Huneyn Muharebesi
Huneyn Muharebesi
(Hicret’in 8. yılı 5 Şevval Cumartesi/Milâdî 27 Ocak 630)
Mekke’nin fethiyle Kureyş’in hemen hemen tamamı İslâmiyetle şereflenin
işti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere
taraftar bulunan kabileler üzerinde müsbet tesirler bırakmış ve onların
İslâm ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka
duymasına sebep olmuştu. Bu ciddî alâka, onların bundan böyle Resûli
Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.
Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve
mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve
Havazin Kabileleri, bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri
Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı.
Birçok Arap kabilesi gelip Resûli Ekrem’e sadâkat elini uzattığı
hâlde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en
güçlü kabileleri oluşu kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura
sevkediyordu.
Resûli Ekrem, Mekke’yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin
de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri,
onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararını almaya kadar
götürdü. Gayeleri, Peygamberimizin üzerlerine gelmesine fırsat
tanımadan Mekke’ye ansızın baskında bulunmaktı.
Bu maksatlarını, her iki kabilenin ileri gelenleri, kendi aralarında
yaptıkları konuşmalarla izhar ediyorlardı: “Muhammed’in bizimle
savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygun olan, o
üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!”848
Nitekim, kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla
Havazinlilerin lideri Mâlik b. Avf in kumandasında 20 bin kişilik bir
ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik b. Avf, askerlerin cesaretle
çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların
da orduya katılmasını temin etmişti.
Yirmi bin kişilik düşman ordusu, kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla,
gelip Evtas mevkiinde karargâhını kurdu.
Peygamberimizin Durumu Haber Alması
Resûli Kibriya Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslâm topraklarına
saldırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhâl Abdullah b. Ebî
Hadred’i bilgi almak üzere düşman topluluğun arasına gönderdi.
Tebdili kıyafetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu
sahabî, gereken bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik b. Avf in diğer
kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:
“Bu, Muhammed’in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar
karşılaştığı kimseler, harb bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi.
Onun için onlara galebe çalıyordu.
“Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı
arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız!
“Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!
“Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden
saldırınız! Biliniz ki, zafer ilk saldırıya geçenindir!”
Bu bilgileri topladıktan sonra, görevli sahabî, Mekke’ye döndü ve Peygamberimize
duyduklarını olduğu gibi haber verdi.
Peygamberimizin, Ordusunu Hazırlaması
Resûli Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını
haber alınca, onları yerinde bastırmak için sür’atle hazırlığa geçti.
Bu arada, yanında zırhlar ve silâhlar bulunan, henüz Müslüman
olmamış Safvan b. Ümeyye’ye, “Ey Ebû Ümeyye!.. Yarın gidip düşmanla
karşılaşacağız! Şu silâhlarını bize emanet olarak ver!” dedi.
Safvan, “Yâ Muhammed!.. Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Hayır… Emanet olarak, kırılan ve yitirilenleri
tazmin etmek üzere istiyorum!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvan, 100 tane zırh ile onlara yetecek silâh verdi; hattâ,
bunları harb yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifiyle üzerinealdı.
Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi günü Müslüman olan ve
henüz 20 yaşında bir genç olan Attab b. Esid’i Mekke’ye vali tâyin etti.
İslâm ve Kur’ân’ı öğretmek üzere de Muaz b. Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.
İslâm Ordusunun Mekke ‘den Ayrılışı Tarih, Hicret’in 8. senesi Şevval
ayının beşinci günü idi.
On iki bin kişilik İslâm Ordusu, Hz. Resûlullah’ın kumandasında
Mekke’den, düşmanın toplandığı mevkie doğru hareket etti. Ordunun
iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca, orduda 80 kadar da müşrik
vardı. Kureyş’in birçok ileri geleni bu 80 kişinin arasında bulunuyordu.
Maksatları, hangi tarafın galib geleceğini bizzat görmek ve elde edilen
ganimetten istifade etmekti.
Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun
başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sâdece kalabalığın zafer getirmeyeceğini
biliyordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenâbı
Hakk olduğunun, insanın sâdece zaferi netice verecek sebepleri
mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idraki
içindeydi. Bu sebepledir ki, bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir
ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrında en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.
Ancak, bu muhteşem kalabalığa güvenen bazı mücâhidler şöyle dediler:
“Artık, bugün azlık yüzünden mağlûb olmayız!”852
Hâlbuki onlar, Allah’ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle
kendilerinden hem sayıca hem silâhça kat kat üstün bulunan birçok
kalabalığı mağlûb etmişlerdi. Bedir Zaferi, bunun apaçık bir misâliydi;
Hendek ve Müte, bunun gözle görünür örnekleriydi. Buna rağmen,
sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu
havasında konuşmuşlardı!
Haliyle, Resûli Ekrem Efendimiz, bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.
Huneyn ‘e Varış Şevval ayının 1 l’i salı günü idi.
Resûli Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçidi ve gizli yolu
bulunan Huneyn Vadisine vardı.
Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara
bayrak ve sancaklarını teslim etti.
Muhacir Müslümanların sancağı Hz. Ali’nin, bayrakları ise Sa’d b. Ebî
Vakkas ile Hz. Ömer’in elinde bulunuyordu. Ensâr Müslümanların iki
sancağından birini Hübab b. Münzir, diğerini ise Üseyyid b. Hudayr taşıyordu.
Hâlid b. Velid’in (r.a.) kumandasındaki Süleym Oğullan, İslâm Ordusunun
öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.
Resûli Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül’ün üzerinde bulunuyordu.
Sırtına iki zırh gömlek, başına takye giymiş ve takyenin üzerine ise miğfer geçirmişti.
Herkesten ziyade Yüce Yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibâdet
ve taate düşkün bulunan Fahri Âlem Efendimiz, Cenâbı Hakk’ın
“Adetullah” tâbir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyade
riâyet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman
karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu.
Allah’ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh
giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takyesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.
İLK ÇARPIŞMA
Sabahın alaca karanlığı henüz çevreye hâkimdi.
Peygamberimiz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla, ordusuna Huneyn
Vadisine inmek emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve
harekâtından habersiz olan Hz. Hâlid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı.
Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş düşmanın
oklarına hedef oldular. Askeri manevraya elverişli olmayan dar vadide,
ok yağmuru mücâhidleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi
bütün bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan
mücâhidler, geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri
çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların
geri çekilişi takib etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı
gösterir gibi oldu.
Durum oldukça nâzik, manzara oldukça acıklı ve ibretli idi.
Hz. Resûlullah’ın etrafında sâdece 100 kadar mücâhidin bulunduğu
görülüyordu. Düşman ise 20 bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu.
Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücâhidlere, “Ey insanlar!..
Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz! Ben, Allah’ın Resulüyüm!
Ben, Muharnmed b. Abdullah’ım!” diye sesleniyordu.
Harb meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor,
at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisin geri
kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada
Düldül’ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri
çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümit
ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat
ederek durmak, düşmanın 20 bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet
göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının sânı idi.
Kalblerdeki Kin ve Düşmanlığın Açığa Vurulması
İslâm Ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya
kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.
Ebû Süfyan b. Harb, “Bu bozgunun, denize kadar arkası alınmaz!” dedi.
Safvan b. Ümeyye, o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen
Ebû Süfyan’ın bu sözlerinden hoşlanmadı. “Ağzına taş toprak dolsun
senin!..” diye karşılık verdi.
Yine, o sırada Safvan b. Ümeyye’nin kardeşi gelip ona, “Müjdeler
olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti!” deyince, Safvan b.
Ümeyye’den şu cevabı aldı:
“Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hâkim
olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir.”
Süheyl b. Amr ise, “Muhammed ve ashabı, bir daha toparlanamazlar,
savaşamazlar.” diye konuştu.
Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Böyle söylemen
doğru değil!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“İşler, ancak Allah’ın elindedir; Muhammed’in elinde bir şey yoktur.
Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır!”
Süheyl, İkrime’nin bu sözlerini hayretle karşıladı: “Sen, daha önce, bu
sözlerin tersini söyler, dururdun!”
İkrime şu cevabı verdi:
“Vallahi, biz, uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz.
Aklımızı çalıştırmamış, ne zarar ve ne de fayda veren birtakım taşlara tapmış durmuşuz!”
CENÂBI HAKK’IN, PEYGAMBERİMİZİ BİR SUİKASTTEN KORUMASI
Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından,
Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile
oldu. Şeybe b. Osman, bunlardan biri idi.
Uhud Harbinde babası öldürülmüş, içi intikam ve kinle doluydu.
Kılıcını sıyırdı. Sağ tarafından Peygamber Efendimize doğru varmak istedi.
Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas’ın, elinde pırıl pırıl parlayan
kılıcıyla durduğunu gördü. “Amcası oradayken ben yanına varamam.”
diyerek Peygamber Efendimizin sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek
istiyordu. Fakat, o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan b. Haris’in
durduğunu gördü. “Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz.” diyerek
bu sefer Efendimizin arkasından yanına varmak istedi. Efendimize
oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı.
Kılıcını kaldırıp vurması için de hiçbir engel kalmamıştı. Tam o
esnada aralarında birdenbire bir ateş yalımı peyda oldu. Şeybe birden
ürperdi, korktu. Ateş yalımının kendisini yakıp kavuracağını sandı.
Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman,
Peygamberimizin Allah tarafından korunduğunu anlamıştı!
Geri çekildiği sırada, Resûli Kibriya Efendimiz, ona doğru mübarek
başını çevirip gülümsedi ve, “Ey Şeybe!.. Yanıma gel!” buyurdu.
Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini kendisinde az evvel
bulan Şeybe, o anda tir tir titriyordu; kalbi korkuyla ürperiyordu. Efendimizin
yanma geldi. Peygamberimiz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve,
“Allah’ım, bundan Şeytan’ın vesvese ve desiselerini gider!” diye dua etti.
Bir anda Şeybe’nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş,
yerini îmana ve Peygamberimize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe,
“Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah’ın yaratıklarından
ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı.” diyerek ifade eder.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Şeybe!.. Haydi, artık kâfirlerle
savaş!” diye buyurdu.
Şeybe der ki:”Resûlullah’ın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi, canımla
ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da
babamla karşılaşsaydım; hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”
Böylece, “Gerek Arap gerekse Arap olmayanlardan Muhammed’e tâbi
olmadık hiç kimse kalmasa bile, ben yine ona tâbi olmam!” diyen biri
daha, Hz. Resûlullah’ın getirdiği nurun cazibesinden kendisini kurtaramayıp
İslâm’ın saadetli sinesine kavuşmuş oluyordu.
İSLAM ORDUSU TOPARLANIYOR
Etrafında bir avuç mücâhidle kalan Resûli Ekrem, düşmanın bir sel
gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce onlarla çarpışmak için boz
DüldüPü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas, DüldüFün
dizginini, Ebû Süfyan b. Haris ise üzengisini tutup buna mâni olmaya çalışıyordu.
Bu dehşetli hengâmede, Resûli Kibriya, DüldüPün dizginini tutan amcası
Hz. Abbas’a, ‘”Ey Ensâr cemaati!.. Ey Semure Ağacının altında bîat
etmiş bulunan sahabîler topluluğu!.. Neredesiniz?’ diye seslen!” emrini
verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nida etti.
Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücâhidler, durdular.
Etraf alaca karanlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğu gibi, mücâhidler de
yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp kendilerine geldiler. Zihinlerinde
artık şimşekler çakıyordu: “Nereye gidiyoruz? Resûlullah’ı kime terk edip gidiyoruz?”
Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûli
Ekrem’e verdikleri vaadleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya
başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini
andıran Peygamberimizin etrafına koşuşuyordu! Uhud’da da
aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûli Kibriya’nın cesareti,
metaneti, düşman karşısındaki sebatı, İslâm Ordusunu çok daha feci bir
duruma düşmekten kurtarmıştı!
Bir anda Efendimizin etrafını saran mücâhidler, kılıçlarını sıyırıp
cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına,
mücâhidlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.
Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücane gibi kahraman sahabîler, o dehşetli
hengâmede Resûli Kibriya’nın önünde düşmana göğüslerini siper ederek
çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesaretiyle düşman askerlerinin cesaretini kırıyordu.
Harbin bu en şiddetli ânında Fahri Alem, üzerinde bulunduğu
Düldül’ün üzengisine basarak, dikildi ve, “İşte, şimdi fırın tutuştu, harb
kızıştı!” diye buyurdu; sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, “Ben,
Allah’ın Resulüyüm. Yalan yok!” diye seslendi.
Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifade
ediyordu ve bütün kalbiyle Allah’ın va’dettiği yardımına inandığını
haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebatın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi!
Bu arada, Hz. Ali ile Etoû Dücane (r.a.), düşman bayraktarlarından
birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler,
korkmaya başladılar.
Peygamberimizin Duası
Mücâhidleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye
başladığı bir anda, Resûli Ekrem DüldüPünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:
“Allah’ım, bize, yardımını indir! Muhakkak Sen, onların bize galib gelmesini istemezsin!”
Cenâbı Hakk’a böylesine gönülden yalvarıp zafer niyaz eden Efendimiz,
sonra da eline bir avuç kum aldı, “Yüzleri kara olsun!” diyerek düşman
askerlerine doğru attı.
O anda, Resûli Zîşan Efendimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerinden
gözlerine bu bir avuç kumdan dolmadık hiç kimse kalmadı!
Artık, düşman ordusunda bozgun başlamıştı!
Meleklerin mücâhidlerin imdadına gelmesi ise, düşman askerin geri
kalan çarpışma güçlerini de alıp götürdü ve gerisin geri kaçmalarını sağladı.
Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:
“Vallahi, Resûlullah’ın, çakıl taşlarını (kumu) onlara doğru savurmasından
sonradır ki, güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine
döndüğünü gördüm! Sonunda, Allah, onları bozguna uğrattı. Allah Resulünün,
DüldüPü tepip onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”
Cenâbı Hakk, mücâhidlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun
burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur’ânı Kerîm’inde şöyle
beyan buyurur:“Şüphe yok ki, Allah, size birçok savaş yerinde zafer verdi ve Huneyn
gününde size yardım etti. O vakit, Huneyn’de çokluğunuz size güven
vermişti de, bir fayda olmamıştı. Yeryüzü o genişliğiyle başınıza dar
gelmişti. Sonra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.
“Sonra Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi,
görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi de, küfredenleri azablandırdı.
İşte bu da, kâfirlerin cezasıdır.”
Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını
üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Taife gitti, bir kısmı Evtas’ta toplandı;
diğer bir kısmı ise, Nahle taraflarına doğru yol aldı.
Şehid ve Ölü Sayısı
Çarpışma sonunda, Müslümanların dört şehid, düşmanın ise 70 ölü verdiği görüldü.
Düşman, harb meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için, geride esir
olarak birçok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücâhidlere, o âna
kadar elde edemedikleri bol miktarda ganîmet kalmıştı.
BİR KADİRŞİNASLIK ÖRNEĞİ
Alınan esirler arasında, Resûli Ekrem Efendimizin süt kardeşi, Sa’d
Oğullarından Şeyma da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert
hareketler üzerine, “Bilin ki, ben Efendinizin süt kardeşiyim!” diyerek bu
sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücâhidler,
sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp Huzuru Risâlete getirdiler.
Şeyma, “Yâ Muhammedi.. Ben, senin süt kardeşinim!” deyince, Efendimiz,
“Bunu neyle ispatlarsın?” diye sordu.
Şeyma, “Omuzumda bulunan diş iziyle; ki, onu sen ısırmıştın!”dedi.
İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı. Kendisiyle
Sa’d Oğulları yurdunda koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeyma idi
bu!.. İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve
iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan
bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerinde oturttu. Bir anda, o
çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da
süt anne ve babasını sordu. Şeyma, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.
Daha sonra Şeyma’ya, “İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur;
istersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavmin ve kabilenin yanına döndüreyim.”
Şeyma’nın cevabı şu oldu:“Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!”
O sırada Müslüman olan Şeyma’ya, Peygamberimiz, bir erkek bir
de kadın köle verdi; sonra da Cirane mevkiine gidip beklemesini söyledi.
Taif dönüşünde ise, ona ve aile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.
DÜŞMANIN TAKİB EDİLMESİ
Resûli Kibriya Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takib
edilmesini mücâhidlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleym
Oğulları teşkil ediyordu ve Hâlid b. Velid’in kumandası altında bulunuyorlardı.
Takib esnasında Resûli Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı.
Kadının Hâlid b. Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, bir
mücâhidle derhâl ona haber gönderdi: “Hâlid’e yetiş ve ona, ‘Allah Resulü,
seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten menediyor.’ de.”
Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine de, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!” Sahabînin biri, “Yâ Resûlallah!..
Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” diye sorunca, Fahri Kâinat’tan şu cevabı aldı:
“Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz? Her çocuk, İslâm
yaratılışı üzere doğar; dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra
anne babalan, onu ya Yahudîleştirir ya da Hıristiyanlaştırır.”
EVTAS’TA ÇARPIŞMA
Huneyn Vadisinde mücâhidler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden
bir kısmının Evtas Vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûli
Ekrem, Ebû Âmir elEş’arî Hazretlerine bir sancak vererek, bazı
mücâhidlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtas’ta mevzilenen düşman,
kendisini savunmaya geçti.
Teke tek yapılan dövüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.),
Havazinlilerden birçoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşma
başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara
aldı ve sancağı yeğeni Ebû Musa elEş’arî’ye vererek onu kumandan tâyin
etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehid olarak hayata gözlerini yumdu.
Kumandanlığa geçen Ebû Musa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini
dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taife gidip sığındı.
Daha önce de kumandanları Mâlik b. Avf gidip oraya sığınmıştı.
Esir ve Ganimetlerin Cirane ‘ye Gönderilişi
Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu.
Huneyn’deki çarpışmayla bu kat’î netice henüz elde edilmiş değildi.
Düşman, Taife sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.
Buna binâen, Huneyn Savaşında elde edilen ganimetler ve alınan
esirleri Cirane mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini,
vazifelendirdiği sahabîlere emretti.
BİR KAN DÂVASININ HÜKME BAĞLANIŞI
Resûli Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmış değildi.
Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.
Bu sırada iki kişinin huzuruna gittiği fark edildi. Bunlar, Gatafanların
Reisi Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis idi. Uyeyne, Peygamberimizden,
haksız yere öldürülen Âmir b. Azbat’ın kanını dâva ediyor ve katil
Muhallim b. Cessame’nin kendilerine teslimini istiyordu.
Uyeyne b. Hısn, “Vallahi, yâ Resûlallah!.. O benim kabilemin kadınlarına
ölüm acısını tattırıp canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına
ölürn acısını tattırıp canlarını yakmadıkça yakasını bırakmam!” diyerek
Muhallim b. Cessame’nin kısas için kendisine teslimini isterken, Aka b.
Habis ise Muhallim’i müdafaa ediyordu.
Resûli Ekrem’in “Onun diyetini [kan bedelini] alsan olmaz mı?” diye
yaptığı teklife, Uyeyne b. Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi,gürültüler çoğaldı.
Bunun üzerine Resûli Ekrem, “Hayır, bu seferimiz sırasında 50 deve,
dönüşümüzde de 50 deve diyet alacaksın.” diye teklifte bulundu. Ancak,
Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.
Uzun uzun konuşulduktan sonra, Uyeyne b. Hısn, teklif edildiği
şekilde diyet almayı kabul etti.
Böylece, Resûli Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan
bir kan dâvasını halletti.
Fakat işin, ibret alınması gereken tarafı bundan sonra cereyan etti:
Müslümanlar, Muhallim b. Cessame’ye, “Resûlullah’ın huzuruna çık,
yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah’tan mağrifet dilesin!”
deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini
hazırlamış bulunan Muhallim, Huzuru Risâlete vardı. Efendimizin
önüne diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu.
Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah’a tevbe ettiğini söyleyerek,
Resûlullah’tan, Allah’tan mağrifet dilemesini istiyordu: “Yâ
Resûlallah!.. Pişmanım, Allah’a tevbe ediyorum! Benim için Allah’tan mağrifet dile!”
ı izam tarafına göndermişti. Mücâhidler, yolda Âmir b. Azbat’a
rastlamışlardı. Âmir, mücâhidleri İslâm selâmıyla selâmladığı hâlde, şahsî
bir düşmanlık ve kinden dolayı, Muhallim b. Cessame tarafından
öldürülmüştü. İşte, Uyeyne b. Hısn’ın istediği, bu kan dâvası idi.
Resûli Ekrem, “Kimsin sen?..” diye sordu. “Muhallim b. Cessame!..” diye cevap verdi.
Resûli Ekrem, “Demek, sen, ona (Amir’e) Allah’ın emanıyla eman
verdin (selâmına karşılık selâm verdin), sonra da onu vurup öldürdün,
öyle mi?” diye buyurunca, Muhallim b. Cessame başını önüne eğdi ve sustu.
Efendimiz, sonra ellerini kaldırarak, yüksek sesle, “Allah’ım, Muhallim
b. Cessame’yi affetme!” diye beddua etti.
Bedduayı duyan Muhallim’in tüyleri diken diken oldu; uğrayacağı
akıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı:
“Yâ Resûlallah!.. Pişmanım! Allah’a tevbe ediyorum! Ne olur, benim için
Allah’tan af dile!”
Ne var ki, Muhallim’in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı
şekilde Hz. Resûlullah’ın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.
Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı akıbetin dehşeti Muallim’i
ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki,
yer, ölüsünü kabul etmiyordu; defalarca gömdükleri hâlde, yer, yine
cesedini dışarı attı. Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.
Durumu Efendimize ilettiklerinde, şöyle buyurdular:
“Vallahi, yer, ondan çok daha kötülerin üzerini örtmüştür. Fakat, Allah,
aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında, size, gösterdiği
bu hadiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.”