Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

ilk Müslümanlar ve Maruz Kaldıkları işkenceler

8 yıl önce
2.465 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

ilk Müslümanlar ve Maruz Kaldıkları işkenceler
Hz.Hatice, Hz. Ebubekir ve Hz.Ali’nin Müslüman Olusu
İLK MÜSLÜMAN: Hz.HATİCE
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira’daki ulvî mazhariyetle
İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kutsî risâlet vazifesini yüklenmişti.
Ancak, bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek
lâzım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı
da, kendisince muhakkak bilinen bir husustu.
O anda Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer
alıyordu. Ve o, umum dünyaya Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti.
Elbette bu, basit bir hâdise olarak görülemezdi.
Allah Resulü, dünyalar durdukça insanlığa nur ve şeref olan vazifesine
nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.
Durumu, evvelâ, en yakını bulunan zevcesi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice, ona tereddütsüz sadâkat elini uzattı ve “ilk Müslüman” olma şerefine kavuştu.
Resûli Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hz. Hatice’ye, Cebrail’den
(a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrail’den öğrendiği surette
imam olarak şerefli zevcesine iki rekât namaz kıldırdı.
Efendimizin kıldırdığı bu iki rekât namaz,* imam olarak kıldığı ilk
namazdır ve bir Pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.198
Önceleri namaz ikişer rekâttan iki vakit (bizim, sabah ve akşam
namazlarına yakın bir vakitte) olarak farz kılınmıştı. Daha sonra buna
gece namazı da (teheccüd) ilâve olundu. Mîrac’ta vaktin beş olarak tâyin
edilmesinden sonra, gece namazı farzı ümmet için nafileye çevrildi, ancak
Resûli Ekrem Efendimize farz olmakta devam etti (Bkz.: İbni Hişam,
Sîre, c. 1, s. 260261; Tâhirû’lMevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 24).
Tâhirû’lMevlevi, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 25.

HZ. ALİ’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Hatice’nin tereddütsüz îman edip Müslüman olması, Resûli Ekrem
Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de artırdı. Artık,
yeryüzünde dâvasını tasdik ve kabul eden biri vardı.
Peygamber Efendimizin İslâm’a davet ettiği ikinci insan, yine en
yakınlarından biri olan Hz. Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin
terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak,
akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.
Bir gün, Resûli Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice’yle namaz kılarken
gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?..” diye sordu.
Resûli Ekrem, “Ey Ali!.. Bu, Allah’ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben, seni,
bir olan Allah’a îman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı
dokunmayan Lat ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım.” dedi.
Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an
durakladı. Sonra, “Benim, şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir
şey bu!.. Babam Ebû Tâlib’e danışmadan bir şey diyemem.” diye konuştu.
Fakat, Resûli Kibriya Efendimiz, henüz dâvasını açıkça ilân etmek emrini
almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi îkaz etti. “Ey Ali!..” dedi, “Eğer
söylediklerimi yaparsan yap; yok, eğer yapmayacak olursan, gördüğünü
ve işittiğini gizli tut, kimseye bir şey söyleme!”
Hz. Ali, bu îkaz üzerine, sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi
düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığıyla birlikte gönlüne de aydınlık
doğdu. Resûlullah’ın huzuruna vararak, “Allah beni yaratırken Ebû
Tâlib’e sormadı ki ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine
danışayım!” dedi ve Müslüman oldu. “İlk Müslüman çocuk” şerefini
kazanan Hz. Ali, o sırada 10 yaşında bulunuyordu.
Tedbir, her zaman güzel bir harekettir; ama bir dâvanın yeni yeni
yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte, Allah Resulü, Hz.
Ali’ye, gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama
îkazında bulunmakla, kâinatta da carî olan tedbir, tedriç ve
hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten,
tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını göz önünde bulundurarak
dâvasını yayma, Allah Resulünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.
îman safında yer almada, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi, Resûli Ekrem’in
oğul edindiği Zeyd b. Harise (r.a.) takib etti.
Müslüman olduktan sonra Hz. Ali ile Hz. Zeyd’in Nebîyyi Ekrem
Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı.
Artık Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibâdetlerini onunla birlikte îfa ediyorlardı.
Hz. Ali, zaman zaman Resûlİ Ekrem’le birlikte Kabe’ye gider, orada namaz kılarlardı.
Ashabtan Afıfi Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz îman
etmemişken, Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hâllerinden gıbtayla bahsederek şöyle demiştir:
“Ben, o zaman îman edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim!”
Peygamber Efendimiz, dâvasını henüz umuma açıklamamış olmasına
rağmen, müşrikler onların Kabe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibâdetten
farklı bir ibâdet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple
bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yle, namazlarını kırlarda,
vadilerde eda etmeyi daha uygun buldular.
Annesi ile Babası, Hz. Ali ‘nin Peşinde!
Resûli Ekrem’i bir gölge gibi takib edip yalnız bırakmayan Hz. Ali’nin
bu hâli, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne
Fâtıma Hâtûn, fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun
Muhammed’le çok dolaşıyormuş; sakın ona bir şeyler olmasın!” dedi.
Ebû Tâlib, anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden
öğrenmek istedi. Bunun için bir gün Resûli Ekrem Efendimizle Hz. Ali’nin arkalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahri Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğlu!..” dedi. “Bu din, ne dindir?” Peygamber Efendimiz, “Ey amca!.. Bu din, Allah’ın dinidir. Meleklerin, peygamberlerin ve ceddimiz İbrahim’in dinidir. Allah, beni onunla bütün kullarına gönderdi.” dedi; sonra da, “Ey amca!.. Doğru yola davet
edeceklerimin ve bu davete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve
sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir
Allah’a îman et.” diye teklifte bulundu.
Bir an düşünceye dalan Ebû Tâlib, sonunda, “Ben, eski dinimden
ayrılamam! Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah’a
yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya
kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın bir şeyi sana eriştiremez!”
diye konuştu; sonra da oğlu Ali’ye döndü ve, “Oğulcağızım!.. Senin üzerinde
bulunduğun bu din nedir?” diye sordu. Hz. Ali, “Babacığım!..” dedi, “Ben, Allah’a ve O’nun Resulüne îman, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım!” Bunun üzerine Ebû Tâlib, “Ey oğlum!.. Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra davet eder. Ona itaat et!” diyerek hem Resûli Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi; sonra da oradan uzaklaştı. Eve dönen Ebû Tâlib’e, zevcesi Fâtıma Hâtûn, telâş ve şiddetle,
“Nerede oğlun?.. Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.
Ebû Tâlib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak,
elbette herkesten çok ona düşer!” diyerek telâş ve endişeye mahal
olmadığını ifade etti; sonra da, “Eğer nefsim, Abdûlmuttâlib’in dinini
bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tâbi
olurdum. Çünkü, O halimdir, emindir, tâhirdir.” diye konuştu.

Hz. EBÛ BEKİR, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
Hz. Ebû Bekir, eskiden berr Resûli Ekrem Efendimizin en yakın
dostlarından biri idi. Samimî görüşür ve konuşurlardı.
Onda da göze çarpan en mühim vasıf, Câhilliyye devrinin çirkin âdetleri,
kötü ahlâk ve yaşayışları ile fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb
ve aklını şirk inancıyla kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı.
Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş’in
kan dâvalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfıda, Kureyş ailelerinin
soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesiydi.
Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan davete başlamamıştı. Fakat yine
de dâvası kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.
Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahatten henüz dönmüştü.
Başta Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri, kendisine
“hoş geldin” demek için evine vardılar. Hz. Ebû Bekir, “Ben
Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?” diye sordu.
Onlar, “Ey Ebû Bekir!..” dediler, “Büyük bir iş var! Ebû Tâlib’in yetimi
Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı! Biz de senin Yemen’den
dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et!*”
Hz. Ebû Bekir, derhâl Fahri Kâinat’ın evine vardı; “Yâ Ebe’1Kasım!..
Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve
atalarının dinini kötüleyip inkâr ettiğin doğru mu?” diye sordu.
Resûli Zîşan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz.
Ebû Bekir’in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu, sonra da, “Yâ Ebû
Bekir!.. Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah Resulüyüm! İnsanları
tek bir olan Allah’a davet ediyorum! Sen de şehâdet getir!” dedi.
Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu
sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven sayan
ve o âna kadar mübarek dudaklarından hilâfı hakikat tek bir söz işitmeyen
Muhammedû’l Emin’den (s.a.v.) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emaresi göstermeden Müslüman oldu. İslâm’a davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini, Resûlullah
Efendimiz, onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:
“Ebû Bekir’den başka, îmana davet ettiğim herkes bir duraklama, bir
tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâm’ı anlattığım zaman
ne durakladı ve ne de tereddüt etti!”
Resûli Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması
fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivayet şöyle:
“Nebîyyi Ekrem’i, iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman olmasından
daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır.”
İslâm’la şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördüğü bir rüyası da
böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra
bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.
Bu rüyasını o zaman Ehli Kitap’tan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar,
gelmesi beklenen peygamberin pek yakında Mekke’den çıkacağını,
kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlığını izhar etmekten de çekinmedi.
Müslüman olması, Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü
o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi.
Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.
Hz. Ebû Bekir, Müslüman olan hür ekreklerin ilk halkasını temsil ediyordu.
Onun Müslüman olmasıyla, îman halkası biraz daha genişledi, yollar
biraz daha açıldı ve müstakim caddeye yürüyen bahtiyarlar daha da
arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâli Habeşî ile îman ve
İslâm nîmetine erişen ve her biri âdeta bir sınıfın temsilcisi durumunda
bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu:
Kadınlardan, Hz. Hatice,
Çocuklardan Hz. Ali,
Hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir,
Âzadlı kölelerden Hz. Zeyd b. Harise,
Kölelerden Hz. Bilâli Habeşî (Radıyallahü Anhüm)

Gizli Davetin Hız Kazanması ve Hz.Bilal’a Yapılan işkenceler
GİZLİ DAVETİN HIZ KAZANMASI
Hz. Ebû Bekir’in de Müslüman olmasıyla îman ve İslâm’a gizli davet
daha da hız kazandı. İslâm’a girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve
akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin
ızdırabından, Câhiliyyetin çirkin ahlâkından kurtarmak için çırpınıyorlardı.
Bu konuda da Hz. Ebû Bekir’in önde olduğunu görüyoruz. Onun
vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâm’la şereflenenlerden birkaçı
şunlardır:
Osman b. Affan,
Zübeyr b. Avvam,
Abdurrahmân b. Avf,
Sa’d b. Ebî Vakkas,
Talha b. Ubeydullah (R. Anhüm)
Bu beş sahabî de, sonraları Cennet’le müjdelenen 10 sahabî arasında yer alacaklardır.
Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar
arasında da İslâm’ın nuru günden güne yayılıyordu. İlk Müslüman
kadın Hz. Hatice’den sonra, henüz o sırada İslâm dairesine girmemiş bulunan
Resûlullah’ın amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fazl’ın, Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hz. Ömer’in kız kardeşi Fâtıma’nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını görüyoruz.
Artık, İslâm’a davet, iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler
arasında, kadınlar ise hemcinsleri içinde îman ve İslâm nurunu yaymaya
aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki,
kadınların îman cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları,
dikkatleri çekiyordu. Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhâl tesir
altında kalan yaratılışları icabı saymak mümkündür!
Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet güneşiyle
gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü
hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiçbiri, kâinatta en
büyük kuvvet olan Allah’a îman hakikatini kalblerine nakşetmiş bulunan
bu Saadet Asrının mes’ud insanlarını korkutamıyor, dâvasından geri
çeviremiyor, hattâ en ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit
ve korkutmaları, Allah’a olan îman ve O’ndan korkmanın yanında,
rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zaîf ve dayanıksız kalıyordu!

Hz.BİLÂLİ HABEŞÎ’NİN İŞKENCEYE UĞRAMASI
Gizli davet devresinde İslâm’la şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin
şiddetli işkencelerine mâruz kalan ilklerden biri de, “Bilâli Habeşî”
diye bilinen, Bilâl b. Rebah Hazretleridir.
Hz. Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halefin kölesi
iken, Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla İslâm’la şereflenmiştir. Bir anda gönlünü çepeçevre saran îman nuru, Hz. Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.
îmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı
vicdan kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalbe ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu haliyle manen canavarlaşmıştır; hattâ, tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.
İşte, İslâm’ın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye b. Halef de
böyle bir kalbin ve vicdanın sahibiydi. Ve Hz. Bilâl, merhamet ve şefkat
yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi. Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl’in kendisini yaratan tek Allah’a îman etmesi ve O’nun Peygamberi Hz. Muhammed’e
sadâkat elini uzatması büyük suçtu!
İşkence
Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bâzan 24
saat aç susuz bırakılıyor, bâzan boynuna ip takılarak Mekke’nin ücretle
tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.
Ümeyye b. Halefin bütün bu gayretleri boşunaydı. Hz. Bilâl bir kere îman
etmişti ve Allah’a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullah’ın muhabbetiyle
gülsen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim
inim inlerken bile dâvasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan
geri durmuyordu: “Ehad! Ehad! [Allah birdir! Allah birdir!]”
İnandığı İslâm dâvasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar tâviz
vermeyen Hz. Bilâl’i, bu sefer efendisi Ümeyye b. Halef, kavurucu sıcaklar
altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası hâline gelmiş kızgın
taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et
verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:
“Andolsun ki, sen ölmedikçe yahut Muhammed’i ve onun dinini inkâr
ve reddederek Lafa, Uzza’ya tapmadıkça, bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!”
Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îman âbidesi kesilmiş
olan Hz. Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:
“Ben, Lat ve Uzza’yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir.”
Bu sözleri duyan Ümeyye b. Halef, bütün bütün çileden çıkar, Hz.
Bilâl’ın işkencesini, bayılıp kendinden geçinceye kadar artırırdı; sonra da
çekip giderdi. Hz. Bilâl, nice zaman sonra kendine gelirdi.
Hz. BilâPin bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye
karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmaniydi. îman, evet,
kâinatı kabzai tasarrufunda tutan Cenâbı Hakk’a îman, O’nun sonsuz
kudretine itimat, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O,
bu kahramanca tavrıyla âdeta, “îman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.” hakikatini bütün dünyaya ilân ediyordu.
Yine bir gün, Ümeyye b. Halefin onu işkenceden işkenceye uğrattığı
bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir, bu durumu gördü. Ümeyye’ye, “Sen hiç Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin?” dedi.
“Onun itikadını sen bozdun!” diye cevap verdi Ümeyye, “Kurtulmasını
istiyorsan, onu satın al da kurtar!”
Hz. Ebû Bekir, “Ey Ümeyye!..” dedi, “Benim, senin dininden siyah bir
kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu BilâFe karşılık
sana vereyim, kabul eder misin?” dedi.
Ümeyye, “Kabul ettim!” dedi; sonra da gülerek, “Vallahi, kölenin
karısını da vermedikçe olmaz!” diye konuştu.
Hz. Ebû Bekir, “Olur.” dedi.
Ümeyye yine sinsî sinsî güldü ve, “Vallahi, bana kölenin karısıyla
birlikte kızını da vermedikçe olmaz!” dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, “Olur.” diye cevap verdi.
Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşçasına
davranıyordu. Bu sefer haince gülüşler arasında şu istekte bulundu:
“Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!”
Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir, hiddetle, “Sen,” dedi,
“ne utanmaz adamsın! Boyuna yalan söyleyip duruyorsun!”
Ümeyye bu sefer, “Hayır!..” dedi. “Lat’a, Uzza’ya andolsun ki, artık
bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım!”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Onların hepsi senin olsun!” dedi ve Hz.
Bilâl’i bu zâlim adamın elinden kurtardı.
Hz. Bilâl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.), Peygamber Efendimiz, “Yâ Ebâ
Bekir!..” dedi, “Onun üzerinde bir hakkın olacak mı?”
Hz. Ebû Bekir, “Hayır, yâ ResûlallâhL” dedi, “Onu âzad ettim!”
Hz. Bilâl’i, Ümeyye b. Halef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp
hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle
olan annesi Hamame’yi de satın alıp âzad etti.
Hz. Bilâli Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an
olsun onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahri Kâinat’in dârı bekaya
irtihâlleri üzerine, zâtına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı
Medinei Münevvere’de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya
mecbur kaldı. Bu esnada halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması
için ısrar edince, “Yâ Ebâ Bekir!..” dedi, “Beni, kendin için satın
aldınsa yanında tut; yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak
da Allah yolunda cihada katılayım!”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsaade etti. O da Şam’a
gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında orada vuku bulan gazalara iştirak etti.

Hz.Osman,Talha B.Ubeydullah, Halid B.Sad islam’a Girmeleri
HZ. OSMAN, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
Resûli Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti.
Bu devrede de, Hz. Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle
samimî dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.
Bir gün, Hz. Osman’a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak
Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Hz. Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir sîmaya sahip Hz.
Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan Cennet’e rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara
hidâyet rehberi olarak gönderildim!” dedi.
Resûlullah’ın bu sâde, bu samimî ve bu i’câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman, âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübâret dudaklarından döküldü: “Eşhedü en lâ İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!” Sonra da, daha önce Şam’dan dönerken gördüğü bir rüyasını Kâinatın Efendisine anlattı. “Yâ
Resûlallah!..” dedi, “Biz Muan ile Zerka arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz
sırada bir münâdî, ‘Ey uyuyanlar, uyanın! Ahmed, Mekke’de
zuhur etti!’ diye seslenmişti. Mekke’ye gelince sizi işittik!” işkence
Yumuşak huylu, edeb ve haya sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osman’ın da Müslümanlar safına katılması, müşrikleri fazlasıyla tedirgin
etti. Kabilesi ferdleri ona eza ve cefaya yeltendiler. Fakat o, her türlü eza
ve cefaya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhiraf göstermedi.
Amcası Hakem b. Ebû’lÂs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:
“Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin,
öyle mi? Andolsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp tekrar atalarının dinine
dönmedikçe seni salıvermeyeceğim!”
Metanet âbidesi Hz. Osman’ın cevabı şu olurdu: “Vallahi, ben hak ve
hakikat dinini asla bırakmam!”
O, günlerce bu cefa ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre
kadar îmanından tâviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü
karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çâre bulamadı.
Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı
olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi
Câhiliyye devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve
din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hâfızı Kur’ân’dı.
Geceleri, namazında bütün Kur’ân’ı hatmederdi.
Cennet’le müdelenen 10 sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda
Resûli Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerîmesi
Rukiyye’yi aldı. O vefat edince, Resûlullah, onu bu sefer kızı Ümmü
Gülsüm’le evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnureyn” lâkabını aldı.

TALHA B. UBEYDULLAH’IN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Osman’ın İslâm’ın saadet dolu sinesine koşusunu, Hz. Talha b. Ubeydullah takib etti.
Ticaret maksadıyla bir seyahate çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu
bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir râhib, “Bu pazar halkı
içinde Mekke’den kimse var mı?” diye seslendi.
Hz. Talha, “Evet, ben Mekkeliyim.” deyince, râhib, “Ahmed zuhur etti mi?” diye sordu.
Hz. Talha, “Ahmed kim?” deyince de râhib, “Abdullah b.
Abdûlmuttâlib’in oğludur! Mekke, onun zuhur edeceği şehirdir. O, peygamberlerin
sonuncusudur! Kendisi, Haremi Şeriften çıkarılacak,
hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır.” cevabını verdi.
Rahibin bu sözleri Talha’nın dikkatini çekmişti. Mekke’ye gelir gelmez
halka, “Yeni bir haber var mı?” diye sordu.
“Evet… ” dediler, “Abdullah’ın oğlu Muhammedû’IEmin, peygamber
olduğunu iddia etti. Ebû Kuhafe’nin oğlu Ebû Bekir de, ona tâbi oldu!”
Bunun üzerine derhâl Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve, “Sen,
Muhammed’e tâbi oldun mu?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet… ” dedi, “Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tâbi
ol! Zîra o, insanları hak ve gerçek olana davet ediyor!”
Hz. Talha da rahibten duyduklarını Hz. Ebû Bekir’e anlattıktan sonra,
beraberce Allah Resulünün huzuruna geldiler. Derhâl Müslüman olan
Hz. Talha, rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.
Müşrikler, Hz. Talha gibi faziletli bir insanın da Müslüman olmasına
tahammül edemediler. Kureyş’in azılı pehlivanlarından Nevfel b. Adviye,
onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.
Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennet’le müjdelenen 10
sahabîden biridir. Resûli Ekrem Efendimiz, onun hakkında,
“Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen, Talha’ya baksın!” buyurmuşlardır.
Son derece cömert ve cesur bir sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber
Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak
kalmıştı. Aynı harbte 80’e yakın yara aldığı hâlde Resûlullah’ın yanından ayrılmamıştı.

HÂLİD B. SAİD’İN İSLÂM’A GİRİŞİ
İslâm’a gizli davet devri henüz devam ediyordu.
Bu sırada Müslümanlar safına Kureyş’in mümtaz bir şahsiyeti daha
katıldı: Hâlid b. Said. Hz. Hâlid, Kureyş’in ileri gelen ve zengin bir ailesine mensuptu.
Arap edebiyat ve ilmini gayet.iyi bilen Hz. Hâlid, bir gece rüyasında,
babasının kendisini tutup Cehennem’e atmak istediğini, fakat
Resûlullah’ın yetişip kendisini Cehennem’e düşmekten kurtardığını gördü.
Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyanın mânâsız olamayacağını
idrak eden Hz. Hâlid, kendi kendine, “Vallahi, bu rüya gerçektir!”
dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. Rüyasını anlatınca,
Sıddıkı Ekber, “Hakkında hayırlı olmasını dilerim!” dedi, “Seni, o,
Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tâbi ol! Sen, ona tâbi olacak,
İslâm Dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın! O da seni, rüyada
gördüğün gibi Cehennem’e düşmekten kurtaracaktır.”
Hz. Hâlid, hemen Resûlullah’ın yanına vardı ve, “Yâ Muhammed!..
Sen, insanları hangi şeylere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Ben,” dedi, “halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan
Allah’a, Muhammed’in de O’nun kulu ve resulü olduğuna îman
etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları
da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan
vazgeçmeye davet ediyorum!”
Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Hâlid, derhâl şehâdet getirdi:
“Ben, şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet
ederim ki, sen, Allah’ın Resulüsün!”
Resûli Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.
Hz. Hâlid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten
bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı.
İşkence
Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş’in zenginlerinden ve
ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.
Hz. Hâlid’in bir gün, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılmakta
olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli
hiddetli, “Sen,” dedi, “Muhammed’in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği
itikadlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp
durduğun hâlde ona tâbi oldun, öyle mi?” Sonra, İslâmiyetten
vazgeçmesi için bir sürü lâf etti.
Ancak, gönlünü îman nuruyla aydınlatan Hz. Hâl id’in zerre kadar
tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan
babasına, “Vallahi, Muhammed (s.a.v.) hak söylüyor! Ona tâbi oldum.
Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam!” diye cevap verdi.
Bu sözlere fena hâlde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.
Fakat nafile! Sebat ve metanetin menbaı olan îman, artık Hz. Hâlid’in
kalbinde yer etmişti ve o, bu îman nuruyla mutmain olmuştu. Eza, cefa,
bu îman karşısında zerre kadar menfî tesir icra edemiyordu.
Dayağın kâr etmediğini gören zâlim baba, bu sefer, “Git!” dedi, “Senin
iaşeni, rızkını keseceğim! İstediğin yere git!” Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Hâlid, yine aldırmadı ve, “Ey babacığım!..” dedi, “Sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana geçineceğim şeyi verir!”
Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:
“Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim!” Hz. Hâlid, günlerce aç ve susuz bırakıldı. İnancı uğrunda kendisine böylesine eza ve cefayı reva gören babanın
yanında kalmak artık manasızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden
kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.
Habeşistan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke’den ayrıldı. Hz. Hâlid, Câhiliyye devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsîyetten biriydi. Rivayete göre, Resûli Ekrem Efendimizin Yemen Hükümdarına verdiği emannâmenin metnini ve diğer birçok muahedenâmeyi de Hz. Hâlid kaleme almıştır.

Sad B.Ebi Vakkas, Ebu Zerr-i Gifari, Habbab B. Eret’in islam’a Girmeleri
SA’D B. EBÎ VAKKAS’IN İSLÂMİYETLE ŞEREFLENMESİ
Sa’d b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir
genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın içindeyken,
birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor.
Sonra aynı yolda, Zeyd b. Harise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in
önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?”
diye soruyor. Onlar da, “Şimdi.” diye cevap veriyorlar.
Bu rüyasından üç gün sonra, İslâm’a gizli davet devresinde fevkalâde
büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, kendisine İslâmiyetten
bahsetti, sonra da alıp Resûli Zîşan Efendimizin huzuruna götürdü.
İslâmiyet hakkında Resûli Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa’d,
hemen orada Müslüman oldu.
Nesebi, hem baba tarafından hem de anne tarafından Peygamber
Efendimizle birleşir. Resûli Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da, annesi
tarafından Zühre Oğullarına mensup bulunduğundan, Hz. Sa’d annesi
tarafından Peygamberimizin dayısı düşerdi. Bu sebeple Resûlullah
Efendimiz, “İşte dayım Sa’d!.. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin!”
diyerek kendisine iltifatta bulunurdu.
Hz. Sa ‘d ve Annesi
Hz. Sa’d’ın Müslüman olması, annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi.
Oğlu, atalarının dinini bırakıp, yeni dine, onun rızası olmadan nasıl tâbi
olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne,
onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için
kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâima iyilik
etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?” Hz. Sa’d, “Evet..” dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifade etti:
“Yâ Sa’d!..” dedi, “Vallahi, sen, Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe,
ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma hiçbir
şey almayacağım! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın!”
O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini
iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah’a îman etmiş ve Resulüne kalbinin
bütün samimîyetiyle teslim olmuştu. Elbette, her şeyini bu îman
ölçüsü içinde değerlendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat ettiğini görünce, yanına
vardı ve, “Ey anne!..” dedi, “Senin 100 canın olsa ve her birini İslâmiyeti
bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım! Artık ister ye, ister yeme!”
Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebatı
karşısında eridi; hem yemeye, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere
daha küfür îmanın, şirk tevhidin azameti karşısında ezildi ve mağlûbiyetini ilân etti!
Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâbı Hakk,
Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü
verdi: “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik.
Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir
şeyi Bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta)
itaat etme! Dönüşünüz ancak Banadır. Ben de, yaptığınızı (amellerimizin
karşılığını) size haber vereceğim!”
Hamne, oğlunu İslâm’dan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi:
Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı
ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerparesine eziyet
edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:
“Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!”
Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum
hâle getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden
anlamamız mümkündür!
Hadiseler, hep Hamrıe’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü,
İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’m peşini oğlu
Âmir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu.
Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Âmir’in yakasına yapıştı ve,
“Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek
ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.
Allah’a îmanın ve Resulüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve
İslâm’ın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu
yeminini duyar duymaz yanına vardı. “Ey anne!..” dedi. “Cehennem ateşi
durağın oluncaya kadar sakın ‘Gölgeleneyim, yiyip içeyim.’ deme!”
Bu âyeti kerîmenin hükmüne göre, bir evlâd, anne babasının ancak
islâm’ın dışında olmayan meşru emirlerini tutmakla mükelleftir. Böyle
bir itaat evlâd üzerine vâcibtir. Aksi hâlde, yâni anne veya baba, Müslüman
evlâdını îmanın ve İslâm’ın dışında birtakım meşru olmayan
hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat
etmemek vâcibtir. Çünkü, “Allah’a isyan olacak şeyde kullara itaat
edilmez, emirleri yerine getirilmez.” kaidesi, İslâm’ın bir düsturudur
(Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 251).
Bu hârika îman, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin
elinden, susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa ‘d ‘ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine
alındıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan birkaçıyla Mekke’nin Ebû Dübb
Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû
Süfyan, birkaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey
olduğunu iddiaya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d,
eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle müşriklerden birinin başını
yardı. Bunu gören diğer müşrikler, cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya
başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.
Böylece, Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan döken sahabî” unvanını
almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur!
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas,
Cennet’le müjdelenen 10 sahabîden biridir. Allah Resulü zamanında
bütün gazalara katıldı. Uhud Harbinde Fahri Kâinat’a vücudunu siper
etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resulünün, hiçbir fânîye
nasîb olmayan şu hitabına mazhar oldu:
“Anam babam, sana feda olsun yâ Sa’d!.. Durma, at!” Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (s.a.v.), ‘Fedake ebî ve ümmi’* (Anam babam sana feda
olsun) cümlesini sâdece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”
Bu kelimeler, razı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebcile
şayan bulunan zâtlar, bu kelimelerle medh ve sena edilirler.
Aynı muharabede, Hz. Sa’d, her ok attıkça, Allah Resulü, “İlâhî, bu,
Senin okundur.” diyor ve onun için şöyle dua ediyordu:
“Allah’ım!.. Sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul et, atışını da doğrult!”
Allah Resulünün, “Allah’ım, onun duasını kabul et!” buyurması sebebiyledir
ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında
duasının kabulüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve
okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklarından
korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.231
İslâm’a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman
olan Hz. Sa’d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâm’a hizmette
geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran’a gönderilen ordunun kumandanlığma
tâyin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisrâ ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fâtihi” unvanı verildi.

EBÛ ZERRİ GIFARÎ’NİN İSLÂM’LA ŞEREFLENMESİ
İslâm’ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye
devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimîyetleriyle Hz. Resûlullah’ın muallimliğinde İlâhî dâvayı öğrenmeye ve yaşamayaçalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz dâvasını aşikâre ilân etmemişti; ama
buna rağmen, Mekke’nin dışında da birçok yerden, beklenen Son
Peygamber’in zuhur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlardan biri
de, Gıfar Kabîlesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve
senelerden beri hak ve hakikati arayan, Arab’ın güzide şâirlerinden
biriydi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında
parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden
de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’ye, zuhur ettiği
söylenen zâta git, kendisiyle bir görüş; ve onun hakkında bana haber getir.”
diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu talimatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber
Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu.
Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı
tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor.” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir.’ diyor! Amma ben kâhinlerin sözlerini
işittim. Onun söyledikleri kat’iyyen kâhinlerin sözlerinden değildir.
Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim; aralarında
hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı bir
şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. Hülâsa,
yeminle derim ki Muhammed (s.a.v.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara
yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir.”
Ebû Zerr, kardeşine, “Sen” dedi, “beni rahatlatıcı fazla bir malûmat getirmedin.
Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!”
Üneys, onu îkaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından
kolla! Çünkü, onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!”
Bundan sonra, Ebû Zerr, eline asasını, sırtına bir su kırbası ile bir azık
dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve
doğruca Kabe’ye gitti. Resûli Ekrem’i aradı, fakat tanımadığı için bulamadı.
Kimseye sormaya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmadı.
Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi, Mekke’de Müslümanlarla müşrikler
arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir
devreyi yaşıyorlardı. Mecsidi Haram’da kalmaktan başka bir çâresi yoktu. Öyle yaptı.
Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescidi Haram’ın bir köşesinde büzülmüş
hâlde gördü. Yanından gerçerken, kendi kendine, “Zannımca bu adam
uzak bir yoldan gelmiştir.” diye konuşunca, Ebû Zerr, “Evet,” dedi, “uzak
bir yoldan gelmişim!” Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim.” dedi ve onu alıp evinde misafir etti.
İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine
açılmadan geçirdiler. Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescidi Haram’a gitti; fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz
hakkında bir malûmat alamadı. Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı; tekrar kendi kendine, “Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek
zamanı gelmedi mi?” diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, “Hayır… ” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim.”
dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım!” dedi.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin.” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını
açıkladı. “Ben,” dedi, “Gıfar Kabîlesindenim. Buradan peygamberlik iddiasında
bulunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım, diye geldim!” Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen, bu hareketinle akıllıık ettin,
doğruyu buldun!” diye konuştuktan sonra, “Ben” dedi, “şimdi
Resûlullah’ın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim
yere sen de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum
birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum.
O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin!”
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu.
Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullah’ın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,”Selâm, sana olsun ey Allah’ın Resulü!..” dedi.*
islâm’da bu türlü ilk selâm veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
Resûli Ekrem, “Allah’ın rahmeti, senin üzerine de olsun.” dedikten
sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabîlesindenim.” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın!”
“Üç gün üç geceden beri buradayım!”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile!.. Hiç açlık ve susuzluk duymadım!”
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir.” buyurdu. Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah!.. Bana İslâm’ı anlat.” dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhâl şehâdet
getirerek Müslüman oldu.
Müslümanlığını İlân Etti!
Şehâdet getirerek İslâm’la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri
asla elden bırakmayan Resûlullah’ın tavsiyesi şu oldu:
“Yâ Ebû Zerr!.. Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git!
İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni hâline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah!..”
dedi, “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin olsun
ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim!” Sonra da kalkıp
doğruca Kabe’ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, “Ey Kureyş topluluğu!..
Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed,
O’nun Resulüdür!” diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine
çullandılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler.
Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas, yetişip, Gıfar
Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şam ticaret yoluna
hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat, îmanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler
de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere
karşı Allah’ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullah’ın da O’nun hak peygamberi
olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine
mâruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve, “Yazıklar olsun size!..
Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin
ticaret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?”
diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.
Bu hâdiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet
etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret’in 6. yılına kadar da orada
kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazalarında bulunamadı.
Fakat bunlardan sonraki gazalarda Resûli Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

HABBAB B. ERETİN MÜSLÜMAN OLMASI
Habbab b. Eret, Ümrnü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının âzadlı
kölesiydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden
beri görüşür ve konuşurdu. Resûli Kibriya Efendimiz henüz Dârû’lErkam’a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu. O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen,
Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâm’la şereflendiğini
kahramanca ilân ve izhar etti.
İşkence
Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da eziyet ve
işkencelere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak gibiydi.
Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbab,
geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi!
Onun gönlü îman ateşiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Resûlullah’ın huzuruna geldi. Ümmü Anmar’dan ve
başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz, “Yâ Rab!..
Habbab’a yardım et!” diye dua etti.
Bu duanın hemen akabinde Ümmü Anmar, şiddetli bir baş ağrısına
mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler, dururdu. Sonunda kendisine,
başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.
Hz. Habbab, Ateş Alevi İçinde
Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab’ın gözleri
önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla
göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.
Seneler sonraydı. Hz. Ömer, İslâm’ın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab
bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri eza ve cefayı kastederek,
“Yeryüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sâdece bir
tek adam vardır.” diye konuştu.
Hz. Habbab merak edip, “Yâ Emîre’lMü’minîn!.. Kimdir o?..” diye sordu.
Hz. Ömer, “BilâFdir.” diye cevap verdi.
Hz. Habbab, “Yâ Emîre’lMü’minîn!.. O benim kadar işkence çekmemişti!
Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim
ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da… ” dedikten sonra
müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını da şöyle anlatmıştı:
“Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni
sırtüstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer
soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından, sırtı alaca olmuştu!
Peygamberimize Başvurması
Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îman ve İslâmiyetinden
zerre kadar tâviz vermiyor, Allah’a ve Resulüne sonsuz muhabbetini
izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Mâruz
kaldığı eza ve cefalardan dolayı Resûlullah’a başvurmaktan başka
elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna
çıkarak, “Yâ Resûlallah!.. Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için
Allah’a dua etmez misin?” dedi.
Resûli Kibriya Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla
bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu dininden
döndüremezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu
işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi
(İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle
ki, hayvanına binip San’a’dan HadraMut’e kadar tek başına giden bir
kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt
saldırmasından başka hiçbir endişe duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz.”
As b. Vail ‘e Verdiği Cevap
Hz. Habbab’ın, azılı müşriklerden Âs b. Vail’den mühimce bir alacağı
vardı. Bir gün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr
etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!” dedi.
Hz. Habbab, “Ben her şeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar
ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine As b. Vail, “Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? Eğer
böyle bir şey olacaksa, sabret! Diriltilip malıma ve evlâdıma tekrar
kavuştuğum o gün, sana olan borcumu öderim!” diye küstahça konuştu.
Âs b. Vail’in bu sözleri üzerine, Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerde şöyle buyurdu:
“Şimdi şu âyetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlâd verilecektir!’ diyen
adamı gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân’ın huzurunda
bir söz mü almış? Hayır, öyle değil. Biz, onun dediğini yazacağız
ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! Ve o söylediği şeyleri hep elinden
alacağız da, o bize tek başına gelecektir!”
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği
gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’âni Kerîm’i okutmak ve öğretmekle
de meşgul olurdu.
Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kız kardeşinin evine hışımla
girdiği zaman da, yine bu fedakâr sahabî, onlara yeni inen âyetleri okuyor
ve öğretiyordu. Meryem, 77 – 80.

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.