Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Hayber’in Fethi

8 yıl önce
1.212 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Hayber’in Fethi
(Hicret ‘in 7. senesi Muharrem ayı sonlan / Milâdî 628)
Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi
kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir,
Medine’nin kuzeybatısına düşüyor ve ona uzaklığı ise 100 mili (169 km) buluyordu.
Resûli Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle
Medine’den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş, burayı âdeta
Yahudiliğin bir nevi merkezi hâline getirmişlerdi. Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine, buradaki Yahudiler sebep olmuşlardı.
Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşitli iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi. Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre, Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine’ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse
Kureyş müşrikleri Medine’ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu plânları Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı. Yine, Resûli Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Sulh Anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine’yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, kuzey tarafı ki Hayber
Yahudilerinin bulunduğu taraftı henüz emniyetten mahrumdu. Hâlbuki,
bu emniyetin temini,İslâmî gelişmenin sür’at kazanması bakımından gerekli görünüyordu. Aynı şekilde, Arab’ın en büyük ticareti Şam’la idi. Yahudiler ise, bu yol
üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı.
Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi!
İşte, bütün bu sebepler, Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenâbı Hakk da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gönderdiği
Fetih Sûresinde, Müslümanlara buranın fethini va’detmişti. Medine ‘den Hareket
Hayber Gazasına çıkmaya karar veren Resûli Kibriya Efendimiz, ashabına,
hazırlanmalarını emretti. Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri
olan Hayber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu; “Hayber’e biz de sizinle gidelim!” diyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâyı Kelimetullah
uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganîmetten de bir şey verilmeyecektir!” buyurdu.Bunu, Medine’nin içinde halka ilân etti. Hz. Resûlullah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’in rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hattâ niyet dahi
edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
Zaten, İslâm’da harbin ulvî ve nurânî gayesi de, İ’lâyı Kelimetullah’tır.
Resûli Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhâl toplandılar.
Sayıları, 200’ü atlı olmak üzere bin 600 kişiyi buldu. Bunlar sâdece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hayber’de bulunduğu sırada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslüman ile Habeşistan’dan gelen Muhacir Müslümanlar
da orada İslâm Ordusuna katılacaklardır. Ayrıca, Medine’den hareket eden İslâm Ordusunda, Resûli Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte 20 kadar Müslüman kadın da vardı. Harb esnasında yaralanan mücâhidleri tedavi etmek, onlara yemek
pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.
Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Siba b. Urfutat’ı vekil
bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin manevî boyasıyla boyanmış olan mücâhidler, pür şevk ve
coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Amir b. Ekva, o andaki
heyecan ve sadâkatini, “Allah’ım, Sen hidâyet etmeseydin biz doğru
yolu bulamazdık, zekât veremezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize
yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne
çıkarmaya çalışınca, Sen kalblerimize sekînet indir; çarpıştığımızda da
ayaklarımıza sebat ver!” şiiriyle dile getiriyordu.Peygamber Efendimiz,
şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekva olduğunu öğrenince
de, “Allah ona rahmet etsin!” buyurdu. Mücâhidler bir an durakladılar; zîra, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
“O, ne sağırdır, negaib… ” Mücâhidler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlanyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber!
Allahü Ekber! Lâ ilahe İllallahu Allahu Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûli Kibriya Efendimiz, “Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zîra siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!” diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız (Her hâlinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır.)” Kalbimizin en gizli hâtırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûli Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu: “Allah’ım!.. İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten,
gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız
kimselerin musallat olmasından Sana sığınırım!” İslâm Ordusu Reci ‘de
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Reci denilen yere vardı ve orada
konakladılar. Burası, Hayber’le Gatafanların yurdu aracında bir yerdi.
Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı: şöyle ki: Hayber Yahudileri,
Gatafanlardan yardım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde
gelip kalelerinde İslâm Ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini
bildirmişlerdi. Resûli Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni
olmak için de, Gatafanlara, “Şayet Yahudilere yardım etmezlerse,
fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünün kendilerine verileceği”
teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.
İşte, Resûli Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlardan
Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş
oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudîlerine
hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.

İSLÂM ORDUSU, HAYBER ÖNLERİNDE
Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Reci’den Hayber’e doğru
ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak
âdeti olmadığından sabahı bekledi.
Peygamberimizin Duası
Resûli Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve
gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!.. Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi
olan Allah!.. Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!.. Ey
rüzgârların ve savurduklarınn Rabbi olan Allah!.. Biz, Senden şu şehrin
hayrını ve iyiliğini, halkın hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her
şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden,
içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!” diye dua etti. Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi. Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat aletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca, karşılarında İslâm Ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve, “İşte, Muhammed ve ordusu!..” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin
tâ Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal
bile vermemişti. Çünkü, kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu,
harb âletleri de oldukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resûlullah, bütün bunları
göze alarak, güya, gelemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı. Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pür telâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûli Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahu Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hâli ne kötü olur!” diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.

Düşman Cephesi
Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda
kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler. Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesinde toplandılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
ÇARPIŞMANIN BAŞLAMASI
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücâhidlerin
üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm Ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla 50 kadar mücâhid yaralandı.
İkinci gün, Resûli Ekrem Efendimizin emriyle, İslâm Ordusu, karargâhını
Reci mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücâhidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı. Peygamber Efendimiz ve mücâhidler, her sabah silâhlanarak Natat
Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci’e dönüyorlardı.
Peygamberimizin Hastalanması
Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün
mücâhidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i
görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına
rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücâhidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasîb olmadı. Yedi gün böylece devam etti. Bu sırada, İslâm Ordusu bir şehid verdi: Mahmud b. Mesleme… Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hâlde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.
Amir b. Ekva ‘nın Şehid Olması
Yine, bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından
olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya
başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman,
kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi.
Yaralı hâlde İslâm Ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid
olarak vefat etti. Zâten, Efendimiz de, henüz Hayber’e varmadan
önce, onun şehâdet mertebesine ereceğine işaret buyurmuşlardı.
DEVSLİLERİN GELİP İSLÂM ORDUSUNA KATILMASI
Devs Kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygamber
Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslâmiyete davet edip durmuştu. Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden 400 kadar Müslümanla Hicret’in
7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslâm Ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş açtılar.
Gelen 400 kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hüreyre de (r.a.) bulunuyordu.Orada Hz. Resûlullah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre, Ehli Suffa’ya dâhil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenâbı Hakk, kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, birçok hadîsi şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadîs bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazardı; ben yazmazdım.” demiştir.
SANCAK HZ. ALİ’DE
Muhasara devam ediyordu. Serveri Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine
vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever.
Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.” buyurdu. Mücâhidleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nail olacak zât kimdi? Her mücâhidin gönlünde uyanan samimî arzu ve duygu, Hz. Fahri Alem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu
ümit ve arzu ile geçirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da
arttı. Bu heyecan ve samimî arzusunu sâdece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim, hiçbir zaman olmamıştır!” diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücâhid, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebîyyi Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhâl getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından
Hz. Resûlullah, “Ali nerede?” diye sordu. Artık, Fâtih belli olmuştu.
Garibtir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı. “Yâ Resûlullah, onun gözleri ağrıyor.” dediler. Resûli Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhâl huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri Fahri Kâinat’m mübarek duasıyla şifa buldu. Efendimiz, ayrıca, onun için, “Allah’ım!.. Sıcağın soğuğun sıkıntısını
bundan gider!” diyerek de dua etti. Hz. Ali derki:
“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği hâlde bundan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi giyer ve asla üşümezdi.
Hz. Resûlullah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Resulünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı! Her bir sahabî, aynı duygular içinde İslâm’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûli Ekrem, bir de kendisine zırhlı
bir gömlek giydirdi ve Zûlfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da,
“Allah, sana fetih nasîb edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!” diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?” diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
“Allah’tan başka ilâh ve ibâdet edilecek bulunmadığına ve
Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehâdette bulununcaya kadar
onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış
olurlar. Kalblerindekinin hesabı ise Yüce Allah’a aittir.”
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Resûlallah,
Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacağım!” dedi. Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vekar içinde ilerle, sonra onları İslâm’a davet et; müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlardan tek bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için birçok kızıl
deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır.” buyurarak, aynı zamanda İslâmî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.

Hz. Ali, Merhab ‘la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullah’m beyaz sancağıyla mücâhidlerin
önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. Onları, İslâm’ın
umdelerini anlatıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler,
Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar.
Yapılan çarpışmada birçok yiğidi, mücâhidler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab,
kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle
birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış,
başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip
geldikleri zaman çoğu kere arslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünüyordu. Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, annemin bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki
en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” diye cevap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zûlfîkâr’la ikiye bölünerek yere düştü. Manzarayı gören Hz. Resûlullah, mücâhidleri müjdeledi: “Sevininiz!
Hayber’in fethi artık kolaylaştı.” Bundan sonra mücâhidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sâdece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudîyi
öldürdü. Hattâ, bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları hâlde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar!
Adamlarının teker teker yere serildğini gören diğer Yahudiler, gerisin
geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûli Kibriya
Efendimizin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara
ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile
birlikte mücâhidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan
başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akıbetin kötü olacağını
gören Yahudiler, Natat’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücâhidler, Naim Kalesine doğru yöneldiler. Burada da düşmanla
şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale
önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesinin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesinin teslimi takib etti.

MÜSLÜMAN OLUP ŞEHÂDET MERTEBESİNE EREN ÇOBAN!
Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslâm Ordusuna doğru
geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudîlerinden Amir’in, Yesar adını
taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin
kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silâhlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu. Yahudiler, “Şu, kendini ‘resul’ diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz!” cevabını vermişlerdi. “Resul” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an
duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
Yesar sâdece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu. İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkageldi! “Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûli Ekrem, “İslâmiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına
ve benim de O’nun Resulü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum.” buyurdu. Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi îman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?” Resûli Ekrem, “Eğer bu îman ve bu şehâdet üzere ölürsen Cennet var!” dedi. Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûli Ekrem, ona bu îman ve şehâdet üzere ölürse Cennet’e gireceğini
söylemişti. Amma Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam
ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine
göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin
yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu hâlimle Yahudilerle çarpışır
ve ölürsem yine Cennet’e girer miyim?” Resûli Ekrem’den, Yesar’ı sevince garkeden cevap geldi: “Evet, Cennet’e girersin!” Yesar bu sefer, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu. Resûli Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir.” diyerek Yesar’a yol gösterdi. Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu: “Haydi, artık sahibinize dönünüz.” Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.
Yesar ‘in Şehid Olması
Islâmiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda
çarpışan bir mücâhid olmuştu. Mücâhidler safında, düşman arasına cesurca
dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan Cennet’e uçan Müslüman” unvanını aldı.
Şehid Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı.
Cenazeye bakan Hz. Resûlullah’ın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden sahabîler, merakla, “Yâ Resûlallah!.. Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular. Resûli Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve, ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu
hayra şevketti. Allah’a hiç secde etmediği hâlde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!” İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hâdise, bize, hâl, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor. Ayrıca bu hâdisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, îman ve
İslâm’a davette insanlar arasında asla içtimaî mevkii ne olursa olsun fark gözetmiyordu. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevki de idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında hâşâ herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu; aksine, gayet ciddî bir şekilde ona
İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu. İslâm ve îmana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!

Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:
Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudîlerin kanları dökülmeyecek.
Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrimenkul bütün mallar,
yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silâhlar ve üzerlerindeki elbiselerinden
başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullah’a bırakılacak. Hz. Resûlullah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resulünün eman ve himaye taahhüdünün hâricinde kalacaklardır. Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudîler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!” Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabîler, burada duracak durumdadeğillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlardı. Bu sebeple
Peygamber Efendimiz, tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsulâtının
yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak, bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından ortadan kaldırılabilecekti.Böylece, Yahudiler, İslâm Devletiyle ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdullah b. Ravaha
Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulâtı yarı yarıya
ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilâne
muamele karşısında Yahudiler, “Bu adalet sayesinde yer ve gök ayakta
duruyor!”demekten kendilerini alamazlardı.

Şehid ve Ölü Sayısı
Harb sonunda, bin 600 kişilik İslâm Ordusunun 20’nin üzerinde şehid
vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi
kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20 bin kişilik
Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93 ‘ü buluyordu. Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm Devleti hudutları dâhiline alınmış oldu.
HABEŞİSTAN MUHACİRLERİNİN HAYBER’E GELİŞİ
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Bu sırada
Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve, “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?..” diye buyurdu. Peygamber Efendimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmıştır.
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücâhid
muhacirlerden bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi
geçmişizdir!” dedikleri duyulmuştu. Hattâ, bir gün, Hz. Cafer b. Ebî
Tâlib’in, Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esma, Hz.
Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer
onun Esma bint-i Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri
geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.
Hz. Esma buna kızmış ve, “Hayır!.. Gerçek, senin bildiğin gibi değildir!
Vallahi, sizler Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin
aç olanlarınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve nasihat ederek yetiştiriyordu!
Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resulünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık.” dedikten sonra ilâve etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”O sırada Resûl-i Kibriya
Efendimiz geldi. Esma bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.
Hz. Esma, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim.” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” buyurduktan sonra ilâve etti:“Ömer ve arkadaşlarına bir hicret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!” Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet
verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber’de elde edilen ganîmetler, bu gazaya katılmış olsun olmasın,
Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında
bulunan bütün sahabîlere taksim edildi.” Zîra, Cenâb-ı Hakk, Hudeybiye
Seferine iştirak edenlere, Hay-ber’in fethedileceğini ve kendilerine bol
ganîmet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber’de gelip İslâm Ordusuna
katılan Devs Kabilesine mensup 400 Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in
(r.a.) başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara
kavuşan Habeşistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı. Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganîmet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti. Hayber’in gayrimenkul malları, yâni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat
ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların
beşte dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytû’l-Mâl’e âit olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürdü. Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bunların kendilerine iadesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle,
Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhâl geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hâdise, aynı zamanda, Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş mukaddes kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.

YAHUDÎLERİN, PEYGAMBERİMİZİ ZEHİRLEMEYE KALKIŞMALARI
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen,
Yahudilerin İslâm’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık
ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir
hareketle, haince bir tertiple cevap vermeyi, âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate
çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlûb edemeyen Yahudiler, bu sefer
haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu
vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam b. Mişkem’in karısı Zeyneb üzerine aldı.
Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle
zehirledi; ayrıca, Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini
daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi
ve, “Ey Ebû’l-Kasım!.. Bunu sana hediye ediyorum!” diyerek Peygamber
Efendimizin önüne koydu. Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin
sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabîlere,
“Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”
diye buyurdu. Herkes elini çekti. Sâdece Bişr b. Bera Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı
yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu. Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca,
Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!” Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu
taşımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip af-fetmiştir. Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr’in veresesine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşler.

HAYBER’DE YASAKLANAN ŞEYLER
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
Esir alınan kadınlara dokunmayı, Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi, Ganîmet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.

FEDEK YAHUDÎLERİYLE ANLAŞMA YAPILMASI
Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Muhayyisa b.
Mes’ud’u, İslâmiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede
bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri,
birkaç kere şâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar,
ancak buna muvaffak olamamışlardı. Fedek Yahudileri, Resûlullah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine  yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları akıbete uğrayacaklarından
korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamber Efendimiz onların bu teklifini kabul etti. Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı
kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efendimize mahsus
kılındı. Şâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zîra, Haşir Sûresinin
altıncı âyetiyle, hiçbir askerî hareket yapılmadan barış yoluyla fethedilen
yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek’te aynı durum
vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşîm Oğullarının
küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarf-ederdi.

VADİ’L-KURA’NIN ALINMASI
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hayber’den ayrılıp Vadi’l-Kura’ya müteveccihen hareket etti. Burası, Hayber ve Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâm’dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar etmişlerdi. Vadi’1-Kura Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi. Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslâm’a davet etti; Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bildirdi. Vadi’l-Kura ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden 10 kadar
adam öldürüldü. Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâm’a davet etti. Yine kabule
yanaşmadılar ve mücâhidlere karşı koydular. Fakat mü-câhidlerin hücumuna
karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Burada, bol miktarda ganîmet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları
usûlüne göre beş kısma ayırdı; dört payını mücâhidler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytû’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan ahaliye, mahsulâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.

TEYMA YAHUDİLERİNİN CİZYE VERMEYİ KABUL ETMELERİ
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan
Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin
Hayber ve Vadi’l-Kura’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslâm
Ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla,
yurtlarından ayrılmamış, topraklan da ellerinden gitmemiş oldu.
HAYBER FETHİNİN ÖNEMİ
Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler,
İslâm Devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye
Sulhüyle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş
bulunduğundan, bu fetihle İslâmiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına
koşmaları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de
Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri
bertaraf edilmiş olunuyordu. Artık, ne müşriklerden Yahudilere, ne de
Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle, Kureyş
müşriklerinin Müslümanlara her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı. Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber’in çok
kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudîle-rinse harb sanatını
çok iyi bildikleri, harb malzemesi bakımından da üstün bir seviyede
bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslâm Ordusu karşısında mağlûb düşmeleri,
hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç hâlini aldıklarını
bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim, arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini
kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hayber’in
fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.

PEYGAMBERİMİZİN HZ. SAFİYYE İLE EVLENMESİ
Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safıyye de bulunuyordu. Asıl ismi “Zeyneb” olan Hz. Safıyye, Benî Nadir Reisi Hu-yey b. Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi b. Hukayk’ın oğlu Kinane’yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar tarafından da Kamus Kalesinin teslim olması sırasında esir alınmıştı.
Esirler toplandığı zaman Dıhyetû’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize
gelip bir câriye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir
câriye almasına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz.
Safiyye’yi beğenip almıştı. Fakat, Ashab-ı Kiram, Hz. Safiyye’nin Hayber Reisinin gelini ve
BenîNadir’in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun
görmedi. Hz. Resûlullah’a gelerek, “Yâ Re-sûlallah!.. Benî Kurayza
ve Benî Nadirlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dıhye’nin alması uygun
değildir! Onu ancak sen almalısın!” diyerek itiraz ettiler. Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde Ashab-ı Güzin’in kalben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Dıhye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl’i de,
Hz. Safiyye’yi getirmeye gönderdi.

Hz. Bilâl ‘in Hz. Safıyye ‘yi Getirmesi
Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken,
onları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cesedinin yanından geçirdi. Amcası
kızı bu manzarayı görür görmez feryad ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, başına topraklar saçtı. Uzaktan durumu farkeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen         Hz. Bilâle, “Ey Bilâl!.. Senden merhamet ve şefkat duygusu sökülüp atıldı mı
ki bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?”buyurdu. Hz. Bilâl, mahçub mahçub huzurda boynunu büktü ve, “Yâ Resûlallah!.. Zâtınızın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim.” diyerek özür diledi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safıyye’yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabîler, Peygamber Efendimizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safıy] olarak
aldığını anladılar. Peygamber Efendimizin harb sonrası bir prensibi de, mağlûb ettiği
veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz.
Safiyye ailesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette,
onun mevkiinin muhafazası, İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler
ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem’in bazı evliliklerinde
siyasî durumu göz önünde bulundurmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslâmiyete ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.

Hz. Safiyye ‘nin Tercihi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’ye İslâm’ı anlattı ve, “Eğer
Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!” buyurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden
birkaç kutsî kelâm duyan Hz. Safıyye, tercihini doğru yaparak, aynı
zamanda kalbinin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: “Yâ Resûlallah!.. Siz beni İslâmiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar-zulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam ne de kardeşim vardır! Sen, beni
küfürle İslâmiyetten birini seçmekte serbest bırakıyorsun! Allah ve
Allah’ın Resulü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden
daha sevgilidir! Ben onları tercih ediyorum!” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’yi hürriyetine kavuşturdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safıyye ile Hayber’de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safıyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak, Hayber’den 12 mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman razı olmamanın sebebi neydi?” diye sorunca, Hz. Safıyye, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum!” Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safıyye ile kendisine âit çadırda gerdeğe girdi.
Hz. Safıyye ‘nin Rüyasını Anlatması
Peygamber Efendimiz, Hz. Safıyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü
gördü. Sebebini sordu. Hz. Safıyye izah etti:
“Kinane, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rüyamda
Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum.
Bunu Kinane’ye anlatınca kızdı ve, ‘Sen ancak Hicaz Hükümdarı
Muhammed’e varmak istiyorsun!’ diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.”
Hz. Ebû Eyyûb ‘un Fedakârlığı
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar
çadırının etrafında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca,
Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elinde kılıç,
çadırın yanında görünce, “Yâ Eba Eyyûb!.. Nedir bu hâlin?..” diye sordu.
Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabî, “Yâ Resûl-allah!..”
dedi, “Harbte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve
taallûkatını kaybeden ve henüz yeni Müslüman olan bu kadından sana
bir zarar gelebileceğinden korktum da çadırını bekledim!”640
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, “Allah,
seni hayra erdirsin!” diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı:
“Allah’ım!.. Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!”

MÜCÂHİDLERİN SABAH NAMAZINI KAÇIRMALARI
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashab-ı Kiram’la Medine’ye yaklaşmıştı.
Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücâhidler, bütün
gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber
Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz.” diye Ashab-ı Kiram’a sordu.
Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Resûlallah!..” dedi. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücâhidler uyudular. O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücâhidlerin “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.”
demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı! Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, “Ey Bilâl!.. Nedir bu yaptığın bize?..” diyerek sitem etti.
Hz. Bilâl, “Anam babam, sana feda olsun yâ Resûlallah!.. Senin ruhunu
tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu, bırakmadı!” deyince, Resûl-i Ekrem
Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin!” buyurdu. Sahabîlerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!” buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. BilâPe, “Ey Bilâl!.. Ezanı oku!” diye emretti.
Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünnetini kılınız.” buyurdu. Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz,                   “Ey Bilâl!.. Kamet getir.” dedi.
Hz. Bilâl kamet getirdi.
Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı
Kiram’a döndü ve, “Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını
geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kaza etsin.” diye buyurdu.

MEDİNE’YE DÖNÜŞ
Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra
mücâhidlerle birlikte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud Dağı
görününce, “Biz Uhud’u severiz, Uhud’da bizi!..” diye buyurdu. Ordusuyla
Medine’ye girerken de, “Yâ Rabbi!.. Sen-dan başka mâbud yoktur;
yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur; bütün mülk Senindir. Bütün
hamd de Senindir. Allahım!.. Biz, Sana yöneldik; günahlarımızdan tövbe
ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibâdet, Rabbimize secde, Rabbimize
hamd ederiz. Rabbimiz va’dinde sâdıktır; kuluna (Muhammed’e) nusret
etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp
sindirmiştir.” diye dua etti.* Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazadan,  hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başına çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya
varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.