Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Hicretin 1. Yılı

8 yıl önce
1.068 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Hicretin 1. Yılı
Medine ve Ahalisi
Resûli Ekrem Efendimizin hicretiyle, Medine, “İslâm merkezi” hâline
gelmiş oluyordu. Bu bakımdan, o zamanki Medine ve ahalisi hakkında
kısaca malûmat vermekte fayda vardır.
Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadasının mühim şehirlerinden
biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi
tamamen dağlarla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel,
suyu serin ve oldukça boldur. Yağışı Mekke’den fazladır.
Hz. Resülullah’ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı,
buraya ilk gelip yerleşen “Yesrib” isimli Amalikalıdan aldığı söylenir.
Ancak, bu kelimede “fesad” mânâsı bulunduğundan, Peygamber Efendimiz,
bu ismi beğenmedi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar
arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya
başladı. Bir ara “Medinetû’nNebî” diye de anıldıysa da, sonraları sâdece
“Medine” olarak kaldı. Tarihçiler, Medine’nin 94 kadar ismi bulunduğunu
kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.
Medine’de Müslümanlardan başka Yahudîler ve Hıristiyanlar da oturuyordu.
Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun
10 bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.
Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç Kabilelerine mensup idiler. Evs
ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabîle arasında
Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini
kovalamıştı. Bu dahilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki, 120
sene devam etmiş ve Efendimizin Medine’ye hicretlerinden beş sene
kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en
namlı bahadırları ya ölmüş veya malûl düşmüşlerdi. İşte, Ensâr böyle
perişan bir vaziyette iken Resûli Kibriya Efendimizin hicreti vuku bulmuştu.
Hicreti Nebevî’yle bu iki kardeş kabîle arasındaki düşmanlık, eski
uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen
ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık ve fecaat
destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar
tarafından terennüm edilen bu asırlık düşmanlığın yeni bir uhuvvete
dönmesi, hiç şüphesiz, Cenâbı Hakk’ın, Sevgili Efendimize ihsan ettiği
bir armağanıdır.
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Buas günü, Allah’ın, Kendi Resulü (s.a.v.) için hazırladığı bir gündür
ki, bu muharebenin neticesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Medine’ye hicret
etmiştir. Öyle ki, hicret sırasında birbirleriyle çarpışmış Evs ve Hazreçlilerin
cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bu perişanlık
üzerine Allah, birbirleriyle çarpışıp durmuş olan Ensâr in İslâm
camiasına girmeleri için bu günü Peygamberine (s.a.v.) hazırlamıştır.”
Buradaki Yahudîler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kaynuka, Benî
Kurayza ve Benî Nadir…
Şehirde sayıları en az olan, Hıristiyanlardır. Bunlar, İslâm’ın
Medine’de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman
sonra Medine’den ayrıldılar. Uhud Savaşında müşrikler safında
Müslümanlara karşı savaşan bu Hıristiyanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır!
Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede
idi. Henüz kabîle hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu
gibi, Yahudîlerde de her kabîle kendi başına müstakil bir topluluk teşkil
ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.
Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı
hâkimdi. Meselâ, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu
kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan
mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin
şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu.
Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.
İşte, Peygamber Efendimiz, coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını
anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim
vazifeler vardı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.

ABDULLAH B. SELÂMIN MÜSLÜMAN OLMASI
Hz. Yusuf un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah b. Selâm, Medine
Yahudilerinin ileri gelen âlimlerinden biri idi.
Büyük bir âlim olan babası Selâm’dan birçok şeyle birlikte, Tevrat’ı ve
tefsirini de öğrenmişti. Ayrıca, babası, âhirzamanda gelecek peygamberin
sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve, “Eğer o,
Harun neslinden gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam.” demişti.
Selâm, Efendimiz henüz Medine’ye gelmeden önce de vefat etmişti.
Resûli Kibriya Efendimizin Medine’ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen
Yahudînin sesini Abdullah b. Selâm da işitmiş ve kendisini
tutamayarak, “Allahü Ekber!” deyip tekbir getirmişti.
Bunu duyan halası, “Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Musa
Peygamber’in geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!”
diyerek ona çıkışmıştı. Abdullah ise, “Ey hala!.. Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!” demişti.
Bunun üzerine halası, “Yoksa, Kıyamet’e yakın gönderileceği bize
haber verilen peygamber, bu mudur?” diye sormuştu.
Abdullah, “Evet… ” cevabını verince de, “Öyle ise, davranışında
haklısın!” demişti. Resûli Kibriya Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah b. Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan
mübarek sımasını görünce, “Şu sîmada yalan yok! Şu yüzde hile
olamaz!” diye kendi kendine söylenmişti.
Peygamberimize Soru Sorması ve İslâm’ı Kabulü
Resûli Ekrem Efendimiz, henüz Ebû Eyyûb elEnsârî Hazretlerinin
evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.
Abdullah b. Selâm da, Efendimizi ziyarete geldi ve ona birtakım sualler
sordu. Tevrat’tan sorduğu suallerine yine Tevrat’a uygun cevaplar
alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.4″ Sonra da, “Yâ Resûlallah!..
Yahudî milleti, iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman
olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım
duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!” dedi.
Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden
bazılarını davet etti ve onlara, “Ey Yahudî cemaati!.. Siz, benim,
Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz!
Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi.
Yahudiler, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık
verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.
Bundan sonra Resûli Ekrem, “Sizin içinizde Abdullah b. Selâm adında
birisi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu.
Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur.
Kendisi de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir.” diye şehâdet ettiler.
Resûlullah, “Abdullah b. Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye
sordu.Yahudîler, “Hâşâ!.. Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müslüman
olamaz!” dediler. Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı.
Her seferinde onlar da aynı inkârı cevabı verdiler.
Bunun üzerine Resûli Kibriya, Abdullah İbni Selâm’a hitaben, “Yâ İbni
Selâm!.. Gel!” diye çağırdı.
Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve,Müslüman olduğunu ilân
etti; Yahudilere de, “Ey Yahudî cemaati!.. Allah’tan korkunuz! Size geleni
kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tevrat’ta ismini ve
sıfatını yazılı bulduğunuz Resûlullah’tır.” diyerek onları İslâm’a davet etti.
Fakat Yahudîler, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!”
dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler
isnad ederek kötülediler. Abdullah b. Selâm, “Yâ Resûlallah!.. Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş
miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi. Resûli Ekrem, Yahudileri huzurundan çıkardı.
Abdullah b. Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve
halası da Müslüman oldu. Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah b. Selâm’ı türlü türlü desise ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak
olmadılar. Abdullah b. Selâm’la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimî olarak
İslâm’ı kabul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler, îman etmeyen diğer
Yahudi âlimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer
hayırlı olsalardı atalarının dinini terketmezlerdi.” diye ileri geri
konuşmaya başladılar. Bunun üzerine, Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Onların hepsi bir değildir. Ehli Kitap içinde bir cemaat vardır ki, gece
saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar.”

Müşriklerin Tehdidi
Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur
içinde bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup
endişeye kapıldılar. Medine’de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke’de uyguladıkları, “halkı, Resûli Ekrem Efendimizden uzaklaştırma” tarzını
burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himayeye söz vermiş
bulunan Ensâr’a, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış
iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, Ensâr’ın bu himayeden
vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü hâdiseye
razı olmaları gerektiği belirtiliyordu. Fakat, Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üzerinde hiçbir menfî tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile
kimseyi Hz. Resûlullah’ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış oluyorlardı.
Medine ‘de Korkulu Günlerin Yaşanması
Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de
haberdar olmuştu. Bu sebeple, Medine, devamlı tayakkuz hâlinde idi.
“Her an müşrik saldırısı olabileceği” ihtimaline binâen, Resûli Ekrem
Efendimiz, devamlı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve
tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.
Gerçekten, Medine’de Müslümanların durumu oldukça nâzikti.
Çünkü, buraya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi
olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak
gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı. Hattâ, bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı basmıştı. Her haslette zirvede olan Resûli Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen
kılıcını kuşanıp atına atlayarak yanlarına varmış ve kendilerini teselli ve teskin etmişti.
Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:
“Ne zaman bir feryad kopsa, Resûlullah’ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!”
Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûli Ekrem’in himayesinden
vazgeçirmek için sâdece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları
göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere
de başvuruyorlardı. Ayrıca, Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesad düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyorlardı. Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Resûlullah’ı bağırlarına
basmada, İslâm’ı yaşayıp yaşatmada, Muhacir Müslümanlara her türlü
yardımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar;
bilâkis, daha ciddî ve samimî bir tarzda bu hizmetlerini devam ettirdiler.

Muhacirlerle Ensar Arasında Kardeşlik Kurulması
Allah rızası için her şeyini geride bırakıp Medine’ye hicret etmiş bulunan
Muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar (Ensâr) muhabbet ve
samimiyetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı
onlardan esirgememişlerdi, esirgemiyorlardı.
Ne var ki, Muhacirler, Medine’nin havasına, âdetlerine ve çalışma
şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir
şey getirememişlerdi. Bu sebeple, Medine’nin çalışma şartlarına ve
kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı (Ensâr) adını
alan Medineli Müslümanlara ısındırılmalan gerekiyordu.
Nitekim, Medine’ye hicretten beş ay sonra Resûli Ekrem, Ensâr ile
Muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi Muhacirlerden, 45’i Ensâr’dan olmak
üzere 90 Müslümanı kardeş yaptı.
Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî
manevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu
suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları
keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve
destek kazandırma gayesini güdüyordu.
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her
birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını
onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Resûlullah Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti;
bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik
ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Meselâ, Selmanı
Fârisî ile Ebûdderda, Ammar ile Huzeyfe, Mus’ab ile Ebû Eyyûb
Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyat itibarıyla tam bir ahenk vardı.
Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resulünün muhabbetinden başka her
şeylerini geride bırakmış bulunan Muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri
de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensâr’dan her biri, Muhacirlerden birini
evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb
kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. îman
kardeşliği, din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yâni Ensâr, her
şeylerini bu garib, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın
hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefat
edince, Muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.
Yine, kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir içtimaî yardımlaşma
da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldular.
Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının
yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin,
cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten
zevk alıyorlardı. Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar; Resûlullah’ın huzuruna
çıkarak, fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:
“Yâ Resûlallah!.. Hurmalıklarımızı da, Muhacir kardeşlerimizle aramızda
bölüştür!” Bu kardeşliğin mîrasa âit hükmü, Bedk Gazasından sonra inen,
”Hısımlar, Allah’ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar.” Ancak,
Muhacirler, o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Ziraat işlerini pek
bilmiyorlardı. Bunun için Peygamberimiz, Muhacirler nâmına Ensâr’ın
bu teklifini kabul etmedi. Fakat, Medineli Müslümanlar, buna da bir çâre buldular. Ziraatten anlamayan Muhacir Müslümanlar, sâdece tımar ve sulama işlerini yapacaklar,
onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsûl ortadan pay
edilecekti. Resûli Ekrem Efendimiz bu teklife razı oldu.
Tarih, birçok göçe şâhid olmuştur. Ama, böylesine manâlı, böylesine
ulvî bir hicreti, dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine
canü gönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle
samimîyetle kucaklaşmayı o âna kadar görmüş değildi; bir daha da göremeyecektir!
Bu samimî kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu;
öylesine bir kuvvet ki, kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara
boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.

MUHACİRLERİN BOŞ DURMAMASI
Muhacirler, “Ensâr kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, iaşemizi temin
etti.” diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, îmanlarından gelen gayrete zıttı.
Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük
olmamaya çalışıyordu. Bunun en canlı örneği, Sa’d b. Rebi’in yaptığı teklife, Cennet’le
müjdelenen 10 sahabîden biri olan Abdurrahmân b. Avf in verdiği
cevaptır. Resûli Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tâyin edilen Sa’d b. Rebi,
Abdurrahmân b. Avf a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en
zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım!” demişti.Büyük sahabî Abdurrahmân
b. Avf in verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi:
“Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana
yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu
göstermendir.” Ertesi sabah, Kaynuka Çarşısına götürülen Hz. Abdurrahmân b. Avf,
yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûli Ekrem’in,
“malının çoğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar
olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda
Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı
görürüm!” Resûli Ekrem Efendimizin duası bereketiyle fazlaca servet elde eden
Hz. Abdurrahmân b. Avf, sâdece bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber
“fısebillillah” tasadduk etmişti. Hz. Abdurrahmân gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine göre birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle saadet
içinde geçiniyorlardı.
Ebû Hüreyre ‘nin İfadesi
Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının
teriyle rızıklarını temin ettiklerini, Hz. Ebû Hüreyre’nin ifadelerinden de anlıyoruz.
Bir gün, kendisine, “nasıl olup da diğer sahabîlerden çok daha fazla
hadîs rivayet ettiği” sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
“Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda
alış verişle uğraşırken, ben, Resûlullah’ın yanından ayrılmıyordum.
Onun söylediklerini dinleyip ezberliyordum. Onun duasını almıştım.”

KARDEŞLİĞİN MÜSBET NETİCELERİ
Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin
muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu
kardeşlik, kabîlecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle,
niyetleri kutsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur faziletli bir cemiyet meydana geldi.
Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi:
Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden
birini beraberinde götürüyor, diğerini ise her iki ailenin maişetini
temin etmek, idaresini yürütmek için Medine’de bırakıyordu. Böylece,
evleri sahipsiz ve hâmîsiz kalmıyordu!
Ensâr’ın Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik,
kadirşinaslık, cömertlik, fedakârlık ve feragati, Cenâbı
Hakk, indirdiği şu âyeti kerîmesiyle ilân edip bu davranışların methetti:
“Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine
hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden
dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa
(onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından
korunursa, işte bunlar (azabtan) kurtulanlardır.”
Evet, kurulan bu manevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak
eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana
gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâm’ın inkişafa
başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir
tesir icra etmiştir. “Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında
İslâm nurunun âlemin her tarafına yayılması, İran’ın tamamen
fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdit edilmesi, hep bu dinî
kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseridir.”
Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması
Resûli Ekrem, ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu
samimî manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki
sahabîlere, “Nebiler ve resullerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden
Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak
isteyen, şu gelenlere baksın!” buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş
yaptı. Resûli Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş
yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah!..”
dedi, “Sen sahabîleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse
arasında kardeşlik kurmadın!”
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali!.. Sen dünyada ve âhirette benim
kardeşimsin” buyurarak gözyaşlarını dindirdi.

Mescidi Nebevi’nin İnşası
MESCİDİ NEBEVİNİN İNŞASI
(Hicretin 1. Senesi / Milâdî 622)
Resûli Ekrem, Medine’ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle
namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri
bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için
merkez teşkil edecek bir mescid gerekiyordu.
Efendimiz, Medine’de ilk olarak bu mescidi inşa etmekle işe başladı.
Şehre ilk girdiklerinde, devesi, Neccar Oğullarından Sehl ve Süheyl
adında iki yetimin, üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü.
Bu iki yetim, Medineli Müslümanlardan Muaz b. Afra’nın (r.a.) himayesinde
bulunuyorlardı. Resûli Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini,
Muaz Hazretlerine bildirdi. Ancak, bu fedakâr sahabî, arsanın bedelini,
himayesindeki iki yetime vererek bu büyük şeref ve ücrete nail olmak
için bağışlamak istediğini söyledi. Fakat, Peygamberimiz kabul etmedi.
Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini öğrenmek
istedi. İki genç yetim de, “Yâ Resûlallah!.. Biz onun bedelini ancak
Allah’tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız!” dediler.
Resûli Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan
10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı, Resûli Ekrem Efendimizin
emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.
Mescidi Nebevi
Fedakâr sahabîler tarafından arsa kısa zamanda tertemiz hâle getirildi
ve Resûlullah’ın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Resûli Ekrem Efendimiz, mescidin temelini atacağı sırada yanında Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu.
Müslümanlardan oraya uğrayan biri, “Yâ Resûlallah!.. Yanında sâdece
şu birkaç kişi mi var?” diye sordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, cevaben, “Onlar, benden sonra işi yönetecek
olanlardır.” buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer,
Hz. Osman ve Hz. Ali, temele birer taş koydular. Böylece, Mecsidi
Nebevî’nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin manevî temelleri de
atılmış oluyordu. Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfilli durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer
taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:
Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!..
Hayber ‘in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Yâ Rab!.. Hayır, ancak âhir e t hayrı!
Sen, Muhacir ve Ensâr ‘a acı!
Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, Mescidi Nebevî’nin
inşası kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten
olan bu kutsi mabedin tavanı yoktu. Henüz Kabe kıble olarak tâyin
edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen
şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra
hâlinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sâdece Resûlullah’ın
hutbe îrad buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu.
Sonraları, sahabîlerin arzusu üzerine, üç basamaklı bir minber
yapıldı. Mescidi Nebevi, değişik tarihlerde tadilâtlar görerek
bugünkü şeklini almıştır!
Mescidi Nebevî, sâdece cemaatle namaz kılmak için kullanılmıyordu;
bunun yanında, Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada
karşılanıyordu. Ayrıca, burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri
de (ileride görüleceği gibi) kabul ediliyordu!
Ezvacı Tâhirat İçin Odalar Yapılması
Mescidi Nebevî’nin yanına ayrıca, kerpiçten, önce biri Hz. Şevde,
diğeri Hz. Âişe’ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri
hurma kütüğü ve dallan ile örtüldü. Sonraları Resûli Ekrem başka
zevceler alınca odalar artırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise
taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlaşmıştı.
Mescidi Nebevî’ye bitişik odalar yapılınca, Peygamber Efendimiz, Ebû
Eyyûb el Ensârî’nin evinden oraya taşındı.
Hanunuil Ciz Mucizesi
Mescidi Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûli Ekrem, hutbe
îrad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç
basamaklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitabta bulunuyordu.
Resûli Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında,
hâmile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar;
ortalıkta ne hâmile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan, o kuru direkti!
Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte Ashabı
Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahri Âlem, minberden
inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hattâ, hurma
kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabîler de gözyaşlarını
tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.
Evet, kuru direk, Hz. Resûlullah’tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu.
Üzerinde yapılan “zikrullah”tan ayrı kaldı diye hâmile deve gibi enin ediyordu.
Kuru direği teselli edip susturan Resûli Ekrem, ashabına da dönerek,
“Eğer ben onu kucaklayıp tesellî vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından
Kıyamet’e kadar ağlaması böyle devam edecekti!”471 buyurdu.
Resûli Ekrem’in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura
gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescid yıktırılıp yeniden tamir
edildiğinde, Übeyy b. Ka’b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye
kadar sakladı. Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması,
Hz. Resûlullah’ın parlak bir mûcizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler
Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor,
vazifesini biliyor ve dâvasını halleriyle tasdik ediyorlardı!
Hasanı Basrî Ne Derdi?
Hasanı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini
tutamaz, gözyaşları arasında şöyle derdi:
“Ağaç, Resûli Ekrem’e (s.a.v.) meyi ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resule
meyi ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!”
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyi ve muhabbet gösterirlerken
biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o
kuru direklerden daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak Sünneti Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür!

Bir Başka Rivayet
Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûli Ekrem Efendimiz
elini üstüne koydu ve, “İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye
göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve
meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın
meyvenden yemesi için seni Cennet’e dikeyim.” diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
“Beni Cennet’e dik ki, meyvelerimden Cenâbı Hakk’ın sevgili kulları
yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!”
Bunun üzerine Resûli Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu
ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi: “Ebedî âlemi, fânî âleme tercih etti!”

Ezanın Meşru Kılınması
(Hicret’in 1. senesi/Milâdî622)
Mekke’de iken Müslümanlar ibâdetlerini gizlice yapıyorlar,
namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla,
orada namaza açıktan davet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.
Ancak, Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet
vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibâdetlerini îfa ediyorlardı. Din ve vicdanları
baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve
hakaretleri de mevzubahis değildi.
Mescidi Nebevî inşa edilmişti. Fakat, Müslümanları namaz vakitlerinde
bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tesbit edilmemişti.
Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince
namazlarını eda ediyorlardı.
Peygamberimizin Ashabla İstişaresi
Resûli Ekrem, bir gün, Ashabı Kiram’ı toplayarak, kendileriyle “nasıl
bir davet şekli tesbit etmeleri gerektiği” hususunu istişare etti. Sahabîlerin
bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı
Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsîlerinki gibi namaz
vakitlerinde ateş yakılıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti.
Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.
O sırada Hz. Ömer söz aldı ve, “Yâ Resûlallah!.. Halkı namaza çağırmak
için neden bir adam göndermiyorsunuz?” dedi
Resûli Ekrem, o anda Hz. Ömer’in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e,
“Kalk yâ Bilâl, namaz için seslen!” diye emretti.
Bunun üzerine Hz. Bilâl, bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ! Esselâ!
[Buyurun namaza! Buyurun namaza!]” diye sesjenerek Müslümanları
namaza çağırmaya başladı.
ABDULLAH B. ZEYD’İN RÜYASI
Aradan fazla bir zaman geçmeden, ashabtan Abdullah b. Zeyd bir
rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi.
Hz. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Peygamber
Efendimize anlattı. Resûli Ekrem, “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!”
buyurarak davetin bu şeklini tasvip etti.
Hz. Abdullah, Resûli Ekrem’in emriyle, ezan şeklini Hz. Bilâl’e öğretti.
Hz. Bilâl, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
Aynı Rüyayı Görmesi
Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan
içinde evinden çıkarak, Resûli Ekrem’in huzuruna vardı. Durumu
öğrenince, “Yâ Resûlallah!.. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim
ki, Abdullah’ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm!” dedi.
Peygamberimiz, iki kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah’a hamd etti.
İslâm’ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu davet şeklinin
tesbitinden de anlıyoruz! Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak,
boru öttürmek veya ateş yakmak nerede; yeryüzünde “tevhid” ulvî
hakikatini ilân eden, Resûli Ekrem’in peygamberliğini haykıran ve
dolayısıyla îman esaslarının tamamını halka duyuran mânâ ve kutsîyet
dolu “ezan” şekli nerede?
“Hukuku Şahsîyye [Şahsî Hukuk]” ve “Hukuku Umumîyye [Umumî
Hukuk]” adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer’î meseleler de iki kısımdır.
Bir kısmı, şahıslarla ilgilidir, ferdîdir; diğer kısmı umuma, umumiyet
itibarıyla taallûk eder. Onlar “Şeairi İslâmiyye” diye tâbir edilir.
Şeairi İslâmiyye’nin en büyüklerinden biri de, işte bu, Hicret’in 1. senesinde
meşru kılınan ve “şehâdetleri dinin temeli” olan ezandır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Şeairi İslâmiyye” ile ilgili çok
mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. “Mektûbat” isimli eserinin 29.
Mektubunda, “Mesaili Şeriattan bir kısmına ‘taabbüdî’ denilir. Aklın
muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir. Bir
kısmına ‘Mâkulû’1Mânâ’ tâbir edilir. Yâni, bir hikmet ve bir maslahat var
ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü,
hakikî illet, emir ve nehyi İlâhî’dir. Şeairin taabbüdî kısmı, hikmet ve
maslahat onu tağyir edemez; taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor, ona
ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de, ‘Şeairin
faidesi, yalnız malûm mesalihtir.’ denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki,
o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir.” dedikten sonra
İslâm’ın mühim bir şeairi olan ezanla ilgili olarak da şunları söyler:
“Meselâ, biri dese: ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır;
şu hâlde, bir tüfek atmak kâfidir!’ Hâlbuki, o divâne bilmez ki, binler
maslahati ezaniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse,
acaba nevi beşer nâmına yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkatı kâinatın
neticei uzaması ve nevi beşerin neticei hilkati olan ilânı tevhid ve Rububiyyeti
İlâhîye’ye karşı izharı ubudiyyete vasıta olan ezanın verini nasıl tutacak?”

Efendimizin Ev Halkını Mekke’den Getirtmesi
Medine’ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Hz. Şevde, kızları Ümmü
Gülsüm, Fâtıma ve Zeyneb ile nişanlısı Hz. Âişe’yi Mekke’de bırakmak
zorunda kalmıştı. Mescid-i Nebevî inşa edilip bitişiğine Hâne-i Saadet yapılınca, onları
getirmek üzere, Zeyd b. Harise ile Ebû Rafı Hazretlerini Mekke’ye gönderdi.
Bu iki sahabî Mekke’ye giderek, adı zikredilenleri alıp Medine’ye getirdiler.
Sâdece, Hz. Zeyneb’i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade etmediğinden getiremediler. Fakat, bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur. Medine’ye gelenlerden Peygamberimizin ev halkı kendi odalarına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.

HZ. ÂÎŞE’NİN DÜĞÜNÜ
Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’yle Mekke’de nikâhlanmıştı. Fakat düğün tehir edilmişti.
Medine’ye gelinince Hicret’in 1. yılı Şevval ayında düğünleri
yapıldı.482 Peygamber Efendimiz o sırada 55 yaşında idi.
Câhiliyye devrinde iki bayram arasında nikâh kıyma uğursuz
sayılırdı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Şevval ayında Hz. Âişe’yle evlenmekle,
bu yersiz itikadı ortadan kaldırdı. Efendimizin bu hareketi üzerine
aynı ayda başka nikâhlar da kıyıldı. Hz. Âişe’nin Resûl-i Ekrem yanında, diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.
Amr b. Âs, bir gün, “Yâ Resûlallah!.. Halkın sana en sevgili olanı kimdir?”
diye sormuştu. Resûl-i Ekrem, “Âişe!..” diye cevap verdi.
“Ya erkeklerden, Yâ Resûlallah?..” diye sorusunu tekrarlayınca da
Efendimiz, “Âişe’nin babası!”483 diye buyurdular.
Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti.
Kısa zamanda Hz. Resûlullah’tan birçok hadîs ezberledi, birçok İslâmî
hüküm öğrendi. Bununla, Ashab-ı Güzin arasında mümtaz bir mevkiye
yükseldi. Rivayet ettiği hadîs sayısı 2 bin 210’dur. Birçok sahabî, Peygamberimizin
çeşitli meseleler hakkındaki tatbikatını ve İslâmî
hükümleri ondan sorarak öğreniyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Dininizin yarısını bu humeyra kadından
(Hz. Âişe) öğreniniz.” buyurmasıyla, Hz. Âişe’nin ilmî ehliyetini tebarüz ettirmiştir.
Ebû Musa el-Eş’ârrnin şu itirafı da, aynı noktaya parmak basmaktadır:
“Biz Resûlullah’ın ashabı, bir hadîs-i şerifte (onu anlamakta) güçlük
çektiğimiz zaman Âişe’den sorardık; zîra, hadîs ilminin kendisinde
mevcut olduğunu görürdük.”
Şu da var ki, Peygamber Efendimizin “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz.”
hadîsleri, halk arasında yanlış anlaşılmıştır. Bundan kasıt şudur:
Bayram, Cuma gününe rastgelirse, bayram namazı ile Cuma namazı
arasında nikâh kıymak münasip olmaz. Çünkü, bayram gününün
telâşesi pek fazladır. Nikâhı bu telâşelerle birlikte bayram namazı ile
Cuma namazı arasındaki kısa zamana sıkıştırmak pek uygun olmaz. Ancak,
bunu yaptığı takdirde, şahıs herhangi bir haram da işlemiş sayılmaz.
Hz. Aişe Validemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslâm hukukuna büyük faydalar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir. Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe’ye her haliyle benzemeye çalışmak olmalıdır!

Ashabı Suffa
Kıble, henüz Kabe tarafına çevrilmeden önce idi.
Mescid-i Nebevî’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve
sundurma yapıldı. Buna “suffa” denilirdi. Burada kalan Müslümanlara
da “Ashab-ı Suffa” ismi verildi.
Mescid-i Şerifin suffasında kalan bu sahabîlerin, Medine’de ne
meskenleri ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Aileden uzak,
dünya meşgale ve gailesinden azade ve tam manâsıyla feragatkâr bir
hayata sahip idiler. Kur’ân ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin
va’z ve derslerini dinleyerek istifade ederlerdi. Ekseriya oruçlu bulunurlardı.
Vakitlerini Resûl-i Kibriya’nın huzurunda geçiren bu mübarek zümre,
Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekrem’in medresesine Allah için
nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim âşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz
tarafından tesbit edilen muallimler, kendilerine Kur’ân öğretirlerdi.
Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur’ân öğretmek ve
Sünnet-i Resûlullah’ı beyan etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de
kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu itibarla “Dârû’l-Kurra” diye anılmıştır.
Sayıları 400-500 kadar kadar olan, mütevazi, fakat feyizli bir hayata
sahip bulunan bu güzide sahabîler, bir İrfan ordusu idiler. Bütün mesailerini
Kur’ân ve Sünnet-i Resûlullah’ı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde
gazalara da katılırlardı. İçlerinden evlenenler, suffadan ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı. Bu güzide sahabîler, ne ticaretle, ne bir san’atla meşgul olurlardı.
Maişetleri, Resûl-i Kibriya Efendimiz ve sahabîlerin zenginleri tarafından
temin edilirdi. Bu hususu, suffanın baş talebelerinden biri olan Ebû
Hüreyre Hazretleri, kendisinin çok hadîs rivayet etmesini garibseyenlere
karşı verdiği cevapla pek güzel ifade etmiştir: “Benim, fazla hadîs rivayet
edişim garib-senmesin! Çünkü, Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki
ticaretleriyle, Ensâr kardeşlerimiz de tarlalardaki bahçelerdeki
ziraatleriyle meşgul bulundukları sırada, Ebû Hüreyre, Pey-gamber’in
(s.a.v.) mübarek nasihatlerini hıfzediyordu.”
Peygamberimizin Ashab-ı Suffa ‘ya Yakın Alâkası
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashab-ı Suffa’nın hem tâlim ve terbiyesi,
hem de maişetiyie çok yakından ilgilenirdi. Onlarla dâima oturur, sohbet
eder, alâkadar olurdu. Zaman zaman da onlara, “Eğer sizin için Allah
katında neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve
ihtiyacınızın daha da ziyadeleşmesini isterdiniz!” diyerek, bu
meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübarek olduğunu ifade
buyururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, birinci derecede bu mübarek cemaatin ihtiyacını
gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saadetlerinin ihtiyaçlarıyla
ikinci derecede meşgul olurdu!
Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeniyle un öğütmekten
usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Efendimiz, bu
ciğerparesine, “Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz, Ehl-i Suffa’nın
maişetini yoluna koyamadım!” cevabını vermişti.
Bir gün, Ashab-ı Suffa’nın başlarında durmuş, hâllerini ted-kikten
geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş
ve, “Ey Ashab-ı Suffa!.. Size müjdeler olsunki, her kim şu sizin bulunduğunuz
hâl ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâkî
olursa, o, benim refiklerim-dendir!” buyurarak kalblerini hoş etmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimize herhangi bir şey getirilince, “Sadaka mı,
yoksa hediye mi?” diye sorardı.
Getirenler “Sadakadır.” cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı
Suffa’ya ulaştırırdı. “Hediyedir.” cevabını verirlerse, onu kabul eder ve
Ashab-ı Suffa’ya da ondan hisse çıkarırdı. Çünkü, Peygamber Efendimiz,
sadaka kabul etmez, sâdece hediye kabul ederdi.
Bir gün, adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, “Sadaka mıdır,
hediye midir? diye sordu. Adam, “Sadakadır.” diye cevap verince, Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin
önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûli
Kibriya Efendimiz derhâl müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı.
Sonra da, “Biz Mu-hammed ve Ev Halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz;
bize sadaka helâl değildir!” buyurdu.
Ayrıca, “Verin o fakirlere; ki, Allah yolunda kapanmışlardır (ilme,
cihada vakf-ı nefs etmişlerdir), şurada burada dolaşmazlar. İstemekten
çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder! Onları simalarından
tanırsın; halkı bîzar etmezler. Hem, işe yarar her ne verirseniz; hiç şüphesiz,
Allah onu bilir.”490 mealindeki âyet-i kerîmenin, Ashab-ı Suffa
hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir.

Peygamberimizin Vaa’z ve Hitabelerini Kaçırmamaları
Tam manâsıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide
sahabîler, Resûl-i Kibriya Efendimizin hiçbir nasihatini hiçbir hitabesini
kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, îrad edilen hitabeleri ve
mev’ızaları hıfzedip diğer sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan,
İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna
hizmet ve gayretleri vardır! Kur’ân nurunun kısa zamanda alemin her
tarafına sür’atle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu
bakımdan, İslâm Tarihinde, Ehl-i Suffa müstesna bir yer işgal eder.
Ebû Hüreyre Anlatıyor
Bir ilim müessesesi olan suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre,
kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Açlıktan yüzükoyun yatıyordum. Bâzan da karnıma taş bağlıyordum.
“Bir gün, halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada
oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve, ‘Yâ Ebâ Hüreyre!..’ diye seslendi.
“‘Buyur, yâ Resûlallah!..’ dedim. “‘Haydi, gel!’ buyurdu.
“Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler.
Ben de girdim. Bir kabta süt buldu. “‘Bu süt nereden geldi?’ diye sordu.
“‘Falancalar hediye olarak getirdiler.’ diye cevap verdiler.
“Sonra da, ‘Yâ Ebâ Hüreyre!.. Ehl-i Suffa’ya git, onları bana çağır.’ diye emretti.
“Ehl-i Suffa, İslâm’ın misafirleriydi. Ne aileleri, ne de mal mülkleri
vardı. Resûlullah’a bir hediye geldiği zamanı hem kendisine ayırır, hem
de onlara gönderir idi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen
sadakaların tamamını onlara gönderir, kat’iyyen kendisine bir pay ayırmazdı!
“Resûlullah’ın Ehl-i Suffa’yı daveti beni üzdü! Ben, ‘Bu kabtaki sütü tek
başıma içer de bununla epeyce bir müddet idare ederim.’ diye umuyordum!
Kendi kendime, ‘Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben
taksim ederim.’ dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını
biliyordum. Fakat, Allah Resulünün emrini yerine getirmekten başka çâre de yoktu.
“Gidip, onları çağırdım. Geldiler, müsaade isteyip oturdular.
“Peygamber (s.a.v.), ‘Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikram et.’ buyurdu.
“Süt kabını alıp dağıtmaya başladım. Her biri kabı alıyor, doyuncaya
kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu.
“Suffa Ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullah’a verdim.
Aldı. İçinde sâdece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp
gülümsedi ve, ‘Ebû Hüreyre!..’ dedi.
“‘Buyur yâ Resûlallah!..’ dedim.
‘”Süt içmeyen ikimiz kaldık!’ buyurdu.
“‘Evet, yâ Resûlallah!..’ dedim.
‘”Otur, sen de iç.’ buyurdular. Oturup içtim.
‘”Biraz daha iç.’ dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. ‘Daha, daha!..’
diyordu. Nihayet, ‘Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki, içecek
yerim kalmadı!’ dedim.
‘”O hâlde bardağı bana ver.’ buyurdu. Verdim. Allah’a hamd ve sena
etti. Sonra ‘besmele’ çekerek geri kalanını da kendisi içti.”

İlk İslam Devleti
Peygamber Efendimiz, 13 senelik Mekke devrinde mesaisini tamamıyla
îman esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmanî hizmet sayesinde birçok
kimse İslâm’ın saadetli sinesine koşmuştu, imanlı insanların sayısı
çoğalmıştı ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet hâline gelmişlerdi.
Ancak, buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü
maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silâhı vardı, o da “sabır”dı.
Fakat, hicretle yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla
değişmişti. Müslümanlar, îmanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabiliyorlardı.
Hz. Resûlullah’ın Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim
iş—daha önce bahsedildiği gibi—, Muhacirlerle Ensâr’ı kardeş yapmış
olmasıydı. Efendimiz, bununla, Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak
kurmuş oluyordu. İslâm’ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları
tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.
Ancak, bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medine’de yalnız
Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Museviler, müşrik Araplar
ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecanis olmayan bir
manzara arzediyorlardı. Buna, bir de, Arap kabîleleri arası tükenmek bilmeyen
rekabet ve çatışmaları, Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları
katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde
olduğunu kolayca anlayabiliriz!
Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı. O da,
Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu
idi. Aralarında devam eden soğuk harb, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.
İşte, Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor
ve bunlar hâl çâresi bekliyordu.
Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete
bir teşkilâtlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî,
siyasî birtakım esesların tesbitine lüzum vardı.
Henüz Hicret’in 1. yılı bitmiş değildi.
Resûli Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes
b. Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimaî
prensiplerin tedvin edilmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu
prensipler tedvin edildi ve derhâl yürürlüğe kondu. Mühim maddeler
yazıldı ve taraflarca imzalandı.
Bu maddeler, Hz. Resûlullah’m başkanlığında teşekkül eden ilk İslâm
Devletinin anayasasiydı. Hattâ, “bu vesika, sâdece ilk İslâm devletinin
anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı
ilk anayasayı teşkil etmekteydi.”
Tedvin edilen bu anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan
ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.
Şehir Devletinin Anayasası
Elli iki maddeden ibaret olan İslâm Şehir Devletinin ilk yazılı anayasasının
birinci ve ikinci maddelerinde şöyle deniliyordu:
“1. Bu kitap (yazı), Resûlullah Muhammed (s.a.v.) tarafından Kureyşli
ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara
sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihad edenler için
(olmak üzere tanzim edilmiştir).
2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.”
Bu anayasaya göre, Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden
ayrı bir “millet” teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımaktaydı.
Hz. Resûlullah, ayrıca, Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle
Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle
derhâl dostluk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.
Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile
münâsebet hâlinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan
devletin anayasasında onlara da haklar tanındı.
Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları
sayılıyorlardı: “Muhammed’in (s.a.v.) büyük basîret ve siyasî inceliği,
Yahudilere bahşettiği fermanda görülür. Bu fermanda diğer hususlar
arasında onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları
olduğu, Yesrip’teki iki kabilenin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin
ahkâmına göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki
tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) yeni devleti müdafaaya çağırılacağı,
gelecekte zuhur edecek anlaşmazlıklar hakkında Resûlullah tarafından
karar verileceği yazılıydı.” Ayrıca, bu anayasa metninde harble ilgili madde de ilgili çekicidir. Vuku bulacak herhangi bir harbte, harb masraflarını kendilerini karşılamak
şartıyla Yahudiler, Medine Şehir Devletinin müdafaasına katılacaklardı.
Anayasanın 16. maddesine göre, “tâbi olmaları” şartıyla Müslümanların
yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tesbit ediliyordu.
Aynı zamanda, dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce
(Müslüman ve Yahudiler) şehri müdafaa edecekler, bu hususta
birbirlerinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara
ister Yahudilere olmuş olsun. Bu maddeler ışığında, Müslümanların Ehli Kitap’tan olan Yahudilerle ittifakını görmekteyiz. Burada, Ehli Kitap olan Yahudî ve Hıristiyanlara
tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, Ehli Kitap
arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte
birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte
Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte “tek câmiâ” teşkil
ettiklerinden söz edilmiştir.
Peygamber Efendimiz, Medine tesis ettiği devleti düşmanlardan korumak
için, buranın yerlileri olan gayrimüslim Ehli Kitap’la siyasî ittifak ve
andlaşmalar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını
temine çalışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan “tevhid” inancı
üzere birleştirmek ve şirk ehline karşı “inananlar paktı”nı kurmak
istemiştir. Nitekim, bu gayeyi Medine içindeki Ehli Kitap için güttüğü
gibi, Ehli Kitap olan dış devletler için de takib etmeye çalışmıştır. Bizans
İmparatoru Heraklius ve diğer Hıristiyan prenslerine gönderdikleri davet
mektubunda şu âyeti kerîmeyle onlara hitab etmiştir:
“De ki: ‘Ey Ehli Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)!.. Bizimle sizin
arasında müsavi bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibâdet etmeyelim.
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler
edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, o hâlde deyin ki: ‘Şâhid olun;
biz, gerçek Müslümanlarız.!'” Bizzat Resûli Ekrem tarafından yazılı anayasayla himaye ve yardıma mazhar olan Kitap Ehli, ne yazık ki, andlaşmanın şartlarını bizzat
kendileri bozmuş ve lehlerindeki şartların ortadan kalkmasına böylece
yol açmışlardır. Andlaşmada “site devleti içinde bulunanların birbirlerinin
aleyhinde bulunmayacakları” şartı, “birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya
varmayacakları” maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler)
Medine’nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok nâzik bir sırada,
baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan
bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Tabiiî ki, bu,
doğrudan doğruya onları Müslümanların himayesinden mahrum bırakıyordu.
Görüldüğü gibi, bu anayasa, kurulan yeni bir devletin birçok
müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler
çizmekteydi: “Bu anayasayla İslâm, hayatının yeni bir safhasına
başladı. Maddî ve cismanî ile maneviyatın karışması, ona kendine has
bir çizgi getirdi. Mânevîyatı, hattâ ahlâkı tanımayan bir siyaset, bizi
maddeciliğe ve vahşî hayvanların hayatlarından daha aşağı bir hayata
götürür. Yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir mânevîyat ise.
bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir. Fakat, bu, ancak son derece
mahdut bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekseriyeti, böyle
bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed
(s.a.v.), bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını
nasıl dengeye getireceğini, madde ve mânâyı aynı zamanda içine alan bir
terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin, herkese en az derecede lâzım
olan bazı esas noktalan seçer, fakat kendilerini manevî hayata daha fazla
verebilme tercihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamber’in
sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaati, Hz. Peygamber ise
her sahada onun reisi oldu.”

Müşriklere Mukabeleye İzin Verilmesi
Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke’de harb ve cihada izinli değildi.
Allah’tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini îman esaslarını kalb, ruh
ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va’z ve nasihatle, îkaz ve irşadla burada
hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır
ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke’de ilk zamanlarda
nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.
Zâten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış
dairesinde münâsebettir. Harb ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu
zamanlarda müracaat olunur. Cenâbı Hakk’ın, bir ana ve babadan
yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların
şubelere, kabilelere ayrılması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi
kendilerine mahsus ortak menfaatlere binâendi.
Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere
rağmen Mekke’de harb ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni
tavsiye edildiği gibi, Medine’ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen
müsaade olunmadı. Gerçi, İslâm, Medine’de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür’atle
inkişaf kaydediyor, Kur’ân güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya
başlıyordu; ama yine de Resûli Ekrem Efendimizin ve Müslümanların
vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi
coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, amma münafıklarla
Yahudiler,gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı.
Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa
da, bütün hâl ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı.
Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde,
Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übeyy b. Selül için süslü
bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken,
hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen
Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve hil’at gibi şeyler unutulmuştu.
Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama
reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu.
Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hattâ, Resûli Ekrem Efendimizin
tebligatına, va’z ve nasihatlerine müdahale etme cür’etini gösterecek
kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin
Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri
hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
Ayrıca, Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudîlerini, hattâ
Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve
Mekke’de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine’de söndürmek için
harekete hazırlanıyorlardı.
Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh
dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu
Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensâr’ın ileri
gelenlerinden biri olan Sa’d b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
“Allah’ım!.. Bilirsin ki, Senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede
etmekten daha sevimli bir şey yoktur! O Kureyş ki, Resulünün peygamberliğini
yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur
bıraktılar. Allah’ım!.. Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki
harbe müsaade edeceksin!”
Görüldüğü gibi, Medine’de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle
savaşa izin verildi. Konuyla ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:
“Kendileriyle mukatele edilen(yâni düşmanların hücumuna uğrayan
mü’min)lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin
verildi. Şüphesiz ki, Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle
kadirdir. Onlar (o mü’minlerdir ki) haksız yere ve ancak ‘Rabbimiz
Allah’tır.’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.”
Âyeti kerîmenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihad izni
kayıtlıdır ve sâdece “tecavüze mâruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından”
dolayı verilmiştir. Yâni, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde
bulunmayacaklarlar. Şayet zulme mâruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen
olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyetle, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetler, Müslümanlara, “saldıran düşmana karşı kendilerini koruma
ve müdafaa etme” meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî
durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette,
nazil olacak âyetlerle bilâhare cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.

ETRAFA SERİYYELER GÖNDERİLİYOR
Mekkeli müşrikler her şeye rağmen, Peygamberimizin ve Müslümanların
peşini bırakmış değillerdi. Medine’deki Yahudî ve münafıklar ile el
altından gizli gizli işbirliklerini sürdürerek İslâm nurunu söndürmeye,
Resûli Kibriya’nın vücudunu ortadan kaldırmaya matuf faaliyetlerine
aralıksız devam ediyorlardı. Medine’yi teşkilâtlandıran Resûli Ekrem Efendimiz, bunlara karşı tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve desiseye başvururken elbette
tedbirsiz kalınmazdı. Peygamber Efendimiz, her şeyden önce iktisadî harb usûlünü tatbik
etmek istiyordu. Bu maksatla da Kureyş’in Suriye’ye giden ticaret yolunu
kontrol altında tutmayı uygun buldu.
Düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle sulh anlaşmaları
yapmaktı. Böylece, onları Mekkeli müşriklerin sinsî emellerine
âlet olmaktan kurtarmış ve Kureyş’i tek başına bırakmış olurdu.
Bu maksat ve gayeler ile henüz Hicret’in ilk yılında etrafa seriyyeler
göndermeye başladı. Bu seriyyeler, herhangi bir yere hücum etmek ve
kan akıtmak maksadıyla yola çıkarılmıyordu. Nitekim, görüleceği gibi,
ilk seriyyeler (biri istisna edilirse) bir damla kan dökmemişler ve hiçbir
kabileyi yağmalamamışlardır.
Seriyye, Peygamberimizin bizzat bulunmayıp, sahabîlerden herhangi
birisinin kumandası altında gönderdiği askerî birliklere denilir. En azı
beş kişilik, en çoğu da 300-400 kişilik olur.
Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı vasfı, Kureyşli müşrikleri iktisadî
baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtar idi; “Eğer siz şiddet
siyasetinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız
demek olan olan ticaret yolunuz elimizdedir. Aklınızı başınıza
alın!” demekti. Bu seriyyelerin gördüğü bir başka mühim vazife, Medine’nin etrafını
kontrol etmekti; herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını,
düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu araştırıp haber almaktı.

İLK SERİYYE
Medine’ye hicretlerinden yedi ay sonra Ramazan ayında Resûli Ekrem
Efendimiz, amcası Hz. Hamza’yı, Mekkeli muhacirlerden 30 kişilik bir
süvari grubunun başında, Kureyş müşriklerinden 300 kişilik bir birliğin
muhafazasında Şam’dan Mekke’ye gitmekte olan ticaret kervanını gözetlemek
için gönderdi. Süvari birliğinin içinde Ensâr’dan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar,
sâdece Medine içinde korumak üzere Peygamber Efendimize söz
vermişlerdi. Bu sebepledir ki, Resûli Ekrem, Bedir Muharebesine kadar
Ensâr’dan hiç kimseyi askerî seferlere göndermemiştir.
Medine’den yola çıkan Hz. Hamza, İys nahiyelerinden biri olan
Seyfû’lBahre’de, içinde Ebû Cehil’in de bulunduğu Kureyş kervanıyla
karşılaştı. Taraflar çarpışmaya hazırlanırken, iki tarafın da dostu ve müttefiki
bulunan Cühenîlerin reisi Mecdiy b. Amr, aralarına girip
çarpışmalarına mâni oldu. Kureyş, kervanıyla Mekke’ye doğru yol alırken, Hz. Hamza da beraberindeki Müslümanlarla Medine’ye geri döndü.
Peygamber Efendimiz, çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.

UBEYDE B. HARİS SERİYYESİ
Hz. Hamza’nın Medine’ye dönüşünden sonra, Peygamberimiz, Şevval
ayında Ubeyde b. Haris’i Nabiğ Vadisine gönderdi. Maiyetinde,
Muhacirlerden 60 süvari vardı.
Nabiğ Vadisine giden Hz. Ubeyde, orada Kureyş müşriklerinden 200
kişiyle karşılaştı. Birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların
safından ilk ok Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri tarafından atıldı. Allah
yolunda atılan ilk ok, bu oldu. Bunun dışında herhangi bir çatışma
olmadan iki taraf birbirlerine uzaklaştı.
Bu arada, Müslüman olmuş, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar
arasına katılamayan Mikdad b. Amr ile Utbe b. Gazvan da, bu durumu
fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücâhidlere katıldılar.

EBVA GAZASI
Hicretin 1. senesininin son ayı…
Resûli Ekrem Efendimiz, ilk defa, Muhacirlerden 60 kişilik bir
kuvvetle, yerine Sa’d b. Übade’yi vekil bırakarak Medine’den yola çıktı.
Efendimizin bu gazaya çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız
eden Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara gözdağı vermek, aynı
zamanda Demre b. Bekir Oğullarıyla anlaşma yapmak isteğiydi.
Resûli Ekrem’in beyaz sancağını Hz. Hamza taşıyordu.
Peygamber Efendimiz bu gazada müşriklerle karşılaşmadı. Ancak,
yola çıkışının ikinci maksadı olan Demre b. Bekir Oğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi.
Benî Demre reisiyle yapılan yazılı anlaşmaya göre; a) Ne Peygamberimiz
onlarla, ne de onlar Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya
girmeyeceklerdi, b) Birisi diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti,
c) İslâm’a karşı çıkmadıkları müddetçe Resûlullah’tan yardım
görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına karşı yardıma davet ettiğinde
icabet edeceklerdi.” Peygamber Efendimiz 15 gece sonra Medine’ye döndü.
Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları
olmuştur. Bilhassa Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerindeki kabilelerle
yapılmış olması, Kureyş’i iktisaden çökertme plânının bir tatbikatı idi.
Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz, Müslümanlara muaraza vaziyeti
almamış başka kabilelerle düşmana karşı muvakkaten de olsa bazı
anlaşmalara girmiştir.

Hicretin 1. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
Ashabtan Es ‘ad b. Zürare ile Gülsüm b. Hidm ‘in Vefatı
Gülsüm b. Hidm, Ensâr’ın ileri gelenlerindendi. Oldukça yaşlanmıştı.
Mescid-i Nebevi yapıldığı sırada Küba’da vefat etti.
Hz. Gülsüm b. Hidm, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. Resûl-i Kibriya
Efendimizi hicret esnasında Küba’da evinde misafir etme şerefine
ermişti. Peygamberimiz, 14 gün kadar evinde kalmıştı.
Es’ad b. Zürare Hazretleri, Akabe Bey’atında Resûl-i Ekrem Efendimizle
görüşen altı zâttan biri idi. Son Akabe Bîatında Ensâr’ı temsilen seçilen
dokuz temsilcinin arasında o da yer alıyordu.
Es’ad Hazretleri de, Gülsüm b. Hidm’in vefatından kısa bir zaman
sonra vefat etti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, vefatı esnasında yanında bulunuyordu.
Onu yıkadı, kefenledi ve cenaze namazını kıldı. Sonra da
onu Medine kabristanı olan Bâkî’ye defnetti. Bakî Kabristanına Ensâr’dan
ilk defnedilen zât, Es’ad b. Zürare Hazretleridir.

Abdullah b. Zübeyr ‘in Dünyaya Gelişi
Hicret’in 1. yılının, Muhacir Müslümanları sevindiren bir başka
hâdisesi, Hz. Zübeyr b. Avvam’ın Abdullah adında bir çocuğunun
dünyaya gelişidir. Hz. Abdullah, Medine’de Muhacir Müslüman aileleri
içinde doğan ilk çocuktur. Annesi, Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Esma, Küba
köyünde onu dünyaya getirmiştir.
Abdullah’ın doğumu, Muhacir Müslümanları son derece sevindirdi.
Zîra, Yahudiler, onlara, “Biz, sizi sihirledik! Bundan böyle sizden erkek
çocuk dünyaya gelmeyecektir.” diyorlardı.
Muhacirler de bundan fazlasıyla üzüntü duyuyorlardı.
Abdullah’ın dünyaya geldiğini duyar duymaz, Yahudilerin bu sözleri
yalanladığından dolayı, tekbirler getirerek sevinçlerini izhar ettiler.
Ona “Abdullah” ismini bizzat Peygamber Efendimiz verdi.

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.