde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?” dedi.
Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar.
Muhammed’e ve dinine tâbi oldular!” diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer’e döndü ve, “Siz sâlik bulunduğunuz şeyi
ne diye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden
ayrıldığınıza, ne benim dinimde ne de şu milletlerden herhangi birisinin
dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?” diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek,
“Ey Hükümdar!..” dedi, “Biz Câhiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara
tapar, İaşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım
ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zaîfleri
ezerdik. Bizler bu hâl üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber
gönderdi. Nesebini, asaletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber!.. O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na ibâdete bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terketmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti.
Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira
etmekten bizi menetti. Biz de ona îman ettik ve dâvasını tasdik ettik.
Onun Allah’tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz
bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a
ibâdetten alıkoyup putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere
uğrattılar. Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu,
yuvamızı terkederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih
ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz.”
Hz. Cafer, hükümdarın selâm verme ve secde etmeme hususundaki
sorusuna da şöyle cevap verdi:
“Selâm verme meselesine gelince… Biz, seni, Resûlullah’ın selâmıyla
selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız. Cennet’e gireceklerin
selamlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimizden öğrendik.
Bu yüzden seni böyle selâmladık. Secde etme hususuna gelince… Biz,
Allah’tan başkasına secde etmekten yine Allah’a sığınırız!”
Hz. Cafer’in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler
ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.
Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer’e, “Yanında bu bahsettiklerinden
bir şey var mı?” diye sordu.
Hz. Cafer, “Evet, var.” dedi ve Meryem Sûresinin baş taraflarını okudu:
“Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd… Bu, sana okuyacağımız âyetler, Rabbinin,
kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvardığı
zaman, şöyle demişti: ‘Ey Rabbim!.. Doğrusu ben (öyle bir kimseyim ki),
kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu.
Sana dua emekle ey Rabbirn, hiçbir zaman mahrum olmadım.”
Sonraki âyetlerde, Hz. Meryem’in İsa’ya (a.s.) nasıl hâmile kaldığı, Hz. İsa’nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği anlatılıyordu. Okunan âyetler, Neeâşînin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti; hattâ, akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan râhibler de gözyaşlarını tutamadılar.
Kur’ânı Kerîm’in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin
olduktan sonra Necâşî, “Vallahi,” dedi, “bu, aynı kandilden fışkıran bir
nurdur ki, Musa da, İsa da onunla gelmişti!”
Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne
onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm!”dedi.
Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin, boyunlarını
bükerek sarayı terketmelerinden başka çâreleri kalmadı.
Buna rağmen elçiler, bilhassa Arablann siyaset dâhisi kabul ettikleri
Amr b. As, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya
karar verdi.Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak,
Müslümanların Hz. İsa hakkında çok garib şeyler söylediklerini anlattı.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer’e, “Hz. İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer şu cevabı verdi:
“Biz, Hz. İsa hakkında, Peygamberimizin bize Allah’tan getirip bildirdiğini
söyleriz: ‘O, Allah’ın kulu, Resulü ve Allah’ın (şâir ruhlar gibi yarattığı
ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli
bir kız olan Meryem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelimesidir (Yâni,
Cenâbı Hakk’ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).’ Meryem oğlu
İsa’nın hâli ve sânı bundan ibarettir.”
Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Necâşîyi oldukça
sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek, “Bizimle sizin
aranızda bu hususta şu çizgi kadarcık bir fark var. Zâten biz de, onu, sizin
söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz.” dedi.
Elçiler, Necâşînin himayeden vazgeçmesini beklerken bu himayesini
daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayâl kırıklığına uğradılar!
Necâşî, Müslümanlara da, “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik
ederim ki, o, Allah’ın Resulüdür. Zâten biz, onun vasıflarını kitabımız
olan İncil’de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsa da insanlığa
müjdelemişti. Allah’a yemin olsun ki, eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı,
ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım!” dedi.Hak ve hakikati
görüp idrak eden Necâşî, Peygamberimizin risâletini tasdik eden sözlerinden
sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:
“Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz,
emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helak olur! (Bu
sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir
dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!”
Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisin
geri Mekke’ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hattâ, Necâşî,
kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı geçirdiler.
Korktukları, başlarına gelmiş sayılırdı!
Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar müşriklerin eziyet
ve hakaretlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine
getirme imkânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba
vatanından uzakta gurbet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Kureyş ileri
gelenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelenlerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslâm’a teslim olması demekti.
Bu haberler üzerine, “Mekke’nin artık kendileri için bir eziyet ve
hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu” zannıyla altısı kadın 39 kişilik
bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak, Mekke’ye yaklaştıklarında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri dönmek bir hayli zordu.
Mekke’ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himayesine
sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre
serbestçe girmeye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine
teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik
akraba ve dostlarının himayesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise,
himayeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.
Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların
Medine’ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı
Hicret’in hemen akabinde Medine’ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir
kısmı ise, uzun müddet Habeşistan’da ikamet ettiler.
Mekke’ye yerleşenler, Medine’ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar.
Müşriklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper
ederek îmanküfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.

ŞAKKI KAMER MUCİZESİ
Kureyşli müşrikler, Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik eden
birçok mucizeye şâhid oldukları hâlde, yine de inat ve inkârlarından
vazgeçip ona sadâkat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mucizeye
bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek
isteyerek, hem kendilerini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı.
Zaman zaman da akıllarınca Resûli Ekrem’i güç durumda bırakmak
niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri
isteklerde bulunuyorlardı. “Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş
bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de görelim!” diyorlardı.
Bu istelerde bulunurken maksatları îman etmek değildi; bilâkis, Kâinatın
Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenâbı Hakk, müşriklere
karşı Sevgili Resulünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiçbir
zaman muavenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu!
Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibilerin
de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek,
“Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş
bir peygamber isen, bize Ay’ı ikiye ayır; öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı,
diğer yarısı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün!” dediler.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Şayet bunu yaparsam îman eder misiniz?” diye sordu.
Onlar, “Evet, îman ederiz.” dediler.
Dâvasında haklı ve doğıru olduğunu göstermek için mucizeyi istemek,
peygamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenâbı Hakk’tır.
Ay’ın bedir hâliydi; yâni en güzel göründüğü 14. gecesiydi.
Kâinatın Efendisi, Allah’ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden
Ay’a şehâdet parmağıyla işaret etti.
Bu işareti Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayrıldı; öyle ki, yarısı müşriklerin
istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan
Dağı üstünde iki parça hâlinde göründü! Resûli Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, “Şâhid olunuz! Şâhid olunuz!” diye seslendi.
Bu apaçık mucize karşısında da müşrikler, inat ve inkârlarından
vazgeçmediler; üstelik, “Bu da Ebû Kebşe’nin oğlunun bir sihridir.”
diyerek asılsız bir te’vilde bulunup kendi kendilerini aldatma ve teselli
etme yoluna saptılar. Gözleri önünde cereyan eden hâdiseyi elbette inkâr
edemezlerdi. İnkâr edemedikleri için de, çıkar yol olarak “Sihirdir.” demek
zorunda kalıyorlardı!
Etraftan Gelenlerin Aynı Hâdiseyi Haber Vermeleri
Sırf Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik etmemek için bu apaçık
mucizeye “Sihirdir.” diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmadan da edemediler:
“Şayet Muhammed büyü yaptıysa, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz
ya!.. Etraftan gelecek olan yolculara soralım; bakalım onlar da
gördüklerimizi görmüşler mi?”
Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da, aynısını gördüklerini itiraf ettiler.
Bütün bunlara rağmen, ruhen ve kalben tefessüh etmiş, şirkle gönüllerini kirletmiş müşrikler, “îman ederziz.” va’dinde bulundukları hâlde, inanmadılar, ebedî sâadetin kaynağına koşmadılar; üstelik, arkasından da şöyle dediler:
“Yetimi Ebû Tâlib’in sihri semâya da tesir etti!”
Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mucizesini inkâr
etmeleri üzerine Cenâbı Hakk, inzal buyurduğu şu âyeti kerîmelerle
hâdisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa îmansızlıkta, yalanda
diretip durduklarını beyan etti:
“Kıyamet yaklaştı. Kamer [Ay] ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize
görseler, yüz çevirip şöyle derler:
‘”Bu, devam edegelen bir sihirdir!’
“Kıyameti ve mucizeyi inkâr ettiler, nevalarına uydular. Hâlbuki,
(Allah’ın va’dettiği) her iş için bir hakikat vardır.”

Hz. EBU BEKİR’İN, ÜBEY B. HALEF’LE BAHSE GİRİŞMESİ
Resûli Kibriya Efendimiz, peygamber olarak gönderildiği sırada Doğu
Roma ile İran, dünyanın en büyük devleti idiler.
Bi’setin 5., yâni Milâdî 613 senelerinde bu iki komşu ve rakib devlet,
birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında
İkinci Hüsrev, Rum İmparatorluğunda ise Hirakl bulunuyordu.
İran orduları, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takib etmiş,
Suriye’deki bütün mukaddes şehirleri ele geçirmiş, Milâdî 614 senesinde
bütün Filistin’i ve Kudüsü Şerifi istilâ etmişti. Bu istilâ esnasında bütün
kiliseler yıkılmış, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmişti. İranlılara
katılan 26 bin kadar Yahudî, 60 binden fazla Hıristiyanı kılıçtan
geçirmişti. İran Kisrâsının sarayı 30 bin ölünün kafatasıyla donatılmıştı!
Bu istilâ tufanı burada da durmamıştı. Mısır’ı da basmış, Milâd’ın 616.
senesinde İranlılar, bir taraftan Nil Vadisini işgal ederek İskenderiye’ye
ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu’yu istilâ ederek İstanbul’un
sahillerine kadar gelmişler, Doğu Roma İmparatorluğunun başşehri olan
Kostantiniyye [İstanbul] şehri karşısında görünmüşlerdi. Böylece Irak,
Suriye, Filistin Mısır ve Anadolu’yu saltanatları altına almışlardı.
Hülâsa, çarpışma 616 senesinde Doğu Roma İmparatorluğunun tarumar
edilmesi ve bir daha kımıldamayacak şekilde yere serilmesiyle son bulmuştu!
Rumlar, Ehli Kitap’tı, Hıristiyan idiler; İranlılar ise, kitapsız, âhirete inanmaz, ateşperest idiler. Romalıların bu mağlûbiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler,
şımarmışlar, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi!
Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye
ve, “Siz ve Hıristiyanlar, Ehli Kitap’sınız; biz ve İranlılar ise, ümmîyiz!
İranlı kardeşlerimiz, sizin Rum kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle
muharebeye girişirsek, sizi mağlûb ederiz!” diyerek şamataya başladılar.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimizin bir mucizesi olmak üzere
Cenâbı Hakk, Rûm Sûresini indirip mü’minlerin üzüntüsünü giderdi:
“Rumlar, mağlûb oldu. Arzın size en yakın yerinde… Bununla beraber,
onlar bu mağlûbiyetlerinin arkasından birkaç sene içinde muhakkak
galebe edecekler. Önünde de sonunda da emir, Allah’ındır! O gün
mü’minler, Allah’ın nusretiyle ferahlanacaklar! O, kimi dilerse muzaffer
kılar. Çünkü O, Azîz’dir [kudretiyle her şeye üstün gelendir], Rahîm’dir
[son derece merhametlidir]. Allah’ın vaadi bu!.. Allah va’dinde hulfetmez
[dönmez]; lâkin, insanların çoğu bunu bilmezler.”
Bu âyetler nazil olduğu zaman, Rum İmparatorluğu öylesine perişan
olmuştu ki, dahilî isyanlarla devlet inhilâle uğramış, ordusu dağılmış,
hazinesi boşalmış, İmparator Hirakl, İstanbul’u terkederek Kartaca’ya
kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galib kumandanları, zaferin verdiği
sarhoşlukla şu sulhu teklif etmişlerdi:
İmparator, İranlılar tarafından istenen her şeyi verecektir! Bu
cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin
kadın teslim edecektir!
Rum İmparatorluğu da bütün bu ağır ve zillet taşır şartları kabul etmiş,
bu esaslar üzerinde anlaşmayı imzalayarak murahhaslar göndermişlerdi.
Bu murahhaslar İranlıların yanma vardığı zaman, İran Kisrâsı
Hüsrev, “Bu yetmez! Bizzat İmparator Hirakl karşıma zincirler
içinde gelerek, ilâhına bedel ateş ve Güneş’e tapmalıdır.” diyecek kadar
mağrurane ifadede bulunmuştu. Böylesine büyük bir hezimetten sonra, Romalıların birkaç sene zarfında canlanıp yeniden galib geleceklerine kat’iyyetle hükmetmek şöyle
dursun, ihtimal vermek bile âdeta akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.
İşte, böyle bir hengâmede Cenâbı Hakk, yukarıdaki âyeti kerîmelerle,
Resulüne, Rumların kısa bir zaman sonra galib geleceklerini mûcizane haber veriyordu!

Hz. EBÛ BEKİR VE ÜBEY B. HALEF
Hz. Ebû Bekir, bu âyetleri Resûli Kibriya Efendimizden dinler dinlemez,
onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen
müşriklere, “Rumlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklar.” dedi.
Müşrikler şaşırdılar. Bahsettiğimiz gibi, büyük bir hizemete uğramış, âdeta yerle bir olmuş bir imparatorluk, bir daha nasıl canlanacak ve İranlılara galebe çalacaktı!
Bu durumu havsalalarına sığdıramadıklarından, içlerinden Übey b. Halef, “Yalan söylüyorsun!” dedi, “Haydi, aramızda bir müddet tâyin et, seninle bahse girelim!”
Hz. Ebû Bekir kabul etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tâyin ettiler.
Hz. Ebû Bekir, gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi.
Resûli Kibriya, “Âyetteki ‘bid’den (yâni birkaç seneden) maksat, üçten
dokuza kadar olan seneler demektir. Develerin sayısını artır, müddeti de uzat.” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir çıktı. Übey’e rastgelince, “Galiba pişman oldun!” dedi.
O zaman henüz kumarı yasaklayıcı İlâhî hüküm, Peygamber Efendimize gelmiş değildi.
Hz. Ebû Bekir, “Hayır… ” dedi, “Gel seninle bahsi artıralım, müddeti
de uzatalım. Haydi, dokuz seneye kadar 100 deve yapalım.”
Übey de, “Haydi, yapalım.” diyerek kabul etti.
Hz. Ebû Bekir, Mekke ‘den Ayrılacağı Sırada
Hz. Ebû Bekir, Mekke’den ayrılacağı sıralarda, Übey b. Halef,
boğazına sarıldı ve, “Sen Mekke’den ayrılırsan, bahiste kazanacağım develeri
ödemeyeceğinden endişe ediyorum! Bana bir kefil göster!” dedi.
Hz. Ebû Bekir de, oğlu Abdurrahmân’ı kefil gösterdi.
Übey b. Halef de Uhud Harbine çıkmak istediği zaman, Abdurrahmân,
gidip onun boğazına sarıldı ve, “Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe seni bırakmam!” dedi. Übey b. Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola çıktı.
Ubey b. Halef, Uhud Harbinde Resûli Kibriya Efendimizin kılıcından
aldığı bir yaradan dolayı öldü.
Mağlûbiyetlerinden dokuz yıl sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak,
hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar.
Buna da Müslümanlar çok sevindiler, müşrikler ise son derece üzüldüler.
Hz. Ebû Bekir, 100 deveyi Übey b. Halefin kefilinden ve mirasçılarından
alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûli Kibriya Efendimiz,
“Onları sadaka olarak dağıt.” buyurdu.
Kur’ânı Azîmüşşan’ın istikbâlden haber veren ve Resûli Kibriya
Efendimizin bir mucizesi sayılan bu haberinin ortaya çıkması üzerine
Mekkeli müşriklerden bazıları Müslüman oldular.

RÜKÂNE’YE GÖSTERİLEN İKİ MUCİZE
Rükâne b. Abdi Yezid, müşriklerin sırtı yere getirilemeyen emsalsiz
pehlivanlarından biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yazık ki,
Allah Resulüne karşı beslediği şiddetli kin ve düşmanlığını yenip, hakikî
pehlivan olma şerefine ermeyi bir türlü istemiyordu.
Bu meşhur pehlivan, günün birinde Hz. Resûlullah’la Mekke’nin bir
vadisinde karşılaştı. Gözleri husumet kıvılcımları saçıyordu. Allah Resulü,
“Ey Rükâne!..” dedi, “Sen, kendisine îmana davet ettiğim Allah’tan korkmaz mısın?”
Rükâne, “Eğer sözünün gerçek olduğuna kanaat getirseydim sana tâbi
olurdum!” cevabını verdi. Resûli Ekrem, “Eğer seni yere vurursam, söylediklerimin hak
olduğuna inanır mısın?” diye sordu. Rükâne, “Yâ Muhammed!..” dedi, “Eğer beni yıkacak olursan, sana îman ederim!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Kalk, haydi güreşelim!” dedi.
Güreşmek için kalktılar. Mağrur Rükâne, daha ilk tutuşta kendini
yerde buldu. Neye uğradığının farkına varamadı; şaşkındı. Derhâl ayağa
kalktı ve Resûlullah Hazretlerine bir daha güreş teklif etti. Allah Resulü
kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu. Hayret ve şaşkınlığı biraz daha artan Rükâne, üçüncü defa Resûlullah’a güreş teklifinde bulundu. Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttuğu gibi yere vurdu.
“Beni yıkarsan söylediğinin hak olduğuna inanırım.” diye Resûlullah’a
söz veren Rükâne, üç sefer sırtı yere geldiği hâlde yine şirkte inat etti ve,
“Yâ Muhammedi..” dedi, “Şüphesiz, sen bir sihirbazsın! Benimle yaptığın
bu güreşe, doğrusu, şaştım kaldım!”
Böylece, Resûlullah’tan gördüğü mucizeyi, “sihir” ithamıyla perdelemeye çalıştı.

Bir Başka Mucize…
Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resulünün bir başka mucizesine şâhid oldu.
“Doğrusu ben, seninle yaptığım bu güreşe şaştım kaldım.” deyince, Allah
Resulü, “Bundan daha çok şaşılacak olanı da var; istersen sana onu
da göstereyim de Allah’tan kork, davetime tâbi ol!” dedi.
Rükâne, “Nedir, o şaşılacak şey?..” dedi.
Allah Resulü, “Şu sernure ağacını çağırayım. Bana geldiğini gör.” dedi.
Rükâne, “Haydi, çağır da gelsin.” dedi.
Allah Resulü, azılı müşrikin gözü önünde semure ağacına emretti:
“Allah’ın izniyle bana gel!”
Ağaç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahri Kâinat’ın karşısında durdu.
Gözleri faltaşı gibi açılan Rükâne’nin kalb gözü hâlâ kapalı duruyordu.
Bu açık mucizeler karşısında yine küfürde inat etti ve, “Doğrusu,
ben bugünkü gibi büyük bir sihir hayatımda görmedim!” dedi; sonra da,
ağacın tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi.
Allah Resulü, ağaca, “Allah’ın izniyle yerine dön.” diye emretti. Ağaç, derhâl yerine döndü. Bundan sonra Resûlullah Efendimiz, Rükâne’yi tekrar Müslüman olmaya
davet etti. Ancak, o, küfürde inat etti ve davete icabet etmedi.
Bunun üzerine Resûlullah’ın kendisine son sözleri şunlar oldu:
“Yazıklar olsun sana!..”
Hayret ve şaşkınlık içinde kavminin yanına dönen Rükâne, başından
geçenleri ve gördüklerini anlattıktan sonra, “Ey Abdi Menaf Oğulları!..”
dedi, “Adamınızla bütün dünyayı sihirleyebilirsiniz! Vallahi, şimdiye
kadar ondan daha maharetli bir sihirbaz görmedim!”
Hak ve hakikati kabul etmemekte her şeye rağmen inat edenler, bu inatlarında
kendilerini tesellî edebilmek için her zaman çeşitli iftira ve
ithamlarla İslâm dâvasını küçük düşürmek istemişlerdir; ama, her seferinde
küçülenler yine kendileri olmuştur.
Bir rivayete göre, Rükâne, Mekke’nin fethine yakın Müslüman olmuştur.
Evet, misâlde görüldüğü gibi, ağaçlar da Resûli Kibriya’yı tanıyor,
risâletini tasdik edip emirlerini dinliyorlar.
Acaba, buna karşılık, kendilerine “insan” adını veren bir kısım kimseler,
o Resûlü Zîşan’ı tanımazsa, ona îman etmezse, kuru ağaçtan daha
edna, odun parçasından daha ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olarak
Cehennem’in ateşine lâyık olmazlar mı?

Boykot
MÜSLÜMANLARA KARŞI BOYKOT!
(Bi ‘setin 7. senesi / Milâdî 617)
Bu tarihe kadar İslâm’ın inkişafına mâni olmak gayesiyle müşrikler
tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı! Üstelik İslâmiyet, daha
da hızlı inkişaf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her
türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslâm’ın nuru Mekke
dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu!
Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu.
Hz. Ömer, önceki hâlin tam tersine İslâm dâvasını bütün güç
ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâm’ın sağ kolu olmuştu. Bu durum,
Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış
ve onları derinden derine düşündürmüştü!
Diğer taraftan, Kureyş müşrikleri, Necâşînin ülkesine sığınmış bulunan
Müslümanları geri alma işini de başaramamışlardı. Hükümdar Ashame, mülteci Müslümanları geri vermediği gibi, onları koruyacağına dair de söz vermişti!
Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye
sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu!
Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden
çeviremeyeceklerini, İslâm’ın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını
anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek
bir Müslüman dahi dininden dönmemişti!
Şu hâlde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takib etmeleri
gerekiyor ve bu yolda karar almaları lâzım geliyordu. Öyle yaptılar.
Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan
ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayrimüslim olsun, Haşîm Oğullarının tamamıyla münâsebetlerini kesmeye karar verdiler.
İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle
tesbit ettiler: Haşîm ve Muttâlib Oğulları ailelerinden kız alınmayacak.
Haşîm ve Muttâlib Oğulları ailelerine kız verilmeyecek.
Haşîm ve Muttâlib Oğullarına hiçbir şey satılmayacak.
Haşîm ve Muttâlib Oğullarından hiçbir şey satın alınma yacak.
Bu karara akıllarınca kutsî bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi
Kabe duvarına astılar. Ayrıca, bu karara aykırı davranmayacaklarına
dair and içtiler. Bu boykot, Haşîm ve Muttâlib Oğullarının vücudunu ortadan
kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında
Haşîm ve Muttâlib Oğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı
semtlerde oturamazlardı. Ebû Leheb hâriç, Mekke’nin kuzey tarafında
bulunan Şi’bi Ebû Tâlib [Ebû Tâlib Mahallesi] denilen yere topluca
taşındılar. Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münâsebetler kesilmişti. Kazara
oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı.
Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek
nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sâdece, hacc mevsiminde dışarı çıkıp
alış verişte bulunmalarına sözde müsaade ediyorlardı. Sözde diyoruz,
çünkü o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak, onlara bir şey
aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı.
Hattâ, zaman zaman satıcıları, onlara imal satmamak için tehdit bile
ediyorlardı. Bâzan da, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.
Ebû Leheb, Haşîm Oğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin,
hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden
gelen her türlü gayreti gösteriyordu. Mekke’ye yiyecek maddeleri getiren
kervanları şehrin dışında karşılıyor ve, “Ey tacirler!.. Haşîm Oğullarına
bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçler yetmesin!
Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da
mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini
bir kat artırın. Üst tarafını ben öderim!” diyor ve Müslümanların,
açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu.
Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryadlarına
müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları
parçalayacak raddeye varan bu feryadlardan âdeta emsalsiz bir zevk
alıyorlardı. Bu hâdise, imansızlığın, inkâr ve küfrün, insanı, hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin ibretli bir misâlidir!
Boykota uğrayanlar, dışarıdan fazla bir şey alamadıklarından, haliyle
şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki, bazıları, yiyecek
bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hattâ orada burada ele
geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.
Bununla birlikte Müslümanların bu hâline acımayanlar da yok değildi.
Bir gün, Hz. Hatice’nin kardeşinin oğlu Hâkim b. Hizam, bir deve yükü
un göndererek onu Şi’bdeki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.
Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hatice’ye
götürüyordu. Yolda Ebû Cehil’e denk geldi.
Ebû Cehil, ona, “Sen, Haşîm Oğullarına yiyecek götürüyorsun, öyle
mi? Vallahi gidemezsin! Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke’de
açıklayıp, seni rezil ederim!” dedi.
O sırada Ebû’l Bahterî yanlarına çıkageldi ve Ebû Cehil’i muaheze
ederek, “Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen
bir insana mâni olmak doğru değildir!” diye konuştu.
Ancak, Ebû Cehil, inat ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine
Ebû’l Bahterî’yle birbirlerine girdiler. Ebû’lBahterî, eline geçirdiği bir deve
çenesi kemiğiyle vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.
Yine bu meyanda, akrabalık gayretiyle Haşîm Oğulları ve Müslümanlara
yardımını esirgemeyenlerden biri de, Hişam b. Amr b. Haris idi.
Birkaç kere müşriklerden habersiz Şi’b’de bulunanlara, develerle yiyecek götürmüştü.
Servetlerini Harcamaları
Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber
Efendimiz olmak üzere Ebû Tâlib ve Hz. Hatice var yoklarını harcadılar;
fakat yine de, onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar.
Şi’b’de korkunç bir hüküm sürmeye başlamıştı. Bütün bunlar niçin yapılıyordu?
Tek bir şey için: Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v.) teslim almak!..
Müşrikler, bu tarz bir tatbikatla maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı.
Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecellî etti. Öyle ki,
Müslümanlar ve Haşîm Oğullan, bu abluka devresinde Efendimizi korumaya
ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı.
Hattâ, Ebû Tâlib, “herhangi bir suikasta mâruz kalabileceği”
ihtimaline binâen geceleri Peygamberimizi yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu!
Bi’setin 7. senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot, tam üç
sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri
sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslâm’ın gelişmesine engel olamadı. Resûli Ekrem
Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ
vazifesini hakkıyla îfa ediyor, akrabalarına, Haşîm Oğullarına îman ve
İslâm’ı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu!

BOYKOT KALDIRILIYOR!
Boykot uygulamasının 3. senesiydi.
Cenâbı Hakk, müşriklerin Kabe içine astıkları malûm sahifeye bir kurt
musallat etti ve durumu vahiyle Resulüne bildirdi. Sahifede, güvenin
yemediği, “Bismike Allahümme! [Allah’ım, senin isminle başlarım!)”
yazısı kalmıştı sâdece…
Resûli Ekrem, durumu amcası Ebû Tâlib’e anlattı. Bunun üzerine Ebû
Tâlib, gidip müşriklere şu teklifte bulundu:
“Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah, sizin Kabe’de
astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lâfzı dışında bulunan,
zulüm, akrabalarla münâsebeti kesme ve iftira gibi ifadeleri yiyip
bitirmiştir. Kabe’ye gidip sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru
söylemişse, bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer (hâşâ)
yalan söylemişse, ben onu size teslim edeceğim. Onu öldürmek veya diri
bırakmak hususunda serbestsiniz!”
Kabe’ye giden müşrikler, Ebû Tâlib’in anlattıklarının aynısını gözleriyle
gördüler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Efendimizin
bir mucizesi olarak kabul etmediler ve “Bu da bir sihirdir.” diyerek nura gözlerini kapadılar! Bununla birlikte bu hâdise, boykot havasının şiddetini bir derece kırdı.
Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır birkaç kişi de ortaya çıkınca,
bi’setin 10. yılında (Milâdî 619 senesinde), Kureyş’in hudut tanımaz inat
ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Kararın
feshedildiği halka duyuruldu ve boykotun yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.
Böylece müşrikler, “vazgeçilmez bir karar” olarak vasıflandırdıkları
zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin îman
önünde mağlûbiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.
Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûli
Ekrem Efendimiz bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke’nin
fethine geldikleri sırada, Mina’dan Mekke’ye ineceği zaman, “Ertesi gün
inşallah varacağımız yer, Kinane Oğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır
ki, burada Kureyş ve Kinane Oğulları, küfür ve inkâr üzerine söz
ve fikir birliği yapmışlardı.”317 diyerek, o acı günleri ashabınahatırlatmıştı!

BİR GRUP HIRİSTİYANIN MÜSLÜMAN OLMASI
Boykot uygulamasının kaldırılması, Peygamberimize ve Ashabı
Kiram’a geniş bir nefes aldırdı. Bu sırada peşpeşe İslâm sinesine koşmalar görüldü.
İslâm’a gönül verenler arasında 20 kadar Hıristiyan da vardı. Bunlar,
Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlardan, Peygamberimiz ve İslâmiyet
hakkında duyduklarını yerinde araştırmak için Mekke’ye gelmişlerdi!
Kabe’nin yanında Peygamber Efendimizle buluşan Hıristiyan grup,
birçok soru sordu. Sorularına mükemmel cevaplar alınca sevindiler.
Daha sonra Resûli Ekrem, kendilerini Allah’ın birliğine îmana davet
etti, Kur’ân okudu. Kur’ân’ın azameti karşısında gönülleri İslâm’a karşı
muhabbetle doldu. Gözyaşları arasında, 20’si birden orada İslâmiyetle müşerref oldu.
Hâdise, Kureyşli müşrikleri fena hâlde kızdırdı. Putperestlerin Müslüman
olmasını engellemeye çalışırlarken, şimdi de Hıristiyanlar, kendi
ayaklarıyla gelip İslâmiyete giriyorlardı!
Başta Ebû Cehil olmak üzere bir kısım müşrik, onların yolunu keserek,
bin bir hakaretten sonra, “Allah belânızı versin! Sizler, bu adamın ne
dediğini öğrenmek için buraya gönderilmişken, onunla düşüp kalktınız
ve sonunda dininizden ayrılıp ona uydunuz. Bu, düpedüz bir ahmaklıktır!” dediler.
Fakat, İslâm’la müşerref olan bu bahtiyarlar, müşriklerin hakaret dolu
sözlerine aldırış etmediler ve, “Bize karşı yaptığınız cahilliği, biz size
yapamayız.” diyerek, güzel bir cevapta bulundular.
Kasas Sûresinin 5155’inci âyetlerinin, bu kimseler hakkında nazil
olduğu rivayet edilmiştir. Resûli Kibriya Efendimiz, bir gün İslâmiyete ve Müslümanlara şiddetli muhalefetleriyle bilinen Velid b. Muğire, Utbe b. Rebia, Ümeyye b. Halef
gibi birçok Kureyş ileri geleniyle konuşuyor, onlara îman ve Kur’ân
hakikatlerinden bahsediyordu. Zaman zaman muhatablarının dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, “Nasıl, güzel değil mi?” diye soruyordu.
O sırada bir hak âşığı çıkageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mânâ
gözü açık bu zât, Hz. Hatice’nin dayısının oğlu, ashabtan Abdullah b.
Ümmi Mektum idi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle
konuştuğunun farkında değildi. “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Beni irşad et!
Bana Kur’ân okut! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret!”
Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine, İslâmiyeti anlatmak için teksif ettiğini farkedemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu.
Peygamber Efendimiz bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla
pek ilgilenmedi. Zîra, o, her zaman gelip kendisinden İslâmiyetle ilgili
her şeyi öğrenebilirdi. Ama, Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha
böyle toplu hâlde bulma imkânını elde etmeyebilirdi. Onların İslâmiyeti
kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş’in
toptan Müslüman olması mânâsına geliyordu!
İşte, bu sebeple Fahri Âlem Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden
rahatsız olmuştu ve bunu haliyle de izhar etmişti.
Resûli Kibriya Efendimiz, Kureyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip
kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Sûresi nazil oldu.
Sûrede Efendimizin davranışından bahisle şöyle buyuruluyordu:
“(Peygamber) Hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi, kendisine o âmâ geldi
diye… Ne bilirsin, belki o (cehalet kirinden) temizlenecek yahut öğüt
alacaktı da öğüt kendisine fayda verecekti? Amma (malıyla Allah’a)
ihtiyaç göstermeyene gelince… Sen, ona dönüp, sesine kulak veriyorsun!
Onun İslâmiyeti kabul etmeyip temizlenmemesinden sana ne? Ama sana
can atarak gelen Allah’tan korkmuş iken, sen ondan yüz çeviriyorsun!
Hayır, sakın bir daha böyle bir harekette bulunma! Çünkü, o Kur’ân bir
öğüttür. Artık, dileyen ondan öğüt alır.”
Evet, kalblerinden şirkin pisliğini îman suyuyla gidermek istemeyen,
Kur’ân’ı dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi düşünmeyen
kimselerin İslâmiyete girmemesi ve nefsini temizlememesi, Resûli
Kibriya’nın üzerine bir mes’uliyet yüklemiyordu. Çünkü, onun vazifesi
sâdece İslâm’ı hakkıyla tebliğ idi. Ancak, hak ve hakikati öğrenmek arzusunu
izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap vermemek, işte böylesine îkazı gerektiriyordu.
Cenâbı Hakk, konuyla ilgili indirdiği âyeti kerîmelerde manen şöyle diyordu:
“Zahir gözü görmese de kulağı ve kalb gözü açık hidâyet âşığı birini
bırakıyorsun da, zahiren gözü bulunan ve fakat kalb gözü kör, hak sözü
dinlemek sânından olmayan müstağnilerle uğraşıyorsun!”
Bu hâdise ve îkazdan sonra Resûli Ekrem, Abdullah İbni Ümmi
Mektum’u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup
olmadığını sorar ve, “Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmasına
sebep olan kişi!..” diyerek iltifat ederdi.

MÜŞRİKLERİN EZİYET VE HAKARETLERİNİ ARTIRMALARI
Ebû Tâlib’in vefatına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar
üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında Sevgili Peygamberimize
arka çıkacak Haşîm Oğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek
eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib’in hayatında cür’et edemedikleri
birçok taşkınlıkta ve insafsızca harekette bulunmaya başladılar.
Resûli Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü
başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiçbir karşılık vermeden
öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının bu hâlini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken gözyaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zâten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu hâlde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden,
ruhundan akıp geliyordu. Şefkat menbaı Peygamberimiz, dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine Yüce Yaratıcısına güvendi, yine O’na
döndü ve ağlayan masum yavrusunun gözyaşlarını mübarek eliyle
silerek, “Ağlama kızım, ağlama!.. Allah, babanı koruyacaktır.” dedi;
sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti: “Ebû Tâlib’in ölümüne kadar,
müşrikler, bana böyle eziyet ve hakarete cür’et etmemişlerdi.”
Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir
hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâm’ın en büyük düşmanının
dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve
bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.
Ebû Leheb’in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimizden
uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb’in akrabalık bağından gelen sun’î
himâyesi pek fazla sürmedi. Resûli Ekrem’in halkı Allah’a îmana daveti
karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himayeden
vazgeçtiğini ilân etti. Himayeden vazgeçmekle de kalmadı,
eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna
kadar da bu düşmanlığından vazgeçmedi.
Hüzün Yılı
PEYGAMBERİMİZİN ERKEK ÇOCUKLARININ VEFATI
Üç senelik müşrik ablukasından kurtulmanın sevincini acı olaylar
takib etti. Acı hâdiseler zincirinin ilk halkası, Resûli Ekrem’in dört
yaşındaki en büyük oğlu Kasım’ın vefatı oldu.
Gönlü şefkat şelâlesini andıran Peygamber Efendimiz, bu büyük
oğlunun vefatından çok müteessir oldu. Derin teesürünü ciğerparesinin
cenazesini götürürken, karşısında dimdik duran Kuaykıan Dağına, “Ey dağ!.. Benim başıma gelen şey senin başına gelseydi, dayanmaz,
yıkılırdın!” hitabıyla ifadeye çalışıyordu.
Mübarek gönülleri henüz Kasım’ın vefat hüznünden kurtulamışken,
acı bir hâdise daha vuku buldu: Oğlu Abdullah da vefat etti.
Allah’ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın
Efendisi, bu acı hâdiseler karşısında yine de gözyaşlarını tutamıyordu.
Hz. Hatice, Hakikî Sahibine iade ettiği bu ciğerparelerini kastederek,
“Yâ Resûlallah Onlar, şimdi nerededirler?” diye sordu.
Resûli Kibriya, “Onlar Cennet’tedirler.” diye cevap verdi.
Bu acı hâdiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri
yaşlı idi. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama,
şirk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları hasebiyle, insanlığın
gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da
üzmek için ne lazımsa yapıyorlardı. Hattâ, içlerinden Asb. Vail ve Ebû
Cehil gibi azılılar, işi daha da ileri götürerek, “Artık, Muhammed, ebterdir,
nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır.
Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır!” diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.
Resulünü, hiçbir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan
Cenâbı Hakk, bu dedikodular üzerine de Kevser Sûresini inzal buyurarak,
müşriklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Efendimizi şöyle teselli etti:
“Doğrusu biz, sana Kevser’i ihsan etmişizdir. Öyle ise, Rabbin için
namaz kıl, kurban kes! Asıl ebter, sana kin bağlayandır!”
Evet, asıl, adı sanı toprağa karışıp kaybolan, Ebû Cehil’ler, Ebû
Leheb’ler oldu; Resûli Kibriya’nın adı ve dâvası ise, asırlardır inananların
gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve Kıyamet’e kadar da dalgalanmaya
devam edecektir!  Ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 24; İbni Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 133. “Kevser,” Cennet’te bir havuzdur. Resûli Ekrem Efendimizin ümmeti, onun başına
gelip içecektir. Yahut, “çok hayır” demektir ki, peygamberliğe,
Kur’ân’a, şeriata ve benzerlerine şâmildir. “Kevser,” “pek çok hayır” demektir:
İlim, amel, iki âlemde şeref gibi…
Resûli Ekrem Efendimiz, bir hadîsi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“O, Cennet’te bir nehirdir. Rabbim onu bana va’detti. Onda pek çok
hayır var. (Suyu) baldan tatlı, sütten beyaz, kardan soğuk, kaymaktan
yumuşaktır. İki kenarı zeberceddir. Bardakları gümüştendir. Ondan içen
bir daha susuzluk duymaz.”
Bazı âlimlere göre ise “Kevser,” Resûlullah’ın (s.a.v.) evlâdı, etbaı yahut
ümmetinin âlimleri yahut Kur’ân’dır.” (Bkz.: Hasan B. Çantay, Kur’ânı
Hakîm ve Meâli Kerîm, c. 3, s. 1226).

EBU TALIB’IN VEFATI
Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla
son derece sevinmişlerdi. Mekke’de umumî bir sürür meydana gelmişti.
Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka
musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.
Resûlullah Efendimizin peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib
hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûli Ekrem Efendimiz, kendisini
küçük yaşından beri bağrına basıp şefkat ve himayesinde büyüten, onu
korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını
kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan, onun Müslüman
olup ebedî saadete ermesini de candan arzu ediyordu.
Ebû Tâlib’in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu farkeden Kureyş
müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili
olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe b. Ebî Rebia, Şeybe
b. Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları
yanına vararak, “Ey Ebû Tâlib!..” dediler, “Sen büyüğümüzsün. Ölüm
döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu
ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden
ayrılsın, biz de ondan ayrılalım; birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim
dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım!”
Ebû Tâlib, Nebîyyi Muhterem Efendimize haber gönderdi.
Resûlullah, gelip, Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasında oturdu.
Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize hitaben, “Ey kardeşimin oğlu!..”
dedi, “Bunlar kavminin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya
gelmişlerdir: Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır!”
Resûli Ekrem Efendimiz, “Olur, ey amcam!..” dedi, “Onların benden almalarını
ve kabul etmelerini istediğim, bir tek kelimedir; ki onlar, o kelimeyle
topyekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler!”
Ebû Tâlib, hayret içinde, “Bir tek kelime mi?..” dedi. Peygamber
Efendimiz, “Evet, bir kelime.” dedi. Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?..
Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimize hitaben, “O kelime ne ise
bize söyle de, o birin yanına bizlO katalım!” dedi.
Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi
Resûli Ekrem şöyle ifade etti: ‘”Lâ ilahe illallah.’ deyin ve Allah’tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!”
Bu mukaddes sözü duyan müşrikler, hep birden ellerini çırptılar ve,
“Yâ Muhammed!..” dediler, “Sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak
istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu!” Sonra da birbirleriyle konuştular:
“Vallahi, bu adam(!), size, istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah,
sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin!”
Cenâbı Hakk, onların bu hareketlerini Kur’ânı Keriminde bize şöyle haber verir:
“O, (bütün) ilâhları bir tek ilâh mı yapmış? Bu cidden acayip bir şey!
Onların elebaşlarından bir güruh (birbirine), ‘Yürüyün, mâbudlannıza
(ibâdette) sebat edin. Şüphesiz ki, arzu edilecek olan budur.’ diyerek kalkıp gitmiştir.”

Resûli Ekrem ‘in, Amcasını İslâm’a Daveti
Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimize,
“Vallahi, ey kardeşimin oğlu!.. Senin onlardan istediğin şeyi, ben
hak ve hakikatten uzak görmedim!” dedi.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının
Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde, “Ey Amca!..” dedi, “Gel, bari
sen ‘Lâ ilahe İllallah.’ de de, onunla sana âhirette şefaat edebileyim!”
Fahri Kâinat’ın bu candan ve samimî arzusuna, ne yazık ki, amcası,
gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.
“Yeğenim!..” dedi, “Vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna,
çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin
şeyi söyleyip sana tâbi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü, ölümden
korkarak söylediğimi zannedeceği için, söylemeyeceğim!”
Fakat, buna rağmen, Sevgili Peygamberimiz, amcasını İslâm’a davetten
ve teşvikten vazgeçmedi. Mübarek kalbi, kendisini canı gibi seven
amcasının îmansız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akıbetin ızdırabıyla
çarpıyor ve devamlı, “Ey amca!.. ‘Lâ ilahe illallah.’ de ki, onunla
âhirette sana şefaat edebileyim.” diyordu.
Yine böyle bir davet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Tâlib’in
başucunda Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de, “Yâ
Ebâ Tâlib!.. Sen, Abdûlmuttâlib’in milletinden, onun dininden yüz mü
çevireceksin?” dediler. Resûli Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve Kelimeİ
Tevhid’i amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp
durdular. Sonunda Ebû Tâlib (kendisini kastederek), “O, Abdûlmuttâlib’in dini üzeredir!” dedi. Buna rağmen Peygamber Efendimizin mübarek gönlü, kendisini
candan seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti reva
gören müşriklerle aynı akıbete uğramaktan derin ızdırap duyuyor ve,
“Ey amca!.. Şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar senin
affedilmeni isteyip duracağım!” diyordu. Nihayet, Ebû Tâlib, makbul bir îmana nail olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu.
Bunun üzerine Cenâbı Hakk, indirdiği şu âyeti kerîmeyle,
Resûlullah’ın şahsında bütün mü’minlere hitab etti:
“Hakikat sen, her sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Fakat,
Allah’tır ki, kimi dilerse ona hidâyet verir ve O, hidâyete erecekleri daha iyi bilendir.”
Resûli Ekrem Efendimizin mübarek ve nâzik kalbi, amcasının vefatıyla
fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübarek dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Allah, ona rahmet etsin, mağfiretini ihsan buyursun!”
Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib’in başucunda bulunuyordu.
Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi
ve “Lâ ilahe illallah.” dediğini işitti. Resûli Ekrem Efendimize, “Ey
kardeşimin oğlu!.. Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin
tevhid kelimesini söyledi.” dedi.
Resûli Kibriya, gözyaşları arasında, “Ben işitmedim.” buyurdu.332
Hz. Abbas’ın, henüz o sırada Müslüman olmadığını da hatırlatalım!
Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan
kalbi teessür içinde bulunan Rahmet Peygamberi Efendimiz, cenazesinin
arkasından da, “Amca, Rabbim, seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın!”
diye dua etti. Bu sırada yine mevzuyla ilgili şu âyeti kerîme nazil oldu ve
mü’minlere değişmez bir ölçü verdi: “Ne Peygamber’e, ne de îman edenlere, akraba bile olsalar, Cehennemlik oldukları onlara açıktan açığa göründükten sonra, müşrikler için
istiğfar doğru değildir!”
Amcasının vefatı Resûli Ekrem’i hem üzdü, hem de derinden derine
düşündürdü. Zîra, kendisine o âna kadar zahirî hâmîlik eden, müşriklerin
şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan, o idi. Gerçekten, en zor ve
çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin üzerinden koruyuculuğunu
esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himayeden vazgeçmemişti.Bu himaye sebebiyle, Kureyş müşrikleri, Peygamberimize fazla ilişememişlerdi.
Ama, şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve
husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahiren koruyacak
kimse kalmamıştı. Ama, Cenâbı Hakk’ın muhafaza ve himâyesi de
hiçbir maddî himayeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda Sevgili
Resulünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı!

EBÛ TÂLİB’İN ÎMANI MESELESİ
Ebû Tâlib’in îmanı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şîa
âlimleri, îmanh gittiğine kaildirler. Ehli Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îman
etmediğini söylemektedirler.Bununla birlikte, Peygamber Efendimizle
iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dair bazı
emareler, şiirlerinden anlaşılmaktadır!
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, “Ehli Teşeyyu [Şîalar], îmanına
kail; Ehli Sünnet’in ekserisi ise, îmanına kail değildir.” dedikten sonra
şöyle bir izah tarzıyla meseleye açıklık getirmektedir:
“Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûli Ekrem’in
(a.s.m.) risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun—o gayet
ciddî—o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet,
ciddî bir surette Cenâbı Hakk’ın Habibi Ekremini sevmiş ve himaye etmiş
ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib’in, inkâra ve inada değil, belki
hicab ve asabiyeti kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îman getirmemesi
üzerine Cehennem’e gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi
hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde
baharı halkettiği ve zindanda— uyku vasıtasıyla—bazı adamlara zindanı
saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.”
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398399.

HZ. HATİCE’NİN VEFATI
Ebû Tâlib’in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin
pâk zevcesi Hz. Hatice de bi’setin 10. yılı Ramazan ayında, 65 yaşında
iken fânî dünyadan ebedî âleme göç etti.
Namazını bizzat Resüli Kibriya Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına
defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler, Nebîyyi Muhterem Efendimize
pek ziyade hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itaati,
kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkati, îmanının kuvveti, sadâkat ve faziletiyle,
onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellîcisi idi. Herkes düşman
iken, risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes ondan uzaklaşıp
kaçarken, o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü.
En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu!
Resûli Kibriya Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Haticei Kübra’ya
olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki,
vefatından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan
takdir, rahmet ve muhabbetle bahsederek hâtırasını yâdederdi. Ona olan
sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat
ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.
Günün birinde, Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle’nin sesini duyunca, hemen
sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Validemiz,
“Allah’ın kendisine, ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini” söylemişti.
Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe’nin bu sözlerinden rahatsız
olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice’nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti.
Habibi Kibriya’nın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli
Âişe (r.a.), “Yâ Resûlallah!.. Seni Peygamber olarak gönderen Allah’a
yemin ederim ki bundan sonra Hatice’nin menkıbelerini her zaman
an.” diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.
* * *
Yine, Resûli Ekrem’in, Hz. Hatice Validemizi dâima takdir ve muhabbetle
yâdettiğlni, Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat
Âişe’nin (r.a.) şu ifadelerinden öğreniyoruz:
“Nebî’nin (s.a.v.) kadınlarından hiçbirini, Hz. Hatice’yi kıskandığım
kadar kıskanmadım! Hâlbuki, onu Resûlullah’ın yanında görmemiştim
bile!.. Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere
koyun keser, Hz. Hatice’nin samimî arkadaşlarına et gönderirdi. Bâzan
ben sabırsızlık göstererek, ‘Sanki, yeryüzünde Hatice’den başka kadın
yok mu?’ derdim. Resûlullah da, ‘Hatice (şöyle) idi, Hatice (böyle) idi, diye
iyiliklerini sayar ve ‘Ondan çocuklarım var.’ buyururdu.”
Resûlullah Efendimiz, Hira’ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz
de ona yiyecek taşırdı. Bu sırada bir gün Cebrail (a.s.) gelerek, “Yâ Resûlallah!.. İşte, şu uzaktan sana doğru gelen, Hatice’dir. Yanında, içinde yemek bulunan bir kab
var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm şöyle!
Cennet’te inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki,
onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak!..”
dedi.
* * *
Hz. Ali de (r.a.), ‘”Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı, İmran’ın
kızı Meryem’di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice’dir.’ dediğini,
Resûlullah’tan işittim.” demiştir.
HÜZÜN YILI
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübarek kalbleri üzerinde
bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle, Resûli Kibriya Efendimiz,
bi’setin bu 10. yılını “Senetû’lHüzün [Hüzün yılı]” olarak isimlendirdi.

Hz. Aişe ile Nişanlanması ve Hz. Sevdeyle Evlenmesi
PEYGAMBER EFENDİMİZİN, HZ. ÂİŞE’YLE NİŞANLANMASI
Hz. Hatice Validemizin vefatıyla, Resûli Kibriya Efendimizin aile hayatında
bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de ashabı güzin
bu durumun farkında idiler. Bir gün, Osman b. Maz’un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtûn, Habibi Kibriya Efendimizin huzuruna geldi ve, “Yâ Resûlallah!.. Yanına girince
birden Hatice’nin yokluğunu hissettim!” dedi.
Resûli Ekrem, bunun üzerine, “Evet, o, çoluk çocukların anası, evinin
de görüp gözeticisi idi.” buyurarak, aile hayatında Hz. Haticei Kübra’nın
ebedî âleme irtihâliyle meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı.
Efendimizin bu konuşması üzerine Havle binti Hâkim, “Yâ Resûlallah!..
Evlenmek ister misin?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Kiminle?..” dedi. “Ebû Bekir’in kızı Âişe veya
Şevde binti Zem’a ile… ” Bu karşılıklı konuşmadan sonra Resûli Kibriya
Efendimiz, Havle’ye, “Git,” dedi, “benim için ikisi hakkında da konuş!”
Bunun üzerine, Havle Hâtûn doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı.
Evde, Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Ruman vardı.
“Ey Ümmü Ruman!..” dedi, “Allah’ın, hayır ve bereketten size neyi
eriştirdiğini biliyor musunuz?”
Ümmü Ruman, “Nedir?” diye sorunca da, Havle, “Resûlullah, Aişe’yi
istemek için beni gönderdi!” diye cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından, Ümmü Ruman, Havle
Hâtun’a hiçbir cevap vermedi ve ona, “Ebû Bekir’in gelmesini bekle.” dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı. “Yâ Ebû Bekir!..”
dedi, “Allah, size hayır ve bereketten ne eriştirdi, biliyor musunuz?”
Hz. Ebû Bekir, “Nedir o?..” diye sordu.
Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi.” cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra, “Âişe (din) kardeşinin
kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?” diye konuştu.
Havle, derhâl dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûli Kibriya
Efendimiz, “Ebû Bekir’in yanına dön! Tarafımdan ona ‘Benim sana
kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun (kan ve süt kardeşliği değil)
İslâm’da kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir.’ de!” buyurdu.
Havle dönüp bunu bildirince, Hz. Ebû Bekir’in tereddüdü zail oldu ve
kerîmesi Hz. Âişe’yi Resûli Kibriya Efendimize Şevval ayında nişanlayıp
nikahladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.
Ibni Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 58; Buharî, Sahih, c. 2, s. 329; Ahmed İbni
Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.

EFENDİMİZİN, HZ. SEVDE’YLE EVLENMESİ
Bundan sonra, Havle Hâtûn, Şevde binti Zem’a’ya gitti.
Hz. Şevde, Sekran b. Amr’ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı
ve kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Daha sonra Mekke’ye
dönmüşlerdi. Mekke’ye döndüklerinde Hz. Şevde, bir gece rüyasında,
Ay’ın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı: “Eğer rüyan doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra sen de
evleneceksin!” Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekran, hastalanıp vefat etmişti;
böylece, Hz. Şevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtûn, kendisine, “Resûlullah, beni, sana, dünürlük için
gönderdi!” deyince, Hz. Şevde son derece sevindi. Ancak, bir tereddüdü
vardı: Acaba Nebîyyi Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da
rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûli Kibriya Efendimize hemen
cevap vermedi. Resûlullah, dini îmanı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını
terkedip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve
kahramanlıkta bulunmuş bu mücâhideyi şereflendirmek ve taltif etmek
istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir
gün bizzat kendisiyle görüştü ve, “Seni, benimle evlenmekten alıkoyan
nedir?” diye sordu.
Hz. Şevde, “Vallahi yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan
hiçbir mühim sebep yoktur; ancak, şu çocukların sabah akşam başında
vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekmiyorum!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, “Allah sana rahmet etsin!
Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla
karşılaşandır.” buyurarak, bu endişe ve tereddüdünemahâl olmadığını
belirtti; sonra da, “Seni nikahlamak için, kavminden birini vazifelendir.” dedi.
Hz. Şevde, kaynı Hatip b. Amr’e salâhiyet verdi. O da, Hz. Sevde’yi,
bi’setin 10. yılında Resûli Kibriya Efendimize nikahladı. O sırada, Hz.
Şevde 55 yaşlarında idi. Görüldüğü gibi, Resûli Kibriya Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îman safına iltihak etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu
şirk inancına dönmek istemeyen bu mücâhide yaşlı hanımı, sâdece
Allah’a ve Allah’ın dinine olan bağlılık ve sadâkatinden dolayı himâyesi
altına alıyor ve onu “mü’minlerin annesi” olmak şerefine ulaştırıyordu!

Taif’e Gidişleri ve Mekke’ye Geri Dönüşleri
RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN TAİFE GİDİŞİ
Müşrikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin vefatlarını fırsat bildiler. Âdeta
bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize reva gördükleri
eza ve cefaları birden kat kat artırdılar. Öyle ki, Efendimiz, onların
zulüm, hakaret ve işkencelerinden dolayı dini neşretme vazifesini yapamaz hâle gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriya
Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Taife gitmeye karar
verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı, Taif te oturan Sakif Kabilesinden
kendisini korumalarını ve İslâm dâvasını kabul etmelerin istemekti!
Taif, Arabistan’ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle
şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullah’ın süt annesi Halime’nin mensup
olduğu Benî Sa’d Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla,
Efendimiz, bu belde sakinlerinin îs-lâm’a alâka duyup îmanla şereflenebilecekleri
ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde,
Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı!
Tarih, bi’setin 10. yılı Şevval ayının 27’sini gösteriyordu.i
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz Zeyd b. Harise’yle birlikte gizlice
Mekke’den ayrılarak Taife vardı. Orada Sakif Kabîlesi ileri gelenleriyle
görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine davet etti. Kavminden muhalefet
edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını talep etmek için geldiğini
anlattı. Ancak, kaldığı 10 gün zarfında hiçbir müsbet netice elde edemedi;
üstelik, hakaret ve istihza ile mukabele gördü, türlü türlü ithamlara mâruz kaldı.
Reislerinden biri, “Allah, peygamber göndermek için, senden başka
kimse bulamadı mı?” diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübarek kalblerini
teessüre boğdu. Bir başkası, “Vallahi,” dedi, “ben hiçbir zaman
seninle konuşmayacağım! Çünkü, sen, şayet dediğin gibi Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle
kendimi büyük tehlikeye atmak istemem! Eğer, sen ‘Allah’ın Peygamberiyim.’
diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben
seninle konuşmaya lüzum görmem!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakiflilerden
hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.
Müşriklerin bu durumu haber alıp cür’etlerini artırmalarından endişe
duyduğu için de, yanlarından ayrılacağı sırada onlara, “Bari, konuştuklarımız
aramızda kalsın; başka kimse duymasın.” dedi.
Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Taif
sakinleri, Resûl-i Zîşan’ın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin
islâmiyete alâka duymalarından korkarak, İki Cihan Güneşi Efendimize,
“Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin
söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi biz de senden
elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz!” dediler.
Lat ve Uzza’ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler,
bu çirkin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak bulunan
Cihan Peygamberine, ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında
sıralanarak Kâinatın Efendisini ve Hz. Zeyd’i taşa tuttular.
Resûlullah’ın mübarek ayaklan kana bulandı. Öyle ki, isabet eden
taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hâle geldi. Resûl-i Ekrem,
zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde
onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş
yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap
içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriya’ya siper
etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mâni olmaya
çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revan içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla
kurtarabildi. Bağın sahipleri, kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve
Şeybe b. Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı
utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan
sonra şu hazin münâcâtta bulundu:
“Allah’ım!.. Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir
görüldüğümü ancak Sana arzeder, Sana şikâyet ederim.
“Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah!.. Herkesin hakir görüp
de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak
Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin. “Allah’ım!.. Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona
katlanırım. Fakat, Senin af ve mağfiretin, bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
“Allah’ım!.. Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan uzak kalmaktan,
Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhî nuruna sığınırım!
“Allah’ım!.. Sen razı oluncaya kadar affını dilerim!
“Allah’ım!.. Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!”
KÖLE ADDAS
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin mâruz kaldığı şen’î ve menfur
saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete gelmişti.
Köleleri Addas’la Efendimize biraz ü-züm göndererek ikramda bulundular.
Addas, tabak içindeki üzümü alıp Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem,
üzümü “Bismillah.” diyerek alıp yemeye başlayınca Addas’ın dikkatini
çekti. Kendi kendine, “Vallahi,” dedi, “bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler
ve söylemezler!” Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ey Addas!.. Sen hangi belde halkındansın ve
hangi dindensin?” diye sordu. Addas, “Ninovalıyım ve Hıristiyanım.” diye cevap verdi.
“Demek, sen, o sâlih kişi Yunus İbn-i Metta’nın hemşehrisi-sin.”
“Sen, Yunus İbn-i Metta’yı nereden biliyorsun?”
“O, benim kardeşimdir, O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.”
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin
başını, ellerini ve ayaklarını öptü!
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri, diğerine, “Senin
adamın,” dedi, “gözünün önünde kölenin itikadını bozdu!”
Addas yanlarına dönünce de, ikisi birden, “Yazıklar olsun sana Addas!..
Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?” diyerek onu azarladılar.
Addas’ın efendilerine cevabı ise şu oldu:”Yeryüzünde, bu zâttan daha
hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir!”

PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif
Kabîlesiyle Taiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın
teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke’ye iki konaklık bir mesafe
kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice
bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrail’i farketti.
Cebrail (a.s.) seslendi: “Şüphesiz, Allah, kavminin sana neler
söylediğini işitti; sana, şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında
dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin!”
O anda görünen dağlar meleği de, emrine amade olduğunu ve istediği
takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine
kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekrem’in arzusu başka idi.
Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
“Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ’nın bu
müşriklerin sulbünden, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet
edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.”
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları beddualarla
yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi; aksine, insanların
îmana kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesi
idi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî
maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu
sebeple,her dakikası bir nevi ibâdetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara
olarak maziye akıp gidiyordu.

CİNLERİN, PEYGAMBERİMİZİ DİNLEMESİ
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye varmadan Nahle adlı mevkide bir
müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden
bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur’ân’ı duyunca, durarak
dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine
dönerek onları îmana davet ettiler.
Kur’ân-ı Kerîm, bu hâdiseden bize haber verir: “Hani; cinlerden birtakımını
Kur’ân dinlemek üzere sana sevketmiştik; bu suretle vakta ki
ona hazır oldular: ‘Susun, dinleyin.’ dediler. Sonra bitirildiği vakit de
döndüler. İnzar etmek üzere kavimlerine gittiler. ‘Ey kavminiz!..’ dediler,
‘Haberiniz olsun: Bizler bir kitap dinledik. Musa’dan sonra indirilmiş
önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir doğru yola hidâyet ediyor! Ey
kavmimiz!.. Allah’ın dâvetçisine icabet edin ve ona îman getirin ki bazı
günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elim bir azabtan korusun!'”

MEKKE’YE GİRİŞ
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle’de bir müddet ikamet ettikten
sonra Mekke’ye yöneldi. Kureyş’in kendisini kolay kolay Mekke’ye sokmayacağını
biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin
himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple, Hira’ya varınca, birini göndererek, müşrik Mut’im b.
Adiyy’in himayesini istedi. Mut’im, isteğini kabul etti ve oğullarını silâhlandırarak,
kendisi de beraberinde olduğu hâlde, Efendimizi Hira’dan alarak Mekke’ye getirdiler.
Müşrikler, Mut’im’in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkaramadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında
Kabe’yi tavaf etti, Harem-i Şerifte iki rekât namaz kıldı ve oradan evinegitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut’im b.
Adiyy’in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun
bu iyiliğini, müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâdetmiştir.
Mut’im’in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için
Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz, onu kabul etmiş, ricasını dinledikten sonra şöyle demişti: “Eğer, baban Mut’im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricada
bulunsaydı, şüphesiz, ben, onları Mut’im’e bağışlardım!”

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.