Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Hicretin 9. Yılı

8 yıl önce
1.011 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Hicretin 9. Yılı
Hicretin 9. Senesindeki Muhim Bazı Hadiseler
ETRAFA VALİ VE ZEKAT MEMURLARININ GÖNDERİLMESİ
(Hicret ‘in 9. senesi Muharrem ayı)
Bu tarihe kadar birçok kabîle İslâm’la şereflenmiş, birçok memleket de
İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketlerin idaresi ve halkına
mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.
Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Muharrem
ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak
için de zekât tahsil memurları tâyin edip gönderdi.
Resûl-i Ekrem’in, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:
“Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!”
Yemen’in güzel kasabalarından biri olan San’a ve yine Ye-men’in Hadramut
bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cühey-neler, Kilab Oğullan,
Ka’b Oğullan, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları
gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.
Bu valiler, idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan
dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.
Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâm’ın zekât mükellefiyetini
anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.
Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir
kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları
hoş karşılamadılar; ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek
zekâtlarını vermeye başladılar.

MEDİNE’YE AKIN AKIN HEYETLERİN GELMEYE BAŞLAMASI

Mekke’nin fethi, İslâm’ın en parlak ve şerefli bir zaferiydi. Çünkü, bu
fetihle, senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında
süregelen amansız mücadele İslâm’ın galibiyetiyle netice bulmuştu.
Arabistan’daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin
mücadeleyi yakından ve dikkatle takib etmişlerdi. Önce, bu mücadelede
Resûl-i Kibriya’yı kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakmayı tercih etmişler
ve, “Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer, o,
kavmine galib gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir.” demişlerdi.
İşte, etraftaki kabilelerin yakından takib ettikleri bu şiddetli mücadele,
Mekke’nin fethiyle İslâm’ın üstünlüğü, şirkin mağlûbiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.
Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâm’ın şefkatli sinesine bir an evvel koşmak!
Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve
kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bir dâvayı kendileri de söndüremezler
ve onun yayılmasını engelleyemezler.
Bu sebeple, Mekke’nin fethini takib eden günlerde, Hicret’in 9. yılı
başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine’ye akın akın
geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla “Heyetler Yılı” adı da verilmiştir.
Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel
karşılıyor ve onlara izzet-ü ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde
her sınıflan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekrem’in yüksek ahlâk ve faziletine,
ashabının nâzik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran
kalarak yurtlarına dönüyorlardı.

BENÎ TEMİM HEYETİ MEDİNE’DE
Hz. Resûlullah, Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı başlarında ashabtan
Büsr b. Süfyan’ı, Huzaalılardan Benî Ka’b Kabîlesi-ne, zekâtlarını almak üzere göndermişti.
Ka’b Oğulları, gelen memura teslim etmek üzere hayvanlarından
düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim
Kabîlesi, oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış,
hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldürebileceklerini bile
izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine’ye
dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resulü de
50 kadar bedevî süvariyle Uyeyne b. Hısn’ı, Temim Oğulları üzerine
göndermişti. Uyeyne b. Hısn, Temim Oğulları üzerine anîden baskın
yapmıştı. Birçok ganîmet malıyla birlikte 11 erkek, 20 kadın ve 30 kadar
da çocuk esir edip Medine’ye geri dönmüştü.
Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye dönmesinden az sonra idi.
Zekât vermemekte direnen Temim Oğullarından bir heyet, çıkıp Peygamber
Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatib ve şâirleri
de vardı. Gayeleri, esirlerini geri almaktı. Peygamber Efendimiz, onlara,
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Biz Temim Kabîlesindeniz.” dediler. “Sizinle şiir ve övünme yarışı
düzenleyelim diye şâir ve hatiblerimizi getirdik!”
Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, “Ben şiir söylemekle va-zifelendirilmediğim
gibi, övünmekle de emredilmedim; bunu yapamam. Fakat,
haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!” buyurdu.
Bunun üzerine Benî Temim’in, Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak,
kavim ve kabilesini övdükten sonra, “Bizimle fazilet yarışına çıkacak
kimse, saydıklarımızın bir benzerini sayısın, döksün, bakalım!” diyerek meydan okudu.
Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra,
Resûl-i Kibriya, Sabit b. Kays’a, “Kalk, şunun konuşmasına karşılık ver!” diye emretti.
Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiçbir hazırlığı olmadığı hâlde,
Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne ve Resûlullah’ın medh ve senasına dair,
Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belâgatlı ve tesirli bir hitabede
bulundu. Hz. Sabit şöyle diyordu: “Hamdolsun Allah’a ki, gökleri ve
yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten O’dıır.
“Hiçbir şey yoktur ki, O’nun fazl ve kereminin eseri olmasın!
“Bizim her tarafta galib gelişimiz ve hâkim oluşumuz da O’nun kudretinin eseridir.
“O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir;
ki o peygamber, baba tarafından insanların en şereflisi, söz
cihetinden en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür! Allah,
ona kitabını indirmiş, onu kullarının emini ve mu’temedi, cihanın da güzidesi ve seçkini kılmıştır!
Sıra, şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.
Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medheden bir kaside sundu.
Adam şiirini bitirir bitirmez, Resûl-i Ekrem, şâiri Hasan b. Sâbit’e,
“Kalk yâ Hasan!.. Şu adamın şiirine karşılık ver!” diye emretti; sonra
da, “Allah Teâlâ, Resulünü müdafaa ederken, Hasan’ı, muhakkak Cebrail’le destekler!” buyurdu.
Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hasan,
aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir
şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâm’ın müstesna güzelliğini,
yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifadeyle dile getirdi.
Müslüman hatib ve şâirin, Temim Oğulları şâir ve hatibinden çok
daha güzel birer hutbe ve şiir sunmaları, hem Peygamber Efendimizi
hem de orada bulunan sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık, Temim
heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerinkin-den daha üstün olduğunun
belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akra b. Habis
ise, şöyle demekten kendini alamadı:
“Allah’a yemin ederim ki, bu zâta (Hz. Peygamber’e) her zaman gaybdan
yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde,
herkese üstün gelmektedir. Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden
daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür!”
Daha sonra Akra b. Habis, Hz. Resûlullah’ın yanma yaklaştı ve şehâdet
getirerek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takib etti.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, heyettekilerin her birini birer hediyeyle
taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.

BENÎ ESED HEYETİ MEDİNE’DE
Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı idi.
Medine’ye gelen heyetlerden biri de, 10 kişilik Benî Esed Kabîlesi
heyeti idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem E-fendimize arzettikten
sonra, “Yâ Resûlallah!.. Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken,
biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle
harb etmeden Müslüman olduk!” diye konuştular.948
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından
dolayı kendilerine minnettar kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı;
bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı.
Henüz Müslüman olduklarından ve İslâm’ın engin ruhuna vâkıf
bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.
Hâlbuki, îman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı.
Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış sayılıyorlardı,
iman etmekle Resûl-i Ekrem’in şahsına elbette hiçbir fayda temin
etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları yersizdi ve İslâm
ruhuna uygun değildi. Nazil olan âyet-i kerîme, bunu ortaya koydu:
“(Ey Resulüm!..) İslâm’a girdiklerini senin başına kakıyorlar! Onlara
de ki: ‘Müslüman oluşunuzu başıma kakmayınız. Doğrusu, sizi îmana
hidâyet buyurduğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer îmanınızda sâdık kimseler iseniz!”
Mü’minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmanı
elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakk’a şükür ve hamddır. Bunun
dışında îmanına mukabil hiçbir maddî manevî menfaat beklememeli,
hattâ kalben arzu etmemelidir. Zîra, îman nîmetine kavuşmanın ve
Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat
uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hakk, fazl ve keremi ile bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.
îman ve Kur’ân’a âit hizmetlerin sevab ve mükâfatları da uhrevîdir,
âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îman edip Müslüman olan, hem de
Kur’ân’a ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden
dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben
arzu ettiği takdirde dindeki itilâsını kaybetmiş sayılır. İhlasın zâyî olması
ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır; Allah korusun,
insanı manen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında, îman ve
Kur’ân’a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği
hâlde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nail olsa, bunu Cenâbı
Hakk’in kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir;
ayrıca, “Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor.” hissine de kapılmamalıdır.

TAYY KABÎLESİ PUTHÂNESİNİN YIKTIRILMASI
Tayy Kabîlesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur
Hâtem-i Taî’nin kabîlesi idi. Yemen’de otururlardı.
Hicret’in 8. senesinde Hâtem-i Taî vefat etmiş, kabîle reisliğini oğlu Adiyy üzerine almıştı.
Mekke’nin fethinden sonra Arabistan’ın her tarafı putlardan temizlenip
puthâneler yıktınlırken, bu kabilenin puthâneleri henüz duruyor
ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Rebiülâhir ayında Hz. Ali’yi
Ensâr’ın ileri gelenlerinden 150 kişilik bir kuvvetle Füls’ü yıkmaya gönderdi.
Hz. Ali, emrindeki mücâhidlerle Tayy Kabîlesi yurduna vardı. Tayy
Oğulları, mücâhidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman
birçok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galib çıktılar ve
birçok esirle bol miktarda ganimet mallan elde ettiler. Bu arada, Tayy
Oğulları puthânesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücâhidler
tarafından yıkıldı; putları Füls ise parçalanarak yakıldı.
Kabîle reisi Adiyy b. Hâtem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber
almış ve Suriye tarafına kaçmıştı; bu sebeple ele geçirilememişti. Ancak,
esirler arasında Hâtem-i Taî’nin Sef-fane adındaki kızı vardı.

Seffane ‘nin İsteği
Hz. Ali, memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esir ve ganîmet mallan ile Medine’ye döndü.
Esirler arasında bulunan Seffane, Mescid-i Nebevî’nin kapısında bir
odaya konuldu. Oldukça zekî, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde
Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffane ayağa kalkarak,
“Yâ Resûlallah!.. Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor!
Kurtulmak için verecek hiçbir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam
için yüksek affına, merhamet ve şefkatine sığınıyorum!” dedi.
Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffane kendisini şöyle tanıttı:
“Yâ Resûlallah!.. Ben, aileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen,
açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren,
selamlaşmayı yayan Hâtem-i Taî’nin kızıyım!”
Seffane’nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem,
“Ey kadın!.. Bu saydıkların, gerçekten mü’minle-rin sıfatlarıdır!
Keski baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık!” buyurdu.
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimiz, mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu.
“Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği” gerçeğini…
Evet, Hâtem-i Taî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da
ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatlan Müslüman sıfatıydı. Resûl-i
Ekrem de bu sözleriyle Hâtem’in bu Müslümanca sıfatlarım takdirle
karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffane’yi de serbest
bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini,
af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriya, bununla da kalmadı;
Seffane’ye bol bol ikramda bulundu: Ona, elbise ve yol harçlığı vererek,
güvenilir bir kafileyle de Şam’a, kardeşinin yanına gönderdi.
Doğruca Şam’a varan Seffane, derhâl kardeşini buldu. Peygamberimizden
gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kız kardeşine yapılan bu şefkatli
muamele, Adiyy’in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi
ve, “Bu zât hakkındaki fikrin nedir?” diye sordu. Fahr-i Âlem’in
mübarek sımalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine
mazhar olan Seffane* tereddüt etmeden, “Bana sorarsan,” dedi,
“hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim!”
Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kız kardeşi buna hiç gerek olmadığını,
şu sözleriyle belirtti: “Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel
tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin; yok, eğer hükümdar ise, hiçbir
şey kaybetmezsin, Yemen’deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik, hor ve hakir de görülmezsin!”
Adiyy, kız kardeşinin tavsiyesini uygun buldu; derhâl Medine’ye
gelerek, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah, evinde ağırlayıp misafir etmek istiyordu.
Mescidden çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu
sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya
konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık
duymadan onu dinliyordu. İhtiyar kadına karşı E-fendimizin bu güzel
muamelesini ve nezaketini müşahede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek
istiyormuşçasına mırıldandı: “Vallahi, o hükümdar değildir!”
Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: “Öyle ise peygamberdir!” ihtimali..
Beraberce Hâne-i Saadet’e vardılar. Efendimiz, Adiyy’i deriden bir şiltenin
üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmaya
kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı
ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy, deriden
şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri
karşısında çıplak yerde oturdu. Efendimizin tevâzuunu ve misafire
karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı, Adiyy’in
gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmana bir nebze daha yaklaştırdı.
Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu
davetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu davete o anda müsbet
cevap vermekten kaçındı. “Ben,” dedi, “Hıristi-yanım!”
Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:
“Ey Adiyy!.. Belki de, ‘Onun dinine insanların zaîf, fakir ve güçsüz
kimseleri giriyor.’ diye söylenmiş olmasından dolayı İslâm’a girmekten
geri duruyorsun! Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol
servete kavuşacaklar, hattâ mala tâlib olacak kimse bile bulamayacaklardır!
“Yine, ‘Müslümanlar az, düşmanları çok.’ diye düşünmüş olabilir ve
bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!
“Sen Hiyere’yi bilir misin? “İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir âsâyiş
temin edecek ki, bir kadın tek başına, Allah korkusundan başka hiçbir
korku duymayarak, Hiyere’den kalkıp Kabe’yi tavaf etmeye gidecektir!”
Bu konuşma, Adiyy’in gönül kapısını İslâm’a açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.
Ashab-ı Kiram’in büyüklerinden olan Adiyy b. Hâtem, işte bu zattır.

PEYGAMBERİMİZİN, NECÂŞÎNİN VEFATINI HABER VERMESİ
Hicret’in 9. senesi Receb ayından bir gün idi. Hz. Resûlullah’ın etrafında birçok sahabî vardı.
Bu sırada, “Bugün, sizin sâlih bir kardeşiniz vefat etti. Kalkın, onun namazını kılın!”‘ diye buyurdu.
Sahabîler derhâl hazırlandılar ve Hz. Resûlullah’ın arkasında saf
bağlayarak “sâlih kardeşleri” üzerinde gaib namazı kıldılar.
Namazdan sonra Resûl-i Ekrem, “Kardeşiniz Necâşî Ashame için
Allah’tan mağrifet taleb ettik!” buyurdu.
Bunun üzerine sahabîler, “sâlih kardeşlerinin,” Habeş Hükümdarı
Ashame olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.
Medine’ye yaklaşık bir hafta sonra gelen haber, Habeş İmparatorunun
aynı günde vefat ettiğini bildiriyordu!
Habeş Necâşîsi Ashame, Hz. Resûlullah tarafından bir mektupla
Hicret’in 7. senesinde İslâm’a davet edilmişti. Ashame derhâl Müslüman
olmuştu. Müslüman elçiye de, “Keşke, şu saltanata bedel Muhammed-i
Arabi’nin (s.a.v.) hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanattan çok
daha üstündür!” demişti.

PEYGAMBERİMİZİN, HANIMLARINDAN BİR AY UZAK KALMASI
Hicret’in 9. senesinde, İslâm nuru bütün haşmetiyle Arabistan
Yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullah’ın elinde artık birçok maddî
imkân vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Resûlul-lah sâde
hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.
Fakat, Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya
malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim
kuşam ve ziynetinden, bol nîmetler içinde yaşamaktan nasîblerini almak
istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak,
“Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz!”
derlerdi; sonra da her biri birtakım arzularda bulunurdu.
Fakat, Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının
da sâde bir hayat sürmelerini ve buna razı olmalarını arzu ediyordu.
Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca, Ezvac-ı
Tâhirat’in bu tarz isteklerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.
Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra
hanımlarını dolaşır, onların hâl hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit
ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer
bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.
Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat’ın her biri, yanlarında bulunanlardan
kendilerine ikram ederlerdi.
Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş Validemize bir tulum bal hediye
getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem’e çok sevdiği
bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz.
Zeyneb’in yanında her zamankinden fazla kalırdı.
Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye
başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram
edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.

Hz. Âişe ‘nin Talimatı
Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hattâ, bu
yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz.
Şevde, Safıyye ve Hafza (r. anhünne), Hz. Âişe’nin tarafını; Ümmü
Seleme ile Ümmü Habibe, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz.
Zeyneb bint-i Cahş’ın grubunu teşkil ediyorlardı.%2
Resûl-i Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından
müteessir olan Hz. Aişe, gayrete geldi. Taraftan olan diğer hanımları toplayarak
kendilerine şu talimatı verdi:
“Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ
Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?’ Resûlullah, ‘Hayır.’ diyecektir. Biz de
o zaman, ‘O hâlde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabiî ki o; ‘Zeyneb bana
bal şerbeti içirmişti.’ cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, ‘Demek, o
balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.’ deriz.”
Megafır, “mağfur”un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının
yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.
Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe
bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, “Yâ
Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı. Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi.
Hz. Hafsa, “O hâlde bu koku ne?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Zeyneb bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim.” buyurdu.
O zaman Hz. Hafsa, “Demek ki, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem!” diyerek
yemin etti. Sonra da, “İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe’ye ne
de) başka bir kimseye duyurma.” diye buyurdu.
Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf “hanımlarını memnun etmek ve
aralarındaki iki hizb hâlinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve
kıskançlığının aile nizamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına
mebni” olarak, kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.
Kâmil Mîras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209. Burada Hz.
Resûlullah’ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle
faydalanmaktan alıkoymaktır; yoksa, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi
hakikatte haram kılmak ve haram itikad etmek değildir. Zîra, Allah’ın
helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de
kimse helâl edemez. Ancak, bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan
kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binâen Resûlullah,
kendisine, helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır.
Dolayısıyla, “Allah’ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram
kılar?” diye bir soru akla gelmemelidir.
Bunu, verdiği birkaç sırla* birlikte gizli tutmasını Hz. Haf-sa’ya sıkı
sıkıya tembih eyledi. Hattâ, ondan bu hususta söz aldı.
Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
“Ey Resulüm!.. Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını
arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme!
Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”
Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem’in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en
çok anlaştıkları Hz. Âişe’ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.
Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenâb-ı
Hakk, Resulüne vahiyle bildirdi: “Hani Peygamber, kadınlarından birine
gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi.
Allah da onu Peygamber’e açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin
bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı
nazar etti. Resûlullah kadına ifşa, ettiğini söyleyince kadın, ‘Onu sana
kim haber verdi?’ diye sordu. O da, ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar
olan Allah haber verdi!’ buyurdu.”
Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa’ya serzenişte bulundu. Hz.
Aişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile
ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.
Peygamberimiz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini
kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.
Bir kısım rivayetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa’ya, kendisinden
sonra Hz. Ebû Bekir’in, ondan sonra da Hz. Ömer’in halife olacağını haber vermişti
Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizli-ğini anlatmak,
hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki
kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mâni olabilmek düşüncesiyle ve
neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek
maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti; bu
yemininden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.
İşte, bu hâdiseye İ’lâ Hâdisesi denir. “İ’lâ”nın lügat mânâsı “mutlak
yemin”dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak
üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.

Ashab-ı Kiram ‘in Telâşı
Peygamber Efendimizin Meşrebe’de yalnız başına kaldığını duyan
sahabîler, “Hanımlarını boşamıştır.” zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:
“Medine’nin Avali semtinde oturuyordum. Ensâr’dan bir komşum
vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullah’ı ziyaret ederdik. Ben inersem,
o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim.
O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.
“Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım.
‘”Ne var?’ diye sordum. “‘Büyük bir felâket!..’ dedi.
“‘Ne oldu?’ dedim, ‘Gassanîler, Medine’ye hücuma mı geçtiler?’
“‘Hayır!..’ dedi, ‘Daha fena bir şey vuku buldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!’
“Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve
Medine’ye indim. Hafsa’nın yanına vardım. Ağlıyordu.
“Ne diye ağlıyorsun?’ dedim, ‘Ben, seni bundan (Resûlul-lah’a karşılık
vermekten, kendisinden bir şey istemekten) sakındırmamış mıydım?’
“Sonra sordum: ‘Allah Resulü, sizleri boşadı mı?’ “‘Bilmiyorum.’ dedi.
‘”Resûlullah şimdi nerede?’ diye sordum, ‘”şuradaki Meşrebe’de… İnzivaya
çekilmiş.’ dedi. “Kalktım, Resûlullah’ın bulunduğu yere yaklaştım.
Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.
“‘Ey Rebah!..’ dedim, ‘Resûlullah’ın yanına girmem için i-zin iste!’
“Rebah içeri girip çıktı; ‘Arzunuzu arzettim. Sustu, bir şey söylemedi.’ dedi.
“Dönüp mescide gittim. Ashab-ı Kiram’dan bazıları minberin
etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz
oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullah’ın
odasına tekrar yaklaştım.
“Rebah’a, ‘Ömer’in içeri girmesi için izin iste!’ dedim.
“Köle içeri girip çıktı; ‘Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.’ dedi.
“Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet o-turdum.
Endişe ve üzümtümden bir türlü kurtulamiyordum.
“Yine, Resûlullah’ın bulunduğu odaya yaklaştım.
“Sesimi yükselterek, ‘Ey Rebah!..’ dedim, ‘Ben, Resûlullah’ı görmek
istiyorum! Müsaade iste! Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta
bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum!’
“Rebah içeri girdi. Çıkınca, ‘Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.’ dedi.
“Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: ‘Gir, artık sana izin verdi!’
“İçeri girdim. Allah Resulüne selâm verdim. Hasırdan örülü bir yatak
üzerinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor
idi. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.
“Resûlullah, ‘Niçin ağlıyorsun?’ diye sordu.
“‘Yâ Resûlallah!.. Nasıl ağlamayayım ki?.. Kisrâlar, Kayserler
dünyanın zevk ü sefasını sürerken, siz Allah’ın en sevgili kulu
olduğunuz hâlde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!’
“Resûlullah, ‘Ey Hattab’ın oğlu Ömer!..’ dedi, ‘Dünya nimetinin onların,
âhiret saadetinin de bizim olmasına razı değil misin?’
“Sonra, ‘Yâ Resûlallah!.. Kadınlarını boşadın mı?’ diye sordum.
“Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, ‘Hayır!..’ buyurdular.
“Bu cevap karşısında birdenbire, ‘Allahü ekber!’ dedim, ‘Bütün ashab
keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?’
“Resûlullah, ‘Olur.’ dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar
konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.
“Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle
bağırdım: ‘Resûlullah, kadınlarını boşamamıştır!”

Resûlullah ‘ın Meşrebe ‘den Ayrılışı
Bir ay dolunca, Resûluliah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye
başladı. Bu sırada şu âyet-i kerîme nazil oldu: “Ey Nebîyy-i Zîşan!.. Zevcelerine de ki:
‘”Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin
razı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim!
“‘Ve eğer, siz Allah’ı, Resulünü ve âhiret yurdunu murad ederseniz,
Allah’ı ve Resulünü razı etmiş olursunuz. Zîra, sizden Allah’ın rızasını
dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.'”
Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya
ziyneti ile Allah ve Resulünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.
Âyet nazil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe’nin
yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hattâ, bu konuda babasına anasına
danışabileceğini de beyan etti.
Hz. Âişe derhâl cevabını verdi: “Ben, bu hususta mı anneme babama
danışacağım? Ben, elbette ki, Allah’ı, Resulünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!”
Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.
Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resulünün rızasını ve
âhiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih ettiler; böylece, Fahr-i Kâinat
Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.

BENÎ BELİY HEYETİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU
(Hicret ‘in 9. senesi Rebiülevvel ayı)
Bu tarihte, Benî Beliy Kabilesinden bir heyet Medine’ye geldi. Peygamber
Efendimizle görüşüp huzurda Müslüman oldular.
Heyetin büyüğü Ebûddabib, bu arada Peygamber Efendimize bazı
sorular sordu. “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Ben, misafirleri ağırlamayı seven
biriyim. Bundan dolayı bana âhirette bir sevab var mıdır?”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet!.. Zengine olsun fakire olsun,
yapacağın her iyilik sadakadır.” buyurdu.
Bu cevaptan memnun olan Ebûddabib, bu sefer, “Yâ Resûlallah!..
Misafirliğin müddeti ne kadardır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üç gündür. Bundan sonra oturmak misafir
için uygun olmaz.”‘ buyurdu. Peygamber Efendimiz, bu hâdiseyle,
misafirliğin hududunu çizmiştir. Mü’min, misafir mü’min kardeşini üç
gün yedirip içirip, barındırmakla vazifelidir. Üç günü geçtikten sonra bu
mükellefiyet üzerinden düşer. Bundan sonra onu ağırlayıp ağırlamamakta serbesttir.
Beliy heyeti, üç gün kaldıktan sonra Resûli-i Ekrem Efendimizin verdiği
hediyelerle yurtlarına döndüler.

Hicretin 9. Senesindeki Muhim Bazi Hadiseler
HZ. ÜMMÜ GÜLSÜM’ÜN VEFATI
(Hicret ‘in 9. senesi)
Resûl-i Ekrem Efendimizin kerîmesi ve Hz. Osman’ın zevcesi Hz. Ümmü
Gülsüm, Hicret’in 9. senesinde vefat etti.1074 Yıkanıp kefenlendikten
sonra, namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı. Defnedildikten
sonra kabrinin başında bir müddet oturdu. Bu sırada gözlerinden yaşlar aktığı görüldü.
Hz. Ümmü Gülsüm, Peygamber Efendimizin en küçük kızı, Hz.
Fâtıma’nın büyüğü idi. Annesi Hz. Hatice Müslüman olduğu sırada Müslüman olmuştu.
Hz. Osman’ın, Hz. Ümmü Gülsüm’den çocuğu olmamıştı.

SAKİF KABÎLESİ HEYETİNİN MEDİNE’YE GELİŞİ
(Hicret ‘in 9. senesi Ramazan ayı)
Urve b. Mes’ud, Sakif Kabilesinin en çok sevilen reislerinden biri idi.
Mekke’nin fethinden sonra Hicret’in 9. senesinde Medine’ye gelerek
Müslüman olmuştu. Sonra da kabilesini İslâm’a davet etmek üzere Peygamberimizden
izin istemişti. İzin verilince de Taife dönerek kabilesini
İslâm’a davet etmişti. Ancak hakkı kabul etmemekte direnen Sakiffliler
tarafından ok yağmuruna tutularak şehid edilmişti.
Urve’nin şehid edildiği haberini alan Peygamber Efendimiz, “Urve de
Yasin Ehli* gibi kabilesini Müslüman olmaya davet etti ve sonunda şehid
oldu.” diye buyurmuşlardı.
Sakifliler Baskı Altında
İşte, bu şehâdet hâdisesinden sonra Peygamber Efendimiz, Sakiflilerin
takibini daha da artırmıştı. Bu vazifeyi, Müslüman olan Havazinlilerin
Reisi Mâlik b. Avfa yaptırıyordu. Mâlik, Sakiflileri öylesine baskı altında
tutuyordu ki, bir ara kalelerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı.
Yasin Ehli, kavmini, Hz. İsa’nın Havarilerinin dâvetine icabete
çağırmış, ancak kavmi tarafından şehid edilmiş olan, Antakya halkından Habib-i Neccar’dır.
Nitekim, bu takib kısa zamanda tesirini göstermişti. Sakifli-ler, dalâlet
ve şirk üzere yaşadıkları müddetçe rahat yüzü görmeyeceklerini kesinlikle anlaşmışlardı.
Ancak Müslüman olurlarsa rahat edebileceklerinin idrakine varan
Sakifliler, işte Hicret’in 9. yılı Ramazan ayında Medine’ye, Peygamberimize
bir heyet gönderdiler.

Çadır Kurulması
Peygamber Efendimiz, okunan Kur’ân’lan duyabilmeleri, Müslümanların
cemaat hâlindeki huşu ve huzur içinde kıldıkları namazları görebilmeleri
maksadıyla bu heyet için mescidin yan tarafında çadırlar kurdurdu.
Devamlı surette kendileriyle meşgul oldu, konuştu, İslâmiyeti anlattı.

Gizlice Kur ‘ân Öğrenen Biri
Osman b. Ebî Âs, heyette bulunanların yaşça en küçüğü idi.
Diğer arkadaşları çadırlarına gittikleri sırada bu genç, Peygamberimizin
yanına gidiyor, dinî sohbetlerini dinliyor, diğer arkadaşlarının haberi
olmadan Kur’ân okumasını öğreniyordu. Hz. Resûlullah’ı bulamadığı
zamanlarda ise Hz. Ebû Bekir’den ders alıyordu.
Heyettekiler Peygamberimizle konuşup Müslüman oldukları sırada
Osman b. Ebî Âs, Kur’ân okumasını öğrendiği gibi, bir hayli de ezber
yapmıştı. Heyettekiler kendileri için namaz kıldıracak bir imam istediklerinde
de, Peygamberimiz, kendilerinden olan bu genci vazifelendirdi.

Sakif Heyetinin Yurtlarına Dönmeleri
Bir müddet kaldıktan sonra, Abd-i Yalil başkanlığındaki Sakif heyeti,
Müslüman olarak Medine’den yurtlarına döndü. Olup bitenleri anlatınca,
Sakifliler de Müslüman oldular. Lat Putunun Yıktırılışı
Sakifliler, kendi putları Lafı elleriyle kırmak istemediklerinden, Peygamberimiz,
bu putu yıkmak için Ebû Süfyan b. Harb ile Muğire b. Şu’be’yi gönderdi.
Daha düne kadar, Lat ve Uzza önünde eğilen Ebû Süfyan, şimdi kendi
eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu! Çünkü, gönlündeki şirk
putu kırılmış, onun yerine saf, tertemiz tevhid bayrağı dikilmişti. Bunun
için gitmekte tereddüt göstermedi.
Ebû Süfyan ile Muğire b. Şu’be, Taife varıp Lat putunu kırarak darmadağın ettiler.
Sakif Oğullarının putu Lâfın da tevhid nuruyla darmadağın edilmesinden
sonra, Arabistan, putlardan ve puthânelerden tamamıyla temizlenmiş
oluyordu. Artık bütün yollar, tevhid âlemine uzanıyor, bütün
gönüller oraya bağlanmış oluyordu!

BENÎ HİLÂL HEYETİ
Resûl-i Ekrem’e bîat etmek üzere Medine’ye gelen heyetler arasında
Benî Hilâl Kabilesi temsilcileri de bulunuyordu. Bunlar. Abd-i Avf b. Asram
ve Kabisa b. Muharık adında iki kişi idi.
Abd-i Avf, arkadaşıyla gelip Peygamberimizin huzurunda Müslüman
olunca, Efendimiz, “İsmin nedir?” diye sordu. “Abd-i Avf tır.” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Sen, Abdullah’sın.” buyurarak ismini değiştirdi.

Halktan Yardım İstemek Caiz mi?
Hilâl Oğulları temsilcilerinden Kabisa b. Muharık, bir ara Peygamberimize,
“Yâ Resûlallah!.. Ben, kavmimden birisine kefil olup borçlandım.
Bu hususta bana yardım et!”1087 diyerek yardım talebinde bulundu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kabisa’nm isteğine, “Olur! Biraz bekle! Bir
yerden zekât inallarından gelirse borcunu öderim!” diye cevap verdi;
sonra da, “Ey Kabisa!.. Bilesin ki, halktan bir şey istemek, şu üç durumdan
birinde bulunan kimseden başkasına doğru değildir: 1) İki kişinin
(veya iki kavim ve kabilenin) arasını bulmak için borçlanan, 2) Malı bir
âfet sebebiyle mah-volan, 3) Kavim ve kabilesinden aklı başında üç
adamın şehâdetiyle fakir olduğu tebeyyün eden! Ey Kabîsa, dilenmenin
bundan ötesi haramdır.” diye buyurdu.
Böylece, Kabisa’nın bu isteği, içtimaî hayatta mühim bir esas ve
ölçünün ortaya konmasına vesile oldu.
İslâm nazarında dilencilik, ihtiyacı olmadan bir kimseden bir şey
istemek, en kötü ahlâktan biri sayılmıştır. Bu hususta Re-sûl-i Ekrem
Efendimizin birçok hadîsi mevcuttur.
ABDULLAH B. UBEY’IN ÖLÜMÜ
Abdullah b. Übey b. Selül, münafıkların reisi idi. Hz. Resû-lullah’ın
azîz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişafına mâni olmak
ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen gayreti ömrü
boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk
ettirmek için de birçok iftirada bulunmuştu. Müslümanların tesanüde
en çok muhtaç olduğu bir zamanda bu adam tesanütlerini bozucu
hareketlerde bulunurdu. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın inayeti ve Resû-lullah’ın
tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep akim kalırdı.
Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı
haklarında âyet-i kerîmeler, hattâ “Münâfıkûn” adında müstakil bir sûre nazil olmuştu.
Bu sebeple, Hz. Resûlullah, bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve
hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve
tesanüdünü bozucu plânlan karşısında hep tedbirli olurdu.
İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan
geri kalmayan bu adam, Hicret’in 9. senesi Zilkade ayında öldü.

Peygamberimizin, Cenaze Namazını Kıldırması
Abdullah b. Übey, münafıkların reisiyken, oğlu Abdullah son derece
samimî ve müttakî bir Müslümandı. Bu, “ölüden diriyi, diriden ölüyü
çıkaran” Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve hikmetinin bir tecellîsiydi. Baba
münafıkların reisi, oğul mücâhid bir Müslüman…
Babasının ölümü üzerine oğlu Abdullah, Hz. Resûllah’ın huzuruna
çıkarak, “Yâ Resûlallah!.. Gömleğini bana versen de, babamı onunla kefenlesem…
” dedi; sonra da, “Yâ Resûlallah!.. Onun namazını kılıp istiğfarda
bulunsanız!..” diye ricada bulundu.
Garibtir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve
tahakkukuyla meşgul olan bu adamın kefelenmesi için, Resûl-i Ekrem
Efendimiz, sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah’a verdi ve, “Cenaze
hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım!” diye buyurdu.

Hz. Ömer ‘in ikazı

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya
kalkarken, Hz. Ömer arkasından ridâsına yapıştı ve, “Yâ Resûlallah!.. Allah
sizi münafıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, gülümseyerek, “Ben, istiğfar etmek veya etmemekte
serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım! Allah Teâlâ,
‘Habibim!.. Bu münafıklara, sen ister istiğfar et, istersen istiğfar etme
(etmen de, etmemen de müsâvîdir). (Eğer) onlar için 70 defa istiğfar etsen,
Allah onları asla affetmeyecektir.’ (Tevbe, 80) buyurmuştur.” dedi.
Daha sonra Resûlullah (s.a.v.), Abdullah b. Übey’in cenaze namazını
kıldı ve kabri başına kadar da gitti.
Nazil Olan Âyet
Aradan çok zaman geçmeden, Peygamberimize, münafık ö-lüleri
hakkında Cenâb-ı Hakk tarafından şu kesin emir verildi:
“Münafıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma;
kabri başında (gömülürken veya ziyaret için) durma! Çünkü onlar,
Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve fâsık olarak can verdiler.”
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiçbir münâfıkın cenaze
namazını kılmadı, kabrinin başında da durmadı.
Hikmet
Peygamber Efendimizin, böylesine ömrünün her safhasında İslâm
cemaatini bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu
alâkasının şüphesiz birçok hikmeti vardı.
En mühim hikmeti, onun etrafında toplanmış olanların samimî îman
etmelerini temin etmekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem Efendimize, gömleğini
niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:
“Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden
gelecek azabtan kurtaramayacaktır; fakat ben, bu sayede onun kavminden
bin kişinin samimî Müslüman olmasını umuyorum!”
Gerçekten de, Resûl-i Ekrem’in, Abdullah b. Übey’e bu derece lûtufkâr
davranmasını gören bin kişi, samimiyetle Müslüman olmuştur.
Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duymuş ve, “Allah
ve Resulü elbette daha iyi bilir!” demiştir.

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.