Mute Muharebesi
Mute Muharebesi
(Hicret ‘in 8. yılı Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 629)
Peygamber Efendimiz, sâdece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar
ve elçiler göndererek İslâm’a davet etmekle kalmamış, aynı
zamanda onlara peyk ve tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar
vasıtasıyla İslâm’ı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) Valisine de,
ashabtan Haris b. Umeyr elEzdî Hazretlerini nâmei hümâyunla göndermişti.
Busra, o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırkan Arap oldukları
hâlde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans’a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Haris Hazretleri, Dimaşk nahiyelerinden Belka’a bağlı Müte
köyüne varınca, Bizans Kayserinin Şam valilerinden olan Şürahbil b.
Amrû’lGassanî’nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Haris’in Peygamberimizin
elçisi olduğunu öğrendiği hâlde, onu hunharca öldürmüştü.
Elçisinin şehid edildiğini haber alan Resûli Zîşan, pek ziyade
müteessir oldu. Sahabei Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zîra, o âna kadar
Resûli Kibriya Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti. Haris, Hz.
Resûlullah’ın şehid edilen ilk ve son elçisidir. Bu bakımdan, bu vahşîce
cinayet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz.
Resûlullah’ı ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdiseydi.
Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâm’a karşı olan derin kin ve
düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, devletler arasında carî “Elçiye zeval
olmaz.” temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hâdiseyi değerlendiren Resûli Ekrem Efendimiz, derhâl bir ordu teşkil
etti; üç bin mücâhidden meydana gelen bu ordunun başına da, kendi âzadlısı
olan Zeyd b. Harise’yi tâyin etti. Resûli Ekrem, Zeyd b. Harise’yi kumandan tâyin ettiğini belirttikten sonra da, “Zeyd şehid olursa, yerine Cafer b. Ebû Tâlib geçsin! Cafer şehid
olursa, Müslümanlar aralarında münasip birini kendilerine kumandan seçsin!”diye buyurdu. Feraset sahibi Müslümanlar, bu ifadelerdeki ince mânâyı kavramışlardı.
Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah, keski sağ kalsalar da
kendilerinden faydalansak!” derken, Hz. Resûlullah hiçbir cevap vermeyip sustu.
Ya, sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar?.. Onlar da akıbetlerinin
Hz. Resûlullah’ın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri hâlde,
yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emri Peygamberî’ye
ruhu canla itaat ettiler. Evet, onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı! Ama bu
ölüm, normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm, onları hayat
mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik… Gönüllerinde yatak
tek gaye, İ’lâyı Kelimetullalı; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdet idi.
İşte, onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi!
İSLÂM ORDUSUNUN MEDİNE’DEN UĞURLANIŞI
Üç bin kişilik İslâm Ordusu, bir vücut hâline gelmiş, harekete hazır
bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp
Komutan Hz. Zeyd’e verdi ve, “Haris b. Umeyr’in öldürüldüğü yere
kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâm’ı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne
âlâ; etmezlerse, Allah’ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!”diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslâm Ordusunun intikam duygusundan uzak,
İslâm’ı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâlâ anlamak mümkündür!
Mücâhidleri uğurlamaya Resûli Ekrem’le birlikte birçok Müslüman da
Seniyyetû’lVeda’ya [Veda Yokuşuna] kadar gelmişti. Resûli Ekrem
burada durdu ve mücâhidlere, “Ben, size, Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi,
yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara
karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allah
yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız! Ganimet mallara hıyanet etmeyiniz!
Ahde vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz!
Kadınları, yaşlanmış pîri fânileri katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız!
Evleri yıkmayınız! Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan
uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş birtakım kimseler bulacaksınız.
Sakın onlara dokunmayınız!” diye emir ve tavsiyede bulunduktan
sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd b. Harise’ye şunları emretti:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan
birine davet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma!
“Sonra, onları Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicrete davet et!
Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin
de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle
kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
“Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanlardan
göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan
İlâhî hükmün kendileri hakkında da uygulanacağını, harb ganimetlerinden
kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların
yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
“Eğer Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye davet
et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de
yanaşmazlarsa, Allah’ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
“Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah’ın hükmüne
göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah’ın hükmüne
göıre teslim alma; fakat, kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen,
Allah’ın, onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin!
“Eğer muhasara altına aldığın kale veya şehir halkı, senden, kendileri
için Allah’ın ve Resulünün emanını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resulü
adına eman verme! Fakat, kendi emanını, babanın emanını ve
arkadaşlarının emanını ver! Çünkü, siz, kendinizin ve babalarınızın vermiş
olduğu eman sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resulü adına
vermiş olduğunuz eman sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha
hafiftir.” Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûli Kibriya Efendimiz,
mücâhidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da,
“Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin!”
diye dua ettiler. Medine’ye dönen Resûli Kibriya Efendimizi ise, Abdullah b. Ravaha
(r.a.), “Geride kalan, hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta; o en hayırlı
uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!” diyerek selâmladı.
Artık, İslâm Ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine’den uğurlanmıştı.
Hz. Fahri Âlem’in bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak,
başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullah’ın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sînesine süzülen bu mücâhidler, kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa, Suriye hududunda bulunan, reisliğini Şürahbil b. Amr’ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat,
hayır!.. Bu, işin sâdece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans
İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu!
ŞÜRAHBİL’İN HAZIRLANMASI
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücâhidler, uçsuz bucaksız
kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam edij/orlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına, “İslâm Ordusunun Medine’den hareket ettiği” haberi ulaştı. Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak,
kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l Kura’ya
gelip konmuş bulunan İslâm Ordusuna karşı da, kardeşi kumandasında
bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücâhidler, vuku bulan
çatışmada Komutan Sedus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar.
Bu bozgun, Şürahbil’in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm Ordusu, Vadi’1Kura’dan ayrılarak
Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücâhidler, burada
korkunç bir haberle irkildiler: “Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan
100 bin askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harb âlet ve
malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş!”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de, Hz.
Zeyd, mücâhidlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi
şu görüşteydi:“Resûlullah’a (a.s.m.) yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim; bize
savaşacak er göndersin ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim!”
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki,
konuşma sırası ona gelmişti. Bu, hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir
kahraman olan Abdullah b. Ravaha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu
husustaki sorusuna, “Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o
arzuyla yola çıktığınız şehidliktir! Biz, insanlsırla, ne sayıca, ne de at ve
süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu
din kuvvetiyle savaşıyoruz.! Gidiniz, çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten
biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!..” diye kahramanca cevap verdi.
Mücâhidler, bu samimî ve yürekten sözleri, sanki Abdullah b.
Ravaha’dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi
dinliyorlardı. îman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden
nurânî birer alev hâlini aldı ve “Vallahi, Ravaha’nın oğlu doğru söylüyor!”
diyerek, cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
HESAPLAŞMANIN BAŞLAMASI
Tarih, Hicret’in 8. yılı, Cemaziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Müte Meydanı idi.
Bir tarafta 100 bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans Ordusu;
diğer tarafta, üç bin kişilik, görünüşte hasmına kıyasla gayet az ve
harb malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm Ordusu…
Birincisinde her şey var, bir tek şey yok; ikincisinde ise düşmana
nisbetle hiçbir şey yok, sâdece bir tek şey var: îman… Uğrunda her
şeylerini feda etmek duygusuyla harekete geçen, dinlerinin sahibi
Allah’a îman ve O’nun yardımına olan itimat!
Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara
garib bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık
karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir
avuç insanı görünce, hâdiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız
düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki,
kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet
ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki, Kayser, iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ile
hakikati… Evet, görünüşte gerçekten Bizans Ordusu gözleri kamaştırıcı
bir haşmete sahipti; ama hakikatte bu haşmetli görünüş altında cılız ve
sönük bir ruh vardı. İslâm Ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı,
silâhça güçsüzdü; ama hakikatte bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir
mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte
ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmanın, büyük ruhun ve haşmetli
mânânın olagelmiştir.İki taraf, artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak manasızdı. İslâm Ordusunun kumandanı Hz. Zeyd b. Harise, Resûli Kibriya’nın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma, şimşek
çakışları sür’atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri,
kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryadları ve harb naraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd’in Şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak, düşmanla göğüs göğüse, kahramanca
çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine
mâruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanlan etrafa sıçrıyordu.
Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine
kendisini seve seve feda etmenin manevî haz ve huzuru içinde yere
düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.
Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehid olduğunu gören, Hz.
Resûlullah’ın talimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz.
Cafer, bir ok sür’atinde sıçrayarak o mübarek ak sancağı kaptığı gibi
omuzladı.Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak,
safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şanlı, şerefli
akıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman
kalabalıkmış; olsun! Kuvvetliymiş; ne çıkar? Yiğit, her şeye rağmen
kendi vazifesini yapacaktır. Zâten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyle yerine
getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya
hayatını mı?.. Olsun; ebedî bir hayat var ya!.. Dünya hayatını verip,
ebedî hayatta imrenilecek mertebeler kazanmak az şey mi?
Hz. Cafer de Şehid Düştü
Kumandan Hz. Cafer gibi, her mücâhid aynı duygu, aynı heyecan ve
aynı kutsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm Ordusunda
kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne
olursa olsun, İslâm Ordusu kârlı çıkacaktı. Galib olursa, hem maddî hem
manevî zaferi elde etmiş olacaklar; mağlûb olup şehid olurlarsa, manevî
zaferi şanlı, şerefli bir destan hâlinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları,
telâşları, endişe ve tereddütleri yoktu.Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddit gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp
geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki, Hz. Cafer’in de mukadder akıbeti yaklaşıyordu. İnen hain
bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol
eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı
hayâlinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâyı Kelimetullah
uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz.
Bu eşsiz kahraman, Resuller Resulünün teslim ettiği İslâm’ın izzetini,
ordunun şerefini temsil eden mübarek sancağı yere düşürmemek için,
bileklerinden aşağısı yere düşmüş kollarıyla sarıldı. Artık düşman
saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve
şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî
Yarabbi!.. Bu ne haşmetli îman, bu ne büyük ideal, bu ne kutsî gaye, bu
ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız
hâdiseyi Hz. Cafer (r.a.) bizzat yaşıyordu; evet, bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen
kılıç darbeleri Hz. Cafer’i de Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehidlik mertebesine
çıkardı.Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının
vücuduna baktıklarında, 90’dan ziyade mızrak, ok ve kılıç yarası görüyorlardı.
Sancak, Abdullah b. Ravaha ‘nın Omuzunda Kumandanlık sırası Abdullah b. Ravaha Hazretlerine gelmişti. Atının üzerinde, ak sancak omuzunda, düşmana karşı ilerledi.
Kötülüğü emreden nefis, bu vaziyette iken bile onu vesvese ve tereddütler
tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında
kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiçbir zaman yanından ayrılmayan
nefsi… Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu.
Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan
nefsine şöyle diyordu: “Ey nefsim!.. Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden razı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!
Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillah
ve innâ ileyhi raciûn.’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor. Anladığım
kadarıyla, sen pek Cennet’ten hoşlanmamış görünüyorsun! Yıllardır,
hâlâ itminana ermemişsin! Ey nefsim, sen şimdi öldürülmezsen, daha hiç
ölmeyecek misin ki?.. İşte, ölüm gelip çattı; arzu etmediğin hâlde!.. Eğer
o iki kişinin yaptığını yapar, şehidliği tercih edersen, en isabetli işi yapmış
olursun! Eğer gecikirsen, bedbaht olursun!”
Nefsini mağlûb eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu.
Bir ara bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı.
Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan,
atından yere indi; parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı
koparttıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına bir arslan gibi
daldı. Kalbini kaplayan îman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı
ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp
atından indi. Üç günden beri ağzına tek lokma almamıştı. O sırada biri
kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk
lokma olacaktı bu… Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki,
Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah,
elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ
dünyada boğazla meşgulsün!” diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı yüce makama erişti.
İSLÂM ORDUSUNUN DAĞILMASI
Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm
Ordusu, düşman karşısında dağıldı. Mücâhidler bir an için geri çekilmek
veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada
birkaç mücâhid şehid oldu. Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullah’ın azız sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah b. Ravaha şehid olunca, Ebû’l Yeser Ka’b b.
Umeyr eline alarak mücâhidlerden Sabit b. Akrem’e vermişti. Bu sahabî
de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek
Müslümanları bir araya toplanmaya çağırmıştı. Mücâhidlerin her biri bir
taraftan gelerek bu merkez tarafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde
tutan sahabî Sabit b. Akrem, toplananlara, “Ey mücâhidler topluluğu!..
Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!”
diye seslendi. Mücâhidler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana razıyız!”dediler.
Ne var ki, Sabit Hazretlerinin, gözü bir başkasındaydı: Orduya,
İslâm’daki sadâkat ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak
katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid b. Velid’di bu!.. “Ben bu işi
yapamam!” diyen Sabit b. Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman!.. Gelip, alsana şu sancağı!..” diye seslendi. Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid, bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın!
Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun!”
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat,
çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış
çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm Ordusunu bu en tehlikeli
durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu.
Bunun gayet iyi idrakinde olan Sabit b. Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e
tekrarladı: “Al, Resûlullah’ın şu bayrağını!.. Ben onu sana vermek üzere
aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve
maharetlisin!” Sonra da Hz. Hâlid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara
dönerek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği
ediyor musunuz?” diye seslendi. Gözlerini bu kahraman sahabînin üzerinden ayırmayan mücâhidler, hep bir ağızdan “Evet!..” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz.
Resûlullah’ın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlıyarak
yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık kumandan, Hz. Hâlid’di!
Peygamber Efendimizin, Muharebe Safhalarını Haber Vermesi
Bütün bunlar olup biterken, Resûli Kibriya Efendimiz, harbe iştirak etmeyen
ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Müte
neresi?.. Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe,
hakikatbin göze sahip Resûli Kibriya için kısaldı ve âdeta harb, gözlerinin
önünde cereyan ediyormuşçasına çarpışmanın safahatını ashabına
teessür içinde teker teker anlattı: “Zeyd b. Harise sancağı eline aldı ve şehid
oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da
şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah
b. Ravaha aldı. O da şehid oldu! Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz!”
Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
“Abdullah b. Ravaha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç
aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harb kızıştı! Allah’ım, sen ona yardım et!”
Bu durum, Cenâbı Hakk’ın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir
haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili
kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir!
KUMANDAN HÂLİD B. VELİD
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid,
cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini,
yayından kopmuş oklar hâlinde mücâhidler takib ettiler. Müslümanların
saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı.
Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da birçok askerini yerde serili
gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından
bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman,
hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer
Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
Hz. Hâlid’in Taktiği
Bilindiği gibi, o zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli
gündüzlü devam etmezdi: Sabahleyin, herkes işine gücüne gider gibi,
asker silâhını kuşanır, harb meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı;
akşam olunca da, yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid, kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan
sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Hâlid,
büyük bir kahraman olduğu kadar, harb sanatında, düşmanı şaşırtıcı
taktikler uygulamakta da son derece mahirdi. Bu sanat ve maharetini
kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, birtakım plânların ve
düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğusuyla birlikte İslâm Ordusu da yeni bir tertip ve düzenle
düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem
de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm Ordusu safında duydukları
gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı:
“Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmiş.
Baksanıza, şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli bir ağır yumruğun
sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik
karşısında bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor, birbirlerine “Ne
yapacağız!” der gibi manâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin
yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya,
arkadakileri de öne almıştı.Düşman birlikleri ise, karşılarında yeni
sımalar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş
olduğu zanına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Hâlid, bu taktiğiyle düşmanın manen sarsıldığını
farkedince, vakit kaybetmeden mücâh idlere hücum emri verdi.
Yeniden harbe girmişçesine şiddetli hücuma geçen mücâhidler, düşman
ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâyı Kelimetullah uğruna
sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O,
görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu, çâreyi kaçmakta buldu!
Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı. Allah’ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı. Yedi kılıç parçalanırken, kim bilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücâhidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle
birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, Yüce
Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücâhidler de, kendilerine umulmadık
bir anda bu fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş
ve mücâhidler, kendilerinin aşağı yukarı 4050 misli kadar olan düşman
ordusunu sindirmişti. Ancak, henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir
avuç Müslümanın, bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına
fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu
yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O
günün gecesi İslâm’ın izzetini, şerefini, sânını koruyarak ordusunu
kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zâten, düşman üst üste yediği darbelerden
sersemleşmişti. Bu gidişe sâdece seyirci kaldı, belki de sevindi.
Böylece, Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş
ve bir avuç İslâm mücâhidi, düşman diyardan, tereyağından kıl
çekercesine geri çektirilerek yok olmaktan kurtarılmıştı.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten büyük bir lûtfu ve inayetinin eseri idi.
Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm Ordusu sâdece 15 kadar şehid vermişti.
MEDİNE’YE DÖNÜŞ
Hz. Hâlid, Allah’ın yardımıyla mahvolmaktan kurtardığı ordusuyla
Medine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle
yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm Ordusunu
takib etme cesaretini bulamamaları, elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücâhidler, Medine’ye, parlak bir zaferi kazanmanın vekar ve haşmetiyle
yaklaşıyorlardı. Bu arada, mücâhidlerden Ya’la b. Ümeyye,
önden giderek, henüz ordu Medine’ye varmadan Hz. Resûlullah’ın
huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûli Kibriya,
“İstersen, olup bitenleri, ben sana anlatayım!” buyurdu ve harb safahatını
olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’la, “Seni hak din ve kitapla
peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen mücâhidlerin
hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın!” dedi.
Resûli Kibriya Efendimiz ise, “Allah, yeryüzünü (aradaki mesafeyi) ortadan
kaldırdı; ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm!”buyurdu.
Peygamberimizin, Hz. Cafer’in Şehid Olduğunu, Ailesine Haber Vermesi
Hz. Cafer’in Müte’de şehid olduğu gündü.
Resûli Kibriya Efendimiz, harbin safahatını anlatıp üç kumandanın şehid
olduğunu Ashabı Kiram’a haber verdikten sonra, Hz. Cafer’in evine gitti.
Hz. Cafer’in hanımı Esma binti Ümeys, her şeyden habersiz, işleriyle
meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûli Ekrem Efendimiz, “Ey Esma!.. Cafer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz.
Resûlullah’ın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup
yanına getirdi. Resûli Kibriya Efendimiz, onları bağrına bastı, öptü,
kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda, Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Resûlallah,”
dedi, “anam babam sana feda olsun! Sen niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer
ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?”
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi: “Evet, onlar bugün şehid oldular!”
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya
başladı. Kadınlar, başına toplandılar. Hz. Resûlullah’ın ona emri şu
oldu:Daha sonra Efendimiz, Hânei Saadetine geldi; zevcelerine, “Cafer
Ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyiniz.” buyurdu. Bunun üzerine,
Hz. Cafer’in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslâm’da ölünün
ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Cafer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.
Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Cafer’in kesilen iki eline karşılık, Cenâbı
Hakk’ın ona iki kanat verdiğini ve Cennet’te, onunla istediği gibi uçup
durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Caferi Tayyar”
denilmiştir. Peygamber Efendimizin, Zeyd b. Harise ‘nin Kızının Bakışına Dayanamayıp
Ağlaması Henüz, İslâm Ordusu Müte’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara, harbte şehid olan Zeyd b. Harise Hazretlerinin
kızını gördü. Masum kız, Resûli Kibriya’nın mübarek yüzüne hüzünlü
ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz,
şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa’d b. Ubade Hazretleri, “Yâ Resûlallah, nedir bu?..” diye sordu.
Efendimiz izah etti: “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”
İslâm Ordusunun Karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü.
Hz. Resûlullah’ın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya
başladığı görüldü. Gelen, artık Zeyd Ordusu değil, “Seyfullahi’sSarim
[Allah’ın Keskin Kılıcı]” unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid Ordusu idi.
Tecessüm etmiş ruh ve cesaret âbidesini andıran mücâhidler, üç kumandan
dâhil 15 kadar mücâhidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama
İslâm’a parlak bir zafer kazandırmanın vekar ve sevinci içinde,
Medine’ye, semâda süzülen parlak yıldızlar misâli akıyorlardı.
Bu sırada Resûli Ekrem, Ashabı Kiram’a, “Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım!” buyurdu. Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhâl bu emre itaat edip
mücâhidleri karşılamak üzere âdeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de, bu mücâhidleri karşılamaya çıkıyordu; onlara
“Hoş geldiniz.” demeye gidiyordu. Çocuk çocuk herkes onun etrafını
yıldız misâli sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, ktıtsî
şehâdet mertebesine erişen Hz. Cafer’in biricik oğlunun da kendisine
verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi
önüne bindirdi; yoluna öylece devam etti. Medine’nin Cüruf mevkiinde, mücâhidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada, mücâhidlerin kulağına bazı nahoş sözler geldi: “Allah
yolunda savaşmaktan kaçan kaçaklar!..” Mücâhidler, işittikleri bu
sözlerden üzüntü duydular; durumu Hz. Resûli Ekrem’e şikâyet ettiler.
Kâinatın Efendisi, “Sizler, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil,
dönüp dönüp vuruşanlarsınız!” buyurarak onları teselli etti.
Hz. Resûlullah’ın bu sözleri üzerine, Müslümanlar da, mücâhidleri o
tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
Beni Murre, Zatu’sSelasil ve Sifu’lBahr Seferleri
(Hicret ‘in 8. senesi Sefer ayı)
Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû
Süfyan b. Harb kumandasındaki 10 bin kişilik ordunun 400’ünü Benî
Mürreler teşkil etmişlerdi; ayrıca, Resûli Ekrem Efendimizin
Hicret’in 7. yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir b.
Sa’d kumandası altındaki 30 kişilik mücâhid birliğinin 28’ini de şehid etmişlerdi.
Resûli Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib b. Abdullah’ı 200 kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
Galib b. Abdullah, emrindeki mücâhidlerle Benî Mürrelerin çok
yakınına kadar sokuldu. Orada mücâhidlere bir hitabede bulundu. Özetle,
“Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah (a.s.m.), ‘Benim kumandanıma
itaat eden bana itaat etmiş, ona itaatsizlik eden de bana itaatsizlik
etmiş olur.’ buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana
itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsizlik etmiş olursunuz.” dedi.
Mücâhidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoğunu öldürdüler, kadın ve çocuklarını da esir aldılar; birçok deve, sığır ve davarı ise ganimet olarak ele geçirdiler.
HZ. ÜSAME’NÎN, BİR ADAMI MÜŞRİK SANARAK ÖLDÜRMESİ
Hz. Üsame b. Zeyd, Mirdas b. Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu, Kumandan Galib b. Abdullah’a anlattı. “Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam ‘Lâ ilahe illallah.’ dedi.”
Galib b. Abdullah, “Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?” diye sordu.
Hz. Üsame, “Hayır.. ” dedi, “Vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim!”
Mücâhidler hep birden, “Vallahi,” dediler, “sen, emredilmeyen kötü
bir iş yaptın; ‘Lâ ilahe illallah.’ diyen bir adamı öldürdün!”
Hz. Üsame, yaptığına son derece üzüldü.
Galib b. Abdullah bundan sonra emrindeki mücâhidlerle Medine’ye
döndü. “Adamın Kalbini Yardın mı? “
Medine’ye gelince, Hz. Üsame, hâdiseyi Peygamber Efendimize anlattı.
Resûli Kibriya, hiddetle, “Ey Üsame!.. Demek, sen, ‘Lâ ilahe illallah.’
demiş olan bir adamı öldürdün, ha!..” diye buyurdu.
Hz. Üsame, mazeret beyan etti: “Yâ Resûlallah!.. O, ancak silâhtan
korktuğu için ‘Lâ ilahe illallah.’ demiştir!”
Resûli Ekrem Efendimiz, bu mazeret beyan edişe daha da hiddetlendi;
“Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi yoksa
yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!..” buyurdu.
Hz. Resûlullah’ın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsame der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki,
‘Keski, o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım!’
diye içimden temenni ettim.” Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsame’nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalâğa ile ifadesidir. Hz. Üsame, bu
adamın kelimei tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, “Kâfirlerin, Bizim azabımızı gördükleri zamandaki îmanları kendilerine fayda vermeyecektir.”mealindeki âyetin zahiriyle istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz, sâdece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi. “Size, selâm veren ve Müslümanlık şiarını [alâmetini] gösteren kişiye, ‘Sen mü’min değilsin!’ demeyiniz.” mealindeki âyeti kerîme de bu hâdise üzerine nazil olmuştu.
ZÂTÛ’SSELÂSİL SEFERİ
(Hicret ‘in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdi 629)
Bazı Arap kabîleleri, Müte Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî
bir mağlûbiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki,
Medine’ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa,
Beliy, Cüzzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhâl Amr b. As
Hazretlerini yanına çağırdı ve, “Ey Amr!.. Silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini
üzerine giy ve hemen yanıma gel!” buyurdu. Hz. Amr, hemen gidip silâhını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı.
Resûli Ekrem, “Ey Amr!..” dedi, “Seni selâmete ve zenginliğe erdirsin
diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi
dileğimle senin için zenginlik diliyorum!”
Hz. Amr, “Yâ Resûlallah!.. Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım;
hiçbir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın
yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum!” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimiz, “Ey Amr!.. Zenginliğin faydalısı,
insanların hayırlı ve faydalasına ne güzel yaraşır!” diye buyurdu.
Resûli Ekrem Efendimizin Amr’ı tercih edişinin bir sebebi vardı: O da,
Hz. Amr’m, Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Babaannesi Beliy
Kabîlesindendi. Amr’ı göndermekle, onları akrabalık noktasından bir
derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu! Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâm’a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensâr’dan
müteşekkil 300 mücâhidle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı
bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü.
Bunun üzerine, ashabtan Rafı b. Mekis’i Peygamber Efendimize göndererek
acele yardım istedi. Medine’ye gelen bu sahabî, durumu Peygamber
Efendimize haber verdi. Resûli Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine,
Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti
gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensâr ve
Muhacir’in ileri gelenlerinden birçok kimse vardı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs’la buluşup hep birlikte hareket
etmelerini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tembih etti.
Takviye birliği sür’atle yol alarak Hz. Amr’in yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim!..
Çünkü, Resûlullah’a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden
ben istedim!” dedi. Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve, “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin
altındaki birliğin kumandanısın!” diye karşılık verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa
yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya
Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullah’ın tembihini hatırlayınca, münakaşanın
uzamasına meydan vermedi. “Ey Amr!.. Resûlullah’ın (a.s.m.),
Medine’den ayrılırken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca,
birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz.’ emir ve
tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim.” dedi.
Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. As Hazretlerinde
kaldı. Namazı da mücâhidlere o kıldırmaya başladı.
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücâhidler, ateş yakmak
için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat’iyetle müsaade etmedi. Bu durum, ashabın itirazına sebepoldu.
Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b.
As, “Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?”
diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Evet… ” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O hâlde, neye emrolundunsa onu yap!”dedi.
Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak
istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mâni oldu ve, “Bırak onu; istediğini
yapsın. Resûlullah (a.s.m.), onu ancak harbteki mahareti sebebiyle
başımıza kumandan tâyin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun
işine karışmak doğru olmaz.” diye konuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu. Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücâhidlerin ateş
yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücâhidler
ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya
çıkacak ve düşman hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine
hücum edecekti; fakat, yakılmadığı takdirde düşman, mücâhidlerin
sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı.
Nitekim de aynı durum cereyan etti: Müslümanların oldukça
kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile
göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı
koymaya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücâhidlerin toptan
hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar. Harb
sanatını iyi bilen Komutan Amr (r.a.), kaçanları, “Mücâhidlere bir pusu
kurulmuş olabilir.” ihtimalini göz önüne alarak takibten vazgeçti. İslâm
Ordusu, gayesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine’ye döndü.
Amr b. Âs ‘ın Peygamberimize Suali
Mücâhidlerle Medine’ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde
bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah (s.a.v.), beni askerî bir birliğin başında Zatü’s Selâside göndermişti.
Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.
‘”Resûlullah’ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde
beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kumandan tâyin ederek göndermezdi.’
diye içime doğdu. “Hemen Resûlullah’ın yanına varıp, ‘Yâ Resûlullah Halkın sana en
sevgilisi hangisidir?’ diye sordum. “‘Âişe’dir.’ buyurdu. ‘”Erkeklerden kimdir?’ diye sordum. ‘”Âişe’nin babasıdır.’ buyurdu. ‘”Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
‘”Ondan sonra Ömer’dir.’ buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini saydı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım!’ dedim ve beni
en sonraya bırakmasından korkarak sustum!”
Hakikatı hâlde, Amr b. Âs Hazretleri, Ashabı Kiram’in büyüklerindendi.
Fakat, o vakit sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve
Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun
tabakasının üst tarafında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz.
Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
SİFÛ’LBAHR SEFERİ
(Hicret ‘in 8. senesi, Receb ayı)
Resûli Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı Muhacir ve
Ensâr’dan müteşekkil 300 kişilik bir birliğin başına kumandan tâyin
ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.751 Maksat, bu
İslâm düşmanı kabileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücâhidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu. Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeye kalkan mücâhidler, nihayet Sifû’lBahr’e [Deniz Sahili]
vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzakı Zülcelâl, denizden,
dalgalarla, kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti. Orada
kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler. Hiç kimseyle karşılaşmayan
mücâhidler, Medine’ye döndüler. Mücâhidler, Peygamber Efendimize,
deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir
şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular. Peygamber Efendimiz,
“O, Allah’ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır.” buyurdu ve ilâve
etti: “Yanınızda, o balığın etinden bir şey varsa, bize de yedirseniz!..”
Mücâhidlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan
getirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.