Risaletinden Önce insanlığın ve Dünyanın Durumu
Risaletinden Önce insanlığın ve Dünyanın Durumu
insanlığın ve Dünyanın Durumu
Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve
dünyanın manevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o
zaman Resûlullah’ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir
karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
Milâdî altıncı asır sonları…
Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık
kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle
çalıştığı bir asırdır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:
Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s. Bütün bu devletlerde;
A) Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi
İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan
zamanın insanları, âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen
azgınlar durumuna gelmişlerdi. Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah’a îman ve ibâdet yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere ve Yüce Kudret’in eseri olan eşyaya tapılmakta idi.
Yıldızlara, ateşe, kupkuru ve ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık “İlâh!” diye secde ediyordu. Ruh ve vicdanlar, tek Allah’a îmandan mahrum karanlıklara gömülü
bulunduklarından “Her şey, İlâhî Kudret’in eseridir.”
denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat, mânâsız,
abes ve gayesiz mütalâa ediliyordu! îman, irfan ve basiretten mahrum bu
zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını
biliyorlardı da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza
eden Kâinat Kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden
mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı.
Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, tevhid inancını, Allah’ın
varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!
B) İnsanlar, Sınıflara Ayrılmışlardı
İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zayıf, avam
havas, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumda bulunuyordu.
Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü
sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını
andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran’ın durumuna beraberce bir
göz atalım: “Birçok ibtidaî kavimde olduğu gibi, İranlılar da birbirinden
tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan, dördüncüsünden
bütünüyle kopmuş dört sınıfa [kasta] ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf,
münhasıran Magi Kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya
Möbed denilen râhibler ve hâkimler, cengâverler ve resmî memurlardı.
Rençber ve san’at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı
teşkil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlerden ve toprağa
bağlı esir ve kölelerden [serflerden] mürekkepti ve bu sonuncuların
vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda
veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamıyla kendi hâllerine terkedilmiş,
aşılmaz manialarla ayrılmış oldukları —mal ve mülkünden şerbetçe faydalanan—
Dehkanlığa, yâni şehirliliğe bile yükselmeyi ümit edemezlerdi.”
Doğu Roma İmparatorluğunun hâli daha da acıklı ve ibretli idi: “Halk,
kendiliğinden birçok talî sınıfa ayrılmıştı. Bunlar: 1) Ne orduya alınan ve
ne de herhangi bir çeşit ticarete girişebilen toprak sahiplerinden
mürekkep Curule [Kürül] denilen sınıf, 2) İran’daki benzerleri gibi, toprak
sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden
muhtelif loncalara bağlı Haraç güzar [vergi veren] halk, 3) Askerî sınıftı.
Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi, ‘toprağı eken çiftçiler, saray
halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka bir şey değildi.””
Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Roma’nın
[Bizans’ın] o zamanki perişan durumunu, bakınız, nasıl hülâsa eder:
“Jüstinyen’in ölümü (528565) ile Muhammed’in (s.a.v.) doğumu arasında
geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâkı
bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve
Romalılar kadar irade ve faziletten mahrum milletler görülmüş değildir.”
Avrupa’da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim
elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir
eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdır. İstenildiği zaman alınır, arzu
edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiçbir hakları yoktu. Satılanlar köle
durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma
güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç
kimse, efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini
seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sâdece şu vardı: Bazı barbar memleketlerde,
hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek
suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!
Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde
de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı!
Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah’ın
en kıymetli mahlûku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve
dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette
sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar
arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa
döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı! Hâl diliyle, âdeta bu
büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu!
C) Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu
İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak
gerçek bir îman sayesinde mümkündür.
Gönülleri bu îmanın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları,
elbete, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık
olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini parayla
alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.
“Köle” diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp
satmak gibi, açık artırmayla satılıyordu! Efendi, kölesine her türlü
hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti!
Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine, insanlık
âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden
esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.
D) Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi
Hıristiyan devletlerde, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği “tevhid”
akîdesi, yerini bâtıl “teslis” inancına bırakmıştı. Papazlar, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din meydana getirmişlerdi.
Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda
din adına akıl almaz zülüm ve işkencelere başvuruluyordu.
Misâl olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’ın, Hıristiyanlığa zorla
döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hâdisesini
ibret nazarlarına sunarlar. İran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma,
çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terketme, alışılagelmiş
ölüm şekilleri arasında yer alıyordu. Konfiçyüs’le Çin, medeniyette ilerlemişken, Saadet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılmayla karşı karşıya
bulunuyordu. Kardeş kavgaları, dinmek bilmez bir hâl almıştı. Mezhep
ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
Habeşistan, İslâm’ın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu.
E) Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi
Allah’a îmanın verdiği haya ve korkudan mahrum, faziletten nasîbsiz
insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışta, haysiyet ve namusları ayaklar
altına alıcı âdi hareketlerde şerbetçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefa âlemleri, günlük işler arasında yer alıyordu.
Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zina, gasb ve baskın olayları, insanlık
denilen kutsî ve ulvî mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
İşte, tek bir misâli:
Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur
hâline gelmişti ki, bizzat Konstantiniyye Patriği, İmparatorun, kendi
öz yeğeniyle evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.
Kadın, alınır satılır basit bir metadan öteye geçmiyordu.
Evet, Milât’tan sonra altıncı asır sonlan, yedinci asrın başları, işte
böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehalet ve zulüm asrı durumundaydı.
Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü,
en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa,
ahlâksızlığa, vahşet ve dehşete şâhid ve sahne olmamıştı!
Manevî rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını
vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler
kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çâre olamayacaklarını
söylüyor ve ve yüzüne kapatılıyordu.
Gerçek Yaratıcı Yüce Allah’ı bilmemiş, tanımamış ve O’nun peygamberleri
vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta
birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya
hazır canavarlar misâli, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup
öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı!
İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, her şey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!
Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vaveylaları arşı çınlatıyor, kâinat
zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı hâline âdeta ağlıyordu!
Hülâsa, bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık
bulutu kaplamış bulunuyordu.
Bunun taptaze, manevî bir güneşin gözler, ruhlar, vicdanlar
kamaştıran eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere
daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu!
O Saadet Güneşi, bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki,
insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla,
hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun.
Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arzedilmiş, Allah’ın birer
mektubu olduğu bilinsin, idrak edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îman,
zulmün yerini adalet, huzursuzluğun yerini huzur, cehaletin yerini
ilim, ızdırabın yerini saadet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun.
Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök, aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarında varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin, Cenâbı Hakk’ı tanımak ve O’na îman edip, ibâdet etmek olduğunu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavuşmuş olsun!
Arabistan’nın Durumu
Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer
işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı
kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her şey
çağırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.
Kısaca göz atalım:
DİNİ DURUM
İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu.
Garib itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkarcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi
kabul etmiyorlar, “Bizim için dünya hayatın
dan başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan
başka bir şey değildir.” diyerek, güya keyiflerince hayat sürüyorlardı!
Resûli Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’ânı
Kerîm’inde Cenâbı Hakk, bu inancı taşıyanlara şöyle hitab edecektir:
“Ey Resulüm!.. Onlara de ki:
‘”Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda
şüphe olmayan Kıyamet Günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur.
Fakat, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.'”
Yine, o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve âhiret gününe inanıyor,
ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.
Kur’ân, şu âyetiyle, bu inanç sahiplerinin hâllerini anlatıyor:
“Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’ân’la geldiği
zaman, insanların îman etmelerine, ancak şöyle demeleri mâni oldu:
‘”Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?'”
Peygamber’in insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp,
bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu güruha, yine
Kur’ân, şu âyetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:
“(Ey Resulüm!.. Mekkelilere) Şöyle de:
‘”Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette
onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.'”
Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak âhiret
hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.
Kur’ânı Kerîm, bu gruba da şu âyetiyle işaret eder:
“(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri
kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?..’ dedi.”
Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:
“(Ey Resulüm!..) De ki:
‘”Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.'”
Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu.
Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara
tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:
“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!”
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken
de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak
kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk
tevhid evi Beytullah’ı, bu inançlarının eseri olaraK 360 adet putla doldurmuşlardı.
İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz.
Ömerû’lFaruk (r.a.), Cahiliyye devrinde putlara tapma hususunda
başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Cahiliyye devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça
birine ağlar, diğerine ise gülerim!
“Beni ağlatan hâdise şu idi:
“Kız evlâdlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkate
muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem! Bunu hatırladıkça
kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.
“Beni güldüren hâdiseye gelince… Cahiliyye devrinde evlerimizde
putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan
veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet
gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz,
taptığımız helvadan putumuzu alır, yerdik! Bundan daha gülünç bir
hâdise var mı? Bunu hatıladıkça da, Cahiliyye zamanında ne kadar akıl
dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim!”
Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in tevhid dininin izlerine
de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen
silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle
“Hanifler” denilirdi. Zîra, Kur’ânı Kerîm’de “Hanif’ tâbiri Hz. İbrahim
için kullanılır: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan… O, Hanif Müslüman idi.”
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’ın
varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim, putlardan birinin şerefine kurulan
bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b.
Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilân etmişlerdi. Yine, akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arab’ın meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları
okumuş, putperestliği terkederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.
“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu
tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için
nübüvvetin kat’î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin
zuhur edeceğini, geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için,
o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binâendir ki, Efendimize risâlet
vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi.
Hattâ, Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.
Hicret’in 2. senesinde îman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz.
Resûli Ekrem’den birkaç hadîs de rivayet olunmuştur.
Efendimiz, bir gün, terkisinde Şerid b. Süveyd’le gidiyordu. Sahabîye,
“Ümeyye’nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?” diye sordu.
“Evet, biliyorum.” cevabında bulunan sahabî, arkasından da
Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz,
Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.
Sahabî, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûli Ekrem, şöyle buyurdular:
“Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.'” Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri îman etmiş, fakat kendisi dalâlette kalmıştır.” buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da, şüphesiz,
meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efendimizin peygamberliğinden
haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.
Putlar
Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.
Amr, Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada
Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabîlenin putlara taptığını görür. Bunların
ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz.” cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul
ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.
Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halkı, bu puta tapmaya teşvik
eder. Câhil halk, bu teşvike kapılarak, Hübel’e tapmaya başlar.
İşte, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikâyesi böylece başlamış oldu.
Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı
Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı. Kureyş, en büyük put olarak Uzza’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç Kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put,
Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları
bu iki kabîle Menat’tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.
Kelb Kabilesinin putu Ved idi ve Dûmetû’lCendel denilen mevkide bulunuyordu.
Huzeyl Kabilesi, Suva putuna tapar ve bu put Gatafan mevkiinde idi.
Hemdan Kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tazim
ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç Kabilelerinin putu, Yağus idi; Himyerîlerinki ise, Nesr…
Bekr Oğulları ve Kinane Kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara
tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca,
cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini
yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı. Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda… Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet…
Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar
muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.), inanç yönünden böylesine
cehalet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidâyet nuru ile
kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
AHLÂKÎ DURUM
Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefalet
içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar,
zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa
yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı.
Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaîf ve güçsüzlere
istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek
kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar,
işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda
basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı. Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hattâ zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehyediyordu:
“… Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi
fuhuşa zorlamayın; hele, iffetli olmak isterlerken… Kim onları zinaya
mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden
sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilân ediyordu. Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula mîras olarak intikal ediyordu.
Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti
Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir
felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca,
bâzan kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları
tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyorlardı:
Diyorlardı ki: “Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir.
Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz.”
Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya
gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince,
güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle
götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış
mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü. Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi. Kur’ânı Kerîm, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu âyetiyle bize haber verir:
“Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek
yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden
gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak
mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki, hüküm verdikleri şeyler ne kötü!'”
Câhiliyye zamanında bu çikin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İslâmiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resûlullah’a bu durumunu şöyle anlatmıştı:
“Yâ Resûlallah!.. Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara
tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi. “Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup
kuyuya atıverdim. “Onun, bana son sözleri şu oldu: “‘Babacığım!.. Babacığım!..'”
Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini
tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar
sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:
“Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yaptıklarınızı
orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez.”
İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb
ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zâten, Kâinat Sultanına gerçek
îmanın bulunmadığı bir kalbte, o sultandan korkunun bulunmadığı
bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!..
SİYASÎ NİZAM
Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden
de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabîlelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme hâlinde idiler. Her
an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye
hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı,
âdeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine
düşman olan kabîleye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı. Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabîle de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harb, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka
kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabîleler bulamazlarsa, birbirleriyle
savaşırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, “Kardeşlerimizden olan
Bekr’lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız!” bej/tiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabîleler ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı. Merkezî bir
hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada,
medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de
karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip
gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu.
Güçlünün ve itibarlının yaptıkları dâima yanına kâr kalırdı.
EDEBÎ DURUM
Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki,
İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belagat ve fesahat konularında
tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle
boy ölçüşecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını,
âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet
görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin
çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zîra, yegâne gayeleri olan şöhreti,
en güzel şekilde yayabilecek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi,
şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı. Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine, bu şâirin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı
olanlar bir anda barışabiliyorlardı. Eski zamanda şiire, “Arab’ın Defteri” deniliyordu. Zîra, Arab’ın ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akideleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden
nesile intikal edip geliyordu. Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
Yine, muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde
büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi.
Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi.
Çeşitli yerlerden gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur,
hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya
koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın
yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
Taif le Nahle arasında bulunan Sukı Ukaz, panayırların en büyüğü idi.
Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.
Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün
kabilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sahalarıydı.
Zilhicce ayında açılan panayırlar, 20 gün devam ederdi. Esirini fidyeyle
kurtarmak, dâvasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe
îrad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derece önem
verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.”
Böylece, İslâm’ın zuhuru sırasında Arabistan’da edebiyat, fesahat
ve belagat, zirveye ulaşmıştı. Âdeta, görünmez bir el, zihinleri ve
ruhları, Kur’ânı Mu’cizû’lBeyan’ın insanüstü üslûbuna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki,
Kur’ânı Azîmüşşan, edebiyat, belagat ve fesahatin zirvesinde nazil oluyordu.
Bu fesahat ve belâgati, i’caz [mûcizeliği] ve icazı [vecizliği] ile,
Arap edip, şâir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan
okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer]
getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur’ân’m üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ
idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Bir gün, bedevi
Arap ediplerinden biri, âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.
Hâdise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla
adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: “Sen de mi Müslüman oldun?”
“Hayır… ” diye cevap verdi bedevi edip: “Ben sâdece bu âyetin belagatına secde ettim!'”
İmrû’1Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi, âyetini
işitince, doğruca Kabe’ye vardı ve, “Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belagat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!” diyerek, kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer
Muallakat da birer birer indirildi. Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz “Muallakatı Seb’a [Yedi Askı]” şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış,
asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler,
Hammadû’rRaviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kabe duvarına asılan şâirler şunlardır:
İmrû’lKays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris b. Hiliza (veya A’şâ). İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi
verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette
ihtiyaç vardı. O zât da Ezelî Kader’in hükmüyle tesbit edilmişti: Hz. Muhammed (s.a.v.).
O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî manevî şeklini
değiştirecekti, insanların yüzlerini dünyadan âhirete, fânî sevgililerden
Mahbubu Bâkî’ye çevirecek ve bununla insanı maddî manevî saadete erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların
başı boş olmadığını, kâinatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilân edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en
güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, “Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gelmiş, niçin gelmiş
ve nereye gidecekler?” gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, razı
olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilân edecekti. İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük
vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu!
Kuss B.Saide Efendimizi Haber Veriyor
Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.
Arab’ın Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan
Hicaz’daki “Sukı Ukaz,” renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde
pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada, kızıl tüylü bir deve
üstünde 100 yaşını aşmış bir pîri fânî peydahlandı. Gözleri çukura
kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad
Kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenâbı Hakk’ın varlık ve birliğine,
haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakimi idi. Fesahatıyla
dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta
dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:
“Ey insanlar!.. Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür,
ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar
doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken, hepsi ölüp gider!
Hâdiselerin ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz,
dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir
büyük dîvan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur.
Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı
kalıyorlar? Yoksa, orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim,
yemin ederim ki, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz
dinden daha sevgilidir! Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi
vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu
o kimseye ki, ona îman eder; o da kendisine hidâyet eyleye! Yazıklar
olsun, ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.. Yazıklar olsun,
ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..
“Ey insanlar!.. Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy sop?..
Hani o süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semud
kavimleri?.. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben
sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavunla Nemrud? Onlar,
zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular?
Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile
çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi
köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, onların
yolundan gitmeyin! Her şey fânidir; bakî olan, ancak Allah’tır. Ki O,
birdir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O’dur. Doğmamış
ve doğurmamıştır! Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur!
Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük
küçük hep göçüp gidiyor! Giden geri gelmiyor! Kat’î bildim ki, herkese
olan, size ve bana da olacaktır.”
Garibtir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hatemû’lEnbiya’nın pek
yakında geleceğini haber veren Kuss b. Saide, o anda kendisini dikkatle
dinleyenler arasında, geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersizdi!
Câhiliyye devrinde Cenâbı Hakk’ın kalblerine hidâyet ihsan ettiği
bahtiyarlardan biri olan Kuss b. Saide’nin bu hitabesinden az zaman
sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.
Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek
yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasîb olmadı.
Aradan yıllar geçti.
Beni İyad’ın müvahhid ve Hz. İsa’nın dinine mensup bulunan büyüğü
Carud b. Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını
öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber
Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, “Seni hak peygamber
olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, senin vasfını İncil’de
buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve
seni gönderen Allah’a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki,
Allah’tan başka ilâh yoktur ve sen, Allah’ın resulüsün!” diyerek Müslüman
oldu. Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.
Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahri Kâinat Efendimiz, sordu:
“İçinizde Kuss b. Saide’yi bilen var mı?”
Carud, “Elbette yâ Resûlallah!..” dedi, “Hepimiz onu biliriz. Hususan
ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!”
Bunun üzerine Resûli Zîşan Efendimiz şöyle buyurdular:
“Kuss b. Saide’nin bir zamanlar Sukı Ukaz’da bir deve üzerinde,
‘Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!’ diye okuduğu hutbesi
hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki,
hepsi hatırımda kalmış olsun!”
Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Resûlallah!..”
dedi, “Ben de o gün Sukı Ukaz’da hazırdım. Kuss b. Saide’nin söylediği
sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!”
Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar Huzuru Risâlet’te okudu.
Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss’un şiirlerinden
birkaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Haremi Şerifte, Haşîm Oğullarından
Muhammed’in (s.a.v.) peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan etmişti.
Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Câhiliyye devrinde
hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
“Ümit ederim ki, Cenâbı Hakk, Kıyamet Gününde Kuss b. Saide’yi ayrı
bir ümmet olarak hasreder!”