HZ.MUSA ALEYHiSSELÂM
HZ.MUSA ALEYHiSSELÂM
peygamberler tarihi ansiklopedisi; ismi ve Nesebi Bütün israiloğulları Yakûb aleyhisselâmın 12 oğlundan çoğalmışlardır. Bu oğullarından Lâvî ismindeki oğlu, Nâbite isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsûn, Merzî, Merdî ve Kâhis adlı çocukları oldu. Kâhis 46 yaşında iken, Kâhî isimli bir hanımı nikâh etti. Kâhis’in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de bü- yüyüp yetişince, Semyet isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten imrân dünyaya geldi. Yasher uzun bir ömür sürdü. Oğlu imrân, Nüceyb isminde bir hanımla evlendi. (Hazreti Musa’nın annesinin ismi; Yûhâbiz, Eyariha ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir.) Bu evlilikten ise, Hazreti Harûn ve Hazreti Musa doğdu. Mûsâ ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nâsına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor. israiloğullarının dramı Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır’da hüküm süren ve kendilerine Şravun ismi verilen hükümdarlar vardı. Bunlardan Reyyân bin Velid, Hazreti Yusuf’u, bütün hazinelerin başına Maliye Nazırı olarak tayin eden ve ona inanan, mümin bir zat idi. Reyyân vefat edince, Kâbûs bin Mus’ab, Şravun (Mısır Sultanı) oldu. Hazreti Yusuf’u vazifeden almadı. Hazreti Yusuf onu imana davet etti, fakat kabul etmedi. Bu ve sonra gelen Şravunlar, israiloğullarına kıymet vermediler. Kâbûs, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zalim bir hükümdardı. Hazreti Yusuf, bu hükümdar zamanında vefat etti. Kâbûs’un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helâk oldu ve yerine kardeşi Ebü’l Abbas geçti. Ebü’l Abbas’ın da bundan farkı yoktu. Hatta Kâbûs’dan daha zengin, dap ha kibirli, daha zorba ve daha zalim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kâbûs bin Mus’ab ve kardeşi, Amâlika kabilesinden idi. Bu şravun kavmini toplayarak ben sizin rabbinizim diyerek kendisine tapınmaya çağırmıştı. Kendi kavmi ona itaat etmiş, israiloğulları ise ibrahim aleyhisselamın bildirdiği atalarının dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Şravun da israiloğulları üzerindeki baskıyı daha da artırdı. Yusuf aleyhisselâmdan sonra israiloğulları Mısır’da kaldılar. Doksan üç kişilik bir kaşle hâlinde gelen israiloğulları, Mısır’da hızla çoğaldılar. Kendileri; Yusuf, Yakûb, ishak ve ibrahim’in (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dine bağlı olup, inanç ve ibadetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda israiloğullarına hakaret gözüyle bakarlardı. Yusuf aleyhisse lâm zamanında israiloğullarının gördüğü itibar, gün geçtikçe azalarak kaybolmuştu. Hatta ezilen bir sınıf hâline gelmişlerdi. Şravunlar da pek zalim, gaddar kimseler oldukları için, tebaaları olan, yani saltanat mülkü içinde bulunan israiloğullarını esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı. israiloğulları, Kıbt kavminin muamelelerinden, Şravunların baskı ve zulümlerinden tamamen usanmışlardı. Zira israiloğulları en ağır işlerde çalıştırılıyordu. Bu baskılardan kurtulmak için dedelerinin, yani Yakûb aleyhisselâmın yurdu olan Kenan diyarına gitmek istedilerse de, bir türlü yakalarını Şravunun pençesinden kurtarıp Mısır’dan dışarı çıkamadılar. Zira Mısırlılar için onlar, her işe gönderilen, icabında bedava çalıştırılan bir işçi idiler. On iki kabile olan israiloğullarının her bir bölüğü, Hazreti Yakûb’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir önderi vardı. Bunlara, Yakûb aleyhisselâmın torunları manasına, Esbât-ı Benî israil denilirdi. Bu on iki kabilenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emîr altında birleştirecek bir baş, bir önder lâzım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip Şravuna karşı koyabilirler ve esaretten kurtulabilirlerdi. O zamandaki Şravun, pek alçak ve çok zalim idi. Şravunlar içinde, onun kadar katı kalbli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak teâlâya karşı onun kadar büyük konuşan, israiloğullarına onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. isrâiloğullarına çok eziyet eder; kimini inşaat, kimini ziraat, kimini de kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır ve çirkin hizmetleri onlara verirdi. Şravunun kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, israiloğulları kısım kısım idi. Bazıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bazıları Şravun için köşkler ve saraylar bina ederlerdi. Bir kısmı marangozluk ve demircilik gibi sanatlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı. Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecburiyetinde idi. şayet bunlardan biri gü- neş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Şravunun zulmü altında, israiloğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Şravun çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince, bütün gücünü, israiloğullarına zahmet vermekte, onları en ağır işlerde çalıştırmakta harcamıştır. Şravunun rüyası Şravun bir gece rüyasında; Beytülmukaddes’ten çıkan bir ateşin, Mısır’ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıbtîleri yakıp, israiloğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Şravun, telâşla hemen kâhinleri, sihirbazları, rüya tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyasının tabirini istedi. Onlar rüyayı şöyle tabir ettiler: “Yakında israiloğulları içinde bir çocuk dünyaya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dininizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu tabir, Şravun için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icabeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakı- şan en çirkin kararı verdi. Merhamet hislerinden tamamen mahrum olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi aileden doğacağını bilemediğinden, israiloğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “israiloğullarından doğum esnasında kız çocukları dışında, elinize dü- şen her oğlanı öldürün!” dedi ve başlarına amirler tayin edip, emrin yerine gelmesini temin etti. Hazreti Musa’nın doğumu israiloğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zatın yetişeceğini, kendilerini Şravun ve Kıbtîlerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zatın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına götüreceğini biliyorlardı. Bu zatın meydana çıkmasını ümit ediyorlar; bunun bir an önce gerçekleşmesini bekliyorlar; yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümitle sabrediyorlardı. Şravun; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. israiloğullarının hamile kadınları zorla yatırılır, bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azap, doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. israiloğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hâle dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu. Bunun üzerine, Kıbtîlerin reisi, Şravuna müracaat edip; “Sen, israiloğullarının çocuklarını öldürü- yorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gayet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak!” diyerek endişelerini bildirdi. Şravun, israiloğulları- na merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan Kıbtîlerin ısrarlarının fazlalığı sebebiyle, biraz yumu- şar gibi göründü. istemeye istemeye, israiloğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldü- rülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti. Şravunun emriyle, do- ğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lâvî neslinden, yani Hazreti Yakûb’un üçüncü oğlu olan Lâvî’nin torunlarından Imrân isimli bir zatın sulbünden, annesi, Hazreti Musa’ya hamile oldu. Şravunun, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, israiloğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Hazreti Musa’nın annesinin yakından tanıdığı, samimî olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Hazreti Musa’nın annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “işte benim do- ğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür!” diyerek ondan yardım istedi. O da “Peki” deyip eve geldi. Nihayet doğum ger- çekleşti. Hazreti Musa do- ğar doğmaz, mübarek alnında bir nur parladı. Ebe, bunu görünce, o nurun tesiriyle bütün vücudunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teâlâ tarafından, Hazreti Musa’ya karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nurlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile âdeta yerinde duramayarak, Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: iyi ki bu doğuma beni davet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, baş- ka hiçbir şeyi onun kadar sevmedim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hamile olduğun, vazifelilerin kayıtlarında vardır. Ben buradan çıktıktan sonra, buraya hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhafaza eyle! Ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bazı vazifeliler hemen kapıya geldiler. içeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen annesine haber verdi: – Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Şravunun adamları var! Hazreti Musa’nın annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmez hâldeydi. Çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan gö- rünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Hâlbuki tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o, bunu telâştan farketmemişti bile. Şravunun adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimali hiç akla gelmediğinden, tandıra bakmadılar. Allahü teâlâ- nın hikmeti, Hazreti Musa’nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hâli görülmüyordu. Adamlar hayretle Musa aleyhisselâmın annesine sordular: Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi? – O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyarete gelmişti. Bunun üzerine Şravunun adamları çıkıp gittiler. Hazreti Musa’nın annesi bu hâlin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı ba- şına geldi. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Orada bulunan kızına sordu: Çocuk nerede? – Bilmiyorum. Zira annesi çocuğu saklarken, o kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, “Ben buradayım!” diye, haşf bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havli ile oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiçbir zarar görmemişti. Allahü teâlâ ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, Hazreti ibrahim’e ateşin gülistan olması gibi… Hazreti Musa’nın annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerparesi, Şravunun zararından şimdilik korunmuş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı. Bununla beraber, Şravunun casusları tarafından, do- ğumun er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Allahü teâlâ, Hazreti Musa’nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Şravunun adamlarından bir zarar gelmesi durumunda, onu Nil nehrine bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini ve bir de Hazreti Musa’nın peygamber olacağını, bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir. Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Biz, Musa’nın annesine şöyle ilham ettik: Musa’yı emzir! Ona bir zarar gelmesinden korkarsan, onu Nil nehrine bırak, boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.) [Kasas 7] O, bu ilham ile oğlunu bir sandık içinde Nil nehrine bırakmak istedi. Hazreti Musa’nın doğumundan birkaç gün sonra, Kıbtîlerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasışarını bildirdi. Kıbtî marangoz hayretle sordu: – Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki? O ise yalandan hiç hoş- lanmadığı için hakikati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Musa aleyhisselâmın annesinin istediği sandığı yapan marangoz, sonra gidip bunu Şravunun memurlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanları na varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup, hiçbir şey konuşamaz oldu. Hiçbir söz söyleyemediği gibi, işaretlerle de hiçbir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından, döverek, hakaretle onu dışarı attılar. Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaş- kınlığı içinde dükkânına dönünce, hikmet-i Huda, dili açıldı. Derdini anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güya kendisini müdafaa edecek, haklı bir gaye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakaret görüp, dışarı atıldı. Pek perişan ve acınacak hâle düştü. Biraz evvel sapasağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilâhî bir ikaz ve ceza olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “şayet dilim açılır da bu musibetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyece- ğim ve bu sırrı hiçbir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim!” diye ahdetti. Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin neticesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü teâlâya iman edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazreti Musa’nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu. Bu marangozun yaptığı sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazreti Musa’nın annesi sandığı aldı. içine pamuk koydu ve Hazreti Musa’yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sonra sı- kıca kapayıp, bağladı ve Nil nehrine bırakıverdi. Bir anne için, yeni doğ- muş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilham olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sular, sanki onu taşımanın idrakinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı. Nil nehri, Şravunun sarayının civarından geçerken, büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen hizmetçiler, sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. içinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Şravunun hanımına götürdüler. Bu arada Şravun, Asiye binti Müzâhim ile evlenmişti. Asiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibi idi. Bu hanım, Yusuf aleyhisselâm zamanında Mısır Sultanı olan ve Hazreti Yusuf’a iman eden Reyyân bin Velid’in neslinden idi. Şravunun hanımı olan Asiye, sandığı açınca, şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir erkek çocuk vardı. Allahü teâlâ Asiye’nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Asiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu. Hazreti Musa Şravunun sarayında Doğan çocukları öldürmekle vazifeli olanlar, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Hazreti Asiye’nin yanına gelerek, çocu- ğu öldürmek istediler. Hazreti Asiye, onlara dedi ki: Sabredin! Bu çocuk israiloğullarını arttırmaz ya… Ben Şravuna gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. şayet öldürülmesini emrederse, o zaman size ne sözüm olur ki? Sonra bebeği Şravuna götürdü. Şravun, bebeğin öldürülmesini isteyerek dedi ki: – Bunun israiloğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helâk olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir. Hazreti Musa’ya candan bağlanan Hazreti Asiye, “Bu çocuk, benim ve senin göz nurumuz olsun. Onu öldürmeyin! Olur ki, bize faydası dokunur, yahut onu evlât ediniriz.” diyerek, Şravun, çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu. Hatta, bu çocuğun israiloğullarından olduğunun kat’î belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimalinin de bulunduğunu bildirdi. Şravun, bu ısrar karşısında, öldürmek şkrinden vazgeçti. Onu evlât edinmek hususunda ise; “Ben istemem, senin olsun!” dedi. Tefsir âlimleri; (şayet, Asiye gibi Şravun da Musa aleyhisselâmı benimsemiş olsa ve; “Evet, beraberce bunu evlât edinelim!” deseydi, Allahü teâlâ, Asiye’ye nasip ettiği gibi, ona da hidayet verirdi.) diye bildirmişlerdir. işte o günden sonra, Hazreti Musa, Şravunun sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecelli ve ne büyük bir hikmettir ki, Şravun, bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazineler sarfediyor; binlerce masum yavrunun kanını akıtı- yor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini dağlıyor; bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyü- tüyordu. Hem de tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Buna benzer misallere tarihte çok rastlanmıştır. Ekseri zalimlerin, kendi ellerinde besledikleri, kendisini pek aşağı gördüğü, hatta hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helâk edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Allahü teâlâ, o zalimlerden intikamını başka suretle de almaya elbette kadir olup, her şeye gücü yeter. Hazreti Musa’nın süt annesi Sarayda, Asiye tarafından evlât edinilen Hazreti Musa için, o gün bir süt anne bulunması kararlaş- tırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiçbirini emmedi. Zira ilâhî takdir onun yabancı kadından emmesine izin vermiyordu. Zira onun, annesine iade edileceğine dair hüküm verilmişti. Diğer taraftan, Hazreti Musa’nın annesi, çocuğunu Nil nehrine bıraktıktan sonra, dikkat çekmemesi için sandığı kendisi takip etmemişti. Bu görevi Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem’e vererek dedi ki: Kardeşinin ardı sıra git! Onu takip et! Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir! Meryem, kardeşi Musa’nın bulunduğu sandığı takip etmişti. Sandığın Şravunun sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandı- ğını, bunun için pek çok kadının saraya geldiğini gördü. Hatta gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Musa aleyhisselâmın, onlardan hiçbirinin sütünü emmediğini görünce, sevinerek dedi ki: – Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim ve onun buraya gelmesinde size yardım edeyim mi? Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye azamî gayret gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalı- şıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir hâlinin oldu- ğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Şravunun veziri Haman oldu. Haman, Meryem’e çıkıştı: – Senin telâşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha?!. Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu bildiğinden, hemen kendini toparlayarak cevap verdi Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telâş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim, o kadar… Meryem böyle söyleyince, hemen onunla ilgilenerek dediler ki: Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol! O benim annemdir. Annenin oğlu var mıdır? Harun isminde bir oğ- lu vardır. Çocukların öldürülmediği sene doğmuştu. Bu söylediklerin gerçekten doğru ise, o kadını getir! Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Şravunun sarayına götürdü. Annesi saraya geldiğinde, oğlu, Şravunun ellerinde ağlıyor, Şravun ise onu dindirmeye çalışıyordu. Oraya giren annesi, çocuğu kucağına alır almaz, sesini kesti. Sütünü kabul edip, emmeye başladı. Şravun da günde bir dinar ücretle, Musa’yı ona, süt çocuğu olarak verdi. Bundan sonra, Hazreti Musa’nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü teâlânın, “… Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz…” şeklindeki vaadi gerçekleşmiş oldu. Nitekim Kasas suresinin 13. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (işte böylece biz, Musa’yı annesine iade ettik. Ta ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü teâlânın vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lâkin insanların çoğu, Allahü teâlânın vaadinin hak olduğunu bilmez.) Hazreti Musa’nın annesi, evlâdının Şravunun eline geçtiğini öğrenince, çok üzülmüştü. Fakat Allahü teâlâ ona sabır ihsan ederek kendine hâkim olmuş; böylece sabrının kar- şılığını görmüştü. Hazreti Musa’nın, diğer süt annelerin sütlerini emmediği hâlde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Haman; Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: Bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütü- nü hiç kabul etmediği hâlde, senin sütünü kabul ettiğine göre, sen her hâlde bu çocuğun annesisin! – Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca, hemen bana sarılır ve sütümü emer. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun!” diye iltifat ettiler ve her biri ona altın ve cevahirden, çeşitli hediyeler verdiler. Böylece Asiye’nin evlât edindiği Hazreti Musa’ya süt anne bulunmuştu. Asiye; Musa aleyhisselâmın annesine dedi ki: Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu burada emzir! Muhakkak ki ben, hiçbir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum. Hazreti Musa’nın annesi, evindeki çocuğu Harun aleyhisselâmdan bahsederek şöyle cevap verdi: – Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helâk olurlar. Müsaadeniz olur, gönlünüz rahat ederse, çocuğu bana verin, evime götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi hâlde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam. Onun, oğlu Hazreti Musa’ya olan şefkatinin çokluğu sebebiyle; “Her hâl ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım!” demeyip de; “Evime götürmeye müsaade ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi hâlde evimi ve çocuğumu terk edemem!” gibi Asiye’yi zorlayıcı bir ifade kullanmasının sebebi vardı. Çünkü Allahü te- âlâ, kendisine çocuğunu yakın zamanda iade edeceğini vadetmişti. Kat’î olarak biliyordu ki, Allahü teâlânın vaadi haktır ve mutlaka gerçekleşir. Nihayet Asiye bu tekliş kabul etti ve annesi, Hazreti Musa’yı alıp evlerine getirdi. Ciğerparesini, nehre emanet ederken gönlü mahzun; Şravunun eline geçtiğini işitince de öldürecekleri endişesiyle perişan vaziyette olan gönlü yaralı anne, ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, her hâliyle rahat ve neşeli idi. Şravunun sarayında herkesten iltifat görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zayi olmasından korktuğu ciğerparesi kucağında bulunuyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve süruru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazreti Musa’nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü teâlâya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, âdeta kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu. Bü- tün bu heyecan ve coşku esnasında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evlâdım, ciğerparemdir!” diye haykırıverse, durum tamamen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekâlâ biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü tealâ onu muhafaza etti ve bu hususta bir tek kelâm söylettirmedi. Musa aleyhisselâm biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Asiye, Hazreti Musa’nın annesine; “Çocuğumu bana getirmeni istiyorum!” dedi. Sonra sarayda yapılması için aralarında bir gün tayin ettiler. Asiye, hususî adamlarına ve memurlarına da dedi ki: Biriniz noksan olmamak üzere, hepiniz, oğlumu hediye ile karşılayacaksınız! Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnasında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır! Annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazreti Musa, sarayda Asiye’nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merasimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki hususî odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. içeriye girince, Asiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikramda bulundu. Annesinin, çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Şravuna götürülmesini, onun da ikramda bulunacağını söyledi. Hazreti Musa’yı Şravuna götürdüler. Şravun onu alıp, kucağına oturttu. Şravunun sakalı çok uzundu. Musa aleyhisselâm, Şravunun sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hatta kıl da kopardı. Yüzüne bir de tokat attı ve elindeki kamçı ile de Şravunun ba- şına vurdu. Şravun çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düş- manım budur!” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Şravunun hanımı Asiye, bu haberi öğrenince, koşarak Şravunun yanına gelerek sordu: – Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün? Şravun da Musa aleyhisselâmın yaptıklarını anlattı. Asiye dedi ki: – O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ona bir iş yapayım da, o zaman benim haklı olduğumu anlayacaksın. Altın, yakut gibi kıymetli şeyler ile birlikte bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yakutu alırsa, akıllıdır. O zaman onu öldürt! Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur. Hazreti Asiye, Hazreti Musa’nın yanına, içinde altın ve yakut olan bir tabak ile yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Musa aleyhisselâm, elini mücevhere uzatırken, Cebrail aleyhisselâm, elini ateş koru bulunan tabak tarafına çevirdi. Musa aleyhisselâm bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübarek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. (Bu yara, konuşmasına tesir etmişti. Ta ki, ilk olarak Tûr dağına çıktığında, dilindeki bu hâlin gitmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ da kabul edip, artık o hâlden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince de çok fasih, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.) Bunun üzerine Asiye, Şravuna şöyle dedi: – Yaptığının, düşündü- ğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını bilmez! Bunun üzerine Şravun da öldürmekten vazgeçti. Bu yolla da Allahü teâlâ, Şravunun yapacağı kötü- lüğü ondan çevirdi. Hazreti Musa’nın Kıptîyi öldürmesi Hazreti Musa Şravunun sarayında izzet ve ikram içinde kaldı. Allahü teâlâ, Şravuna ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes, kalbinde ona karşı bir muhabbet hâsıl oldu- ğunu hissederdi. Allahü te- âlâ, onun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin, onu sevmemesi, ona âşık olmaması mümkün değildi. Bu hususta ayet-i kerimede mealen, ([Ya Musa! Sevilmen] ve benim nezaretimde yetiştirilmen için, sana, kendimden sevgi verdim.) [Tâ- hâ 39] buyuruldu. Müfessirler; yukarıdaki ayet-i kerimenin meali; “Her görene seni sevdirdim. Hatta Şravuna seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Asiye binti Müzâhim de seni sevdi ve evlât edindi.” şeklindedir, demişlerdir. Hazreti Musa bu şekilde Şravunun sarayında yetişti, büyüyüp gelişti. Artık, Şravunun binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseler giyerdi. insanların çoğu, Şravunun oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlıktan ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabalarını öğrenip, onların yanına gitti. Onları ziyaret etti. Musa aleyhisselâm rüşd ve olgunluğa kavu- şup, kendine ilim ve hikmet verilince, Şravunun dininin bâtıl, bozuk oldu- ğunu bildi. Zaten Allahü teâlâ, diğer peygamberler gibi onu da muhafaza etmiş, Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmek bir yana, böyle şeylere hiç yaklaşmamıştı. Hikmet ve ilim verilince, Şravunun ve çevresinin dinlerinin bozukluğunu, daha iyi anladı. Bundan sonra, Şravunun ve kavminin içinde bulundukları hâli ayıplamaya, onların zulüm yaptıklarını anlatmaya başladı. Hazreti Asiye’nin her türlü gayretine, yatıştırmaya çalışmasına rağ- men, Şravun ve onun kavmi olan Kıbtîler, Hazreti Musa’yı aralarından ayırmaya, yanlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Korkutmaya kalkıştılar. Hazreti Musa da onların arasından ayrılıp çıktı. Bu sebeple, Şravunun bulunduğu beldeye, gizlice girerdi. Çünkü Kıbtîler tehdit ediyorlardı. Bir de onlar her kötülüğü yapabilirlerdi. Hazreti Musa, birgün Münif isimli bir beldede, Mısırlı bir Kıbtî kâşrinin, israiloğullarından birine işkence ettiğini gördü. işkence gören Sâmirî isminde biri, hasmı da Fâtûn isminde Şravunun ekmekçisi idi. Fâtûn, sarayın mutfağı için odun satın almış ve Sâmirî’ye; “Bu odunları taşı!” demişti. Taşımayınca da ona zulmetmeye başlamıştı. Sâmirî, kendine haksızlık yapan Mısırlı- ya karşı, Hazreti Musa’dan yardım istedi. Musa aleyhisselâm Sâmirî’yi onun elinden kurtarmaya çalıştı. Eliyle Kıbtînin göğsüne vurunca, adam düşüp ölüverdi. Hazreti Musa yaptı- ğı bu işten mahcup oldu ve Allahü teâlâya şöyle niyazda bulundu: – Bu maktulün yaptığı iş, aşikâre azdırıcı bir düş- man olan şeytanın amellerindendir. Ya Rabbi! Senin emrin olmadan o Kıbtînin ölümüne sebep olmakla ben nefsime yazık ettim. Benim hatamı magşret eyle! Sâmirînin nankörlüğü Kıbtînin ölmesi hâdisesini; kavgada bulunan Sâ- mirî’den başka hiç kimse bilmiyordu. Kıbtîler, hâdiseyi haber alınca, o sırada şehirde bulunan Şravuna gelerek dediler ki: – israiloğulları yakınlarımızdan olan bir adamı öldürdüler. Onlardan bizim hakkımızı al! Bu yaptıklarını yanlarına koyma! – Öldüreni ve şahitleri bana getirin! Bunun üzerine o kadar araştırdılarsa da, bir delil bulamadılar. Şravun, aranılan şahsın bulunması için şehirden ayrılmadı, o gün orada kaldı. aleyhisselâm, şehirde olanları öğrendi. Hazreti Musa’nın, Kıbtînin elinden kurtardığı kimse, her ne kadar israiloğullarından ise de mümin değildi. Nitekim, Musa aleyhisselâm, “Hata ile Kıbtî- nin ölümüne sebep olduğum için, Allahü teâlâ beni affetmekle ve Şravuna yakalattırmamakla bana ihsanda bulundu. Öyleyse ben, bu nimetlerin hakkı için bir daha hiçbir kâşre arka çıkmayayım, yardım etmeyeyim.” diye düşündü. Hazreti Musa, sabah olunca, yeni durumdan haberdar olmak istiyordu. Çarşıya çıktığında bir de ne görsün? Dün Kıbtînin elinden kurtardığı israiloğlu, bugün de yine bir Kıbtî ile kavga etmiyor mu? israiloğlu yine Hazreti Musa’dan yardım isteyince, Hazreti Musa ona dedi ki: şüphe yok, sen, elbette apaçık bir azgınsın! Bu sözüyle, “Dün kavga ettin. Kavgaya beni de kattın. şimdi bir başkasıyla dövüşüyor, yine yardı- mımı istiyorsun. Nedir senin bu yaptığın? Dünkü hâdiseden ibret almadın mı? Niye gücünün yetmediği kimselerle dövüşüp duruyorsun?” demek istedi. Bununla beraber, ona yardım etmemesi hâlinde, israiloğlunun, dünkü hâdiseyi Şravunun adamları- na bildirmesi ve kendisini ele vermesi ihtimaline karşı, yine de yardım etmek istedi. Bununla beraber maksadı, çabucak onu Kıbtînin elinden kurtarıp, onun muhtemel zararından kurtulmak için çabucak oradan uzaklaşmaktı. Kıbtîyi tutup, israiloğlundan ayırmak için, aceleyle üzerine yürüdü. Hazreti Musa’nın biraz evvel söylediklerinden, israiloğlu çok korkup, Hazreti Musa’nın Kıbtîyi değil de, kendisini tutmak istediğini zannetti ve heyecanla bağırdı: – Ya Musa! Dün ölümüne sebep olduğun adam gibi, bugün de beni katletmeye mi kastediyorsun? Ara buluculardan olmayı arzu etmiyorsun da, bu yerde, yaman bir zorba mı olmak istiyorsun? Orada israiloğlu ile kavga eden Kıbtî, hasmından bu sözleri duyunca, dünkü Kıbtî Fâtûn’un ölü- müne sebep olanın, Musa aleyhisselâm olduğunu anladı. Ellerinden sıyrılıp kurtuldu ve koşarak Şravunun yanına gitti. Şravun ile görüşmek istediğini, mühim bir şey bildireceğini söyledi. Şravuna haber verildiğinde, Şravun, görüşme isteğini kabul ederek dedi ki: Onu içeri alabilirsiniz. Kendisi yakın tanıdığımız, dostumuzdur! içeri alınan Kıbtî, olanı biteni Şravuna anlattı. Bunun üzerine, önceki gün ölen Kıbtînin yakınları, hemen kısas yapılmasını, yani ölen akrabaları yerine, Hazreti Musa’nın katledilmesini istediler. Şravun ile etrafındakiler ve bir de Kıbtî kavminin ileri gelenleri toplanarak, aralarında isti- şare edip, kısas yapılmasını kararlaştırdılar. Hatta istişare etmekten, birbirlerinin şkirlerini almaktan ziyade, Musa aleyhisselâmın katledilmesi için birbirlerine emirler veriyorlardı. Nihayet Şravun, derhal Hazreti Musa’nın yakalanması ve katledilmesi için emrini verdi: Onu bulun! şehirden çıkmamıştır. Başka bir yere gidemez. Yol bilip çıkartacak birisi değildir. Hazreti Musa’nın Medyen’e gitmesi Şravunun, Hazreti Musa’yı yakalamaları ve katletmeleri şeklinde askerlerine emir verdiğini öğrenen bir kimse, koşarak, en kestirme yollardan geçip, Musa aleyhisselâmın yanına geldi. Durumu haber vererek dedi ki: Ya Musa! şehrin ileri gelenleri senin hakkında müzakere yapıyorlar. Ölen Kıbtîye kısas olarak seni öldürecekler. Hemen bu şehirden çık, git! Muhakkak ki ben, senin iyili- ğini isteyenlerdenim. Bu haberi veren Şravunun amcasının oğlu olup, mümin bir zat idi. ibrahim aleyhisselâmın dini üzere ibadet ederdi ve kavminden imanını gizlerdi. Musa aleyhisselâma peygamberliğinin bildirilmesinden sonra da, ona ilk inanan kişi bu Hazkîl oldu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ümmetlerin, önde gelenleri üçtür. Bunlar, Allahü teâlâya bir an imansızlık etmediler. Şravunun ailesinden mümin olan Hazkîl, Habîb-i Neccâr ve Muhammed’in [sallallahü aleyhi vesellem] ehl-i beytinden Ali bin Ebî Tâlib. En üstünleri de budur.) Hazkîl’in haber vermesi üzerine, Musa aleyhisselâm, yolda yakalanmak ve herhangi bir taarruza uğ- ramak tehlikesine karşı, etrafını gözetleyerek, hemen şehirden dışarı çıktı ve Allahü teâlâya şöyle münacatta bulundu: – Ya Rabbi! Bana bu zalim kavimden kurtuluş ihsan eyle veya beni onlarla karşılaşmaktan, onların beni yakalamalarından muhafaza eyle! Allahü teâlâ da, onun duâ ve münacatını kabul buyurup, onu muhafaza etti. Musa aleyhisselâm böylece tam bir selâmet içinde Medyen şehrine doğru yü- rümeye başladı ve “Ümit ederim ki, Rabbim beni doğru yola sevkeder de Medyen’e giderim.” dedi. Hazreti Musa o şehirden çıktığında, ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Zira, daha önce herhangi bir yere seyahat etmemişti. Bu sebeple, şehirden çıktığında, tam bir hayret içinde idi. Yol arkadaşı olmadığı gibi, yiyeceği de yoktu. Herhangi bir gizli yol bilmediğinden, bilinen, görünen ana yolu takip ederek yürü- yüp gitti. Şravunun adamları ise, idam edilmek için aranan bir kimsenin, meydanda, ortada, ana yolda bulunmasına ihtimal bile vermediklerinden, ana yola hiç bakmadılar. Hazreti Musa ise, rahatça yoluna devam etti. Musa aleyhisselâm yola koyulduğunda, Cebrail aleyhisselâm ona gelip, şuayb aleyhisselâmın bulunduğu beldenin yolunu gösterip; “Medyen’e git!” dedi. Musa aleyhisselâm, Mısır’dan çıkıp, Medyen’e doğru yol aldı. Aradaki yol, sekiz günlük mesafe idi. Yani, Kûfe ile Basra arası kadar mesafe idi. Bu uzun yolculukta, Allahü teâlâ tarafından vazifelendirilen iki melek, insan şeklinde Hazreti Musa’ya yol arkadaşı oldular. Nihayet, bir sabah vakti Medyen şehrine yaklaşan Hazreti Musa, uzakta Medyen kalesini gördü. Bir müddet kaleyi seyrettikten sonra, kale kapısının açıldığını, kaleden sürüler hâlinde koyunların ve sığırların çıktığını gördü. Buradan çı- kan sürüler, başlarında çobanlarıyla, Hazreti Musa’nın durduğu yerin yakınındaki kuyuya doğru geliyordu. şehir halkı hayvanlarını hep o kuyudan suluyorlardı. Çobanlar, kuyunun ba- şına gelerek, sırayla davarlarını sulamaya başladılar. Hayvanlar, bir an evvel su içebilmek için kuyuya üşüştüklerinden, gö- rülmedik bir izdiham ve sıkışıklık meydana geliyordu. Kuyunun başına yaklaştıklarında, iki hanım, davarlarını diğer sürülerden ayırarak, kenarda bir yere toplayıp oturdular. Diğerlerinin, hayvanlarını sulayıp, işlerini bitirmelerini beklemeye başladılar. Hazreti Musa bulunduğu yerden, hayretle olanları seyrediyordu. Onların, diğerleri gibi sıraya girmemeleri, kuyuya yaklaşmamaları, dikkatini çekti. Bulunduğu yerden kalkıp, kuyunun başı- na geldi. Onlara yaklaşarak dedi ki: – Sizin hâliniz nedir? Niçin siz de onlarla birlikte davarlarınızı sulamıyorsunuz? – Çobanlar hayvanlarını sulayıp gitmedikçe, biz davarlarımızı sulayamayız. Erkeklerle birlikte o izdihama, sıkışıklık ve kalabalığa da karışamayız. Biz, ancak onların artan sularıyla hayvanlarımızı sulayabiliriz. Bizim bir yardımcımız yoktur. Babamız da çok yaşlı olup, hayvanlarımızı sulamaya ve bize yardımcı olmaya mecali yoktur. – Peki buralarda, başka bir kuyu yok mudur? – Bir kuyu daha vardır. Fakat ağzında büyük bir kaya bulunmaktadır. O kayayı on kişi zor kaldırır. O kuyuyu bana gösterir misiniz? Sizin koyunlarınızı sulamak istiyorum. Zira bu hâle çok üzüldüm. O kocaman kayayı, kuyunun ağzından nasıl kaldıracaksınız? – Hak teâlânın yardımı olursa, kaldırabilirim. Musa aleyhisselâmın konuştuğu bu iki hanım, şuayb aleyhisselâmın Safura ve Süfeyra adındaki kızları idi. Hemen Hazreti Musa’yı kuyunun başına götürdüler. Hazreti Musa, mübarek elini taşın altına sokup; “Bismillahil-kaviyyi” diyerek taşı zorladı. Allahü teâlânın izni ile bir mucize olarak, on kişinin güçlükle yerinden oynatabildiği o kayayı yalnız ba- şına kaldırdı. Kızların verdikleri ip ve kova ile kuyudan su çekip, koyunları suladı. Kızlar, hayretle birbirlerine bakışıp; “Ne kadar şefkatli, merhametli ve kuvvetli bir yiğit. şimdiye kadar hiç kimse bu şekilde yardım etmemişti.” dediler. Koyunlar sulandıktan sonra, şuayb aleyhisselâmın kızları Hazreti Musa’ya teşekkür edip gittiler. Hazreti Musa da bir gölgeye çekilip oturdu. Sekiz gün devamlı yol yürümekle, mübarek ayaklarının derisi soyulmuş, hiçbir şey yemediği için, çok hâlsiz ve zayıf düşmüştü. Açlık ve yorgunluğu son haddinde idi. şöyle duâ etti: – Ya Rabbi! Doğrusu ben, bana hayırdan ne indirirsen [yiyecek olarak ne ihsan edersen], ona muhtacım. şuayb Aleyhisselâm Diğer taraftan, kuyunun başında rastladıkları bu iyiliksever insan tarafından, koyunları kısa zamanda ve istedikleri gibi sulanan iki kız, sevinçle evlerine döndüler. Babaları şuayb aleyhisselâm, onların kısa zamanda dönmelerine hayret etti: Size ne oldu ki, bugün tez geldiniz? Size kim şefkat ve yardım eyledi de koyunları çabucak sulayıverdiniz. Çünkü bu kavimden hiç kimse böyle bir yardımda bulunmazdı. Siz, şimdi akşama kadar dinlenin! Orada salih bir kimse vardı. Biz, su kalmayacak endişesiyle diğer insanların koyunlarının sulanmasını beklerken, o kimse bizim hâlimize acıyıp, koyunlarımızı sulayıverdi. Onun için de biz, çabucak döndük. şuayb aleyhisselâm bunları dinleyince, kızlarından Safura’ya; “Git, onu bana çağır!” buyurdu. Safura, edep ve hayâ- sından, utana sıkıla Hazreti Musa’nın yanına gelerek dedi ki: – Babam, kuyudan su çekerek koyunlarımızı sulamanızın ücretini vermek üzere sizi çağırıyor. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm kalktı ve şuayb aleyhisselâmın evine gittiler. şuayb aleyhisselâm; Hazreti Musa’ya, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hâl ve hatırını sordu. O da “Ben, Benî israilden, yani Yakûb aleyhisselâmın neslinden imran oğlu Musa’yım.” diyerek başından geçenleri anlattı ve Şravunun şerrinden emin olmak için, buralara kadar geldiğini bildirdi. Hazreti şuayb da, bulundukları beldenin, Şravunun saltanatına girmediğini bildirerek, bu sebeple artık endişelenmemesini söyledi. Hazreti şuayb ona yemek ikram etti. Musa aleyhisselâm, sofraya oturmakta tereddüt edince, Hazreti şuayb sordu Niçin yemiyorsun? – Biz öyle bir hane halkındanız ki, bütün dünyayı verseler, bir ahiret ameli ile değişmeyiz. Çocuklarınıza yardım etmem, karşılığında yemek vermeniz için değil, Allah rızâsı içindir. – Bu ikram ettiğimiz yemek, yardımınızın karşılığı değildir. Evimize gelene yemek yedirmek bizim ve atalarımızın âdetidir. Hem bir kimse bir hayır işlediğinde, ona bir şey ikram edilse veya hediye olunsa, onu alması iyidir. Bunun üzerine Hazreti Musa yemek yedi ve çok yorgun olduğu için istirahate çekildi. Hazreti Musa’nın Safura ile evlenmesi Musa aleyhisselâm istirahat ederken, şuayb aleyhisselâmın kızı Safura, babasına, bu gelen zatı, koyunları otlatmak üzere, ücretle tutmasını rica etti: – Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısısıdır. Kuvvetlidir, emindir. Hazreti şuayb, kızının bu tekliş üzerine, ona sordu Kuyunun ağzında bulunan on kişinin kaldıramayacağı taşı kaldırdığını görmekle, güçlü, kuvvetli olduğunu anladın. Bu tamam da, emin, güvenilir olduğunu nereden biliyorsun? Kızı da; kuyunun yanındaki konuşmalarını, koyunlarını sulaması esnasında kafasını kaldırıp da yüzlerine bakmadığını, ayrıca yolda gelirken, kendisini geriden yürüttüğünü anlattı. Bunları dinleyen şuayb aleyhisselâmın, Hazreti Musa’ya olan rağ- beti, meyli ve yakınlığı daha da arttı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şraset bakımından kadınların en ilerisi ikidir. ikisi de Musa hakkında şrasette bulunup isabet etmişlerdir. Biri, Şravunun hanımı Asiye olup, “Bu çocuk, benim, senin göz nurumuz, göz aydınlığı- mız olsun. Onu öldürmeyin…” demişti. Diğeri ise şuayb’ın [aleyhisselâm] kızıdır ki, o da; “Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısısıdır. O kuvvetlidir, emindir.” demişti.) Kızı Safura’nın anlattıklarını hayretle dinleyen Hazreti şuayb, Hazreti Musa’yı yanında alıkoymayı arzu etti. Göndermek istemedi ve bir çare aradı. Musa aleyhisselâm istirahat ederken, bu hususta pek çok düşünen şuayb aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm uyanınca, ona kerimesi Safura ile evlenmesini teklif etti. Musa aleyhisselâm dedi ki: – Ben garibim. Bir mal varlığım yok ki, mehr vereyim ve düğün masrafı yapayım. – Sekiz sene bana hizmet etmen şartıyla kızım Safura’yı sana nikâh ederim. Eğer bu sekiz senelik müddeti on seneye tamamlarsan; o da senin bir iyiliğin, bir ihsanın olur. Ben, “On senenin tamamını mutlaka istiyorum!” diyerek sana meşakkat vermek istemem. inşaallah güzel muamelede ve ahde vefada beni salihlerden bulursun. Hazreti Musa, şuayb aleyhisselâma şu cevabı verdi: – Bu söylediğin söz benimle senin arandadır. Aramızda gözetilecek bir husustur. Bu sözleşme aramızda geçerli ve sabittir. Bu iki müddetten hangisini ödersem, artık üzerime, müddetin arttırılması gibi bir ziyadelikte bulunulmasın. Allahü teâlâ da, bizim söylediğimiz şartnamemize ahittir ve bizim neler konuşup sözleştiğimizi de çok iyi muhafaza eder. Hazreti Musa, aralarındaki bu sözleşmeden sonra, şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulunmaya başladı. Hazreti şuayb’ın kızı Safura ile evlendi. Aralarında kararlaştırdıkları hizmet müddetini de tamamladı. Musa aleyhisselâmın asası Hazreti Musa, koyunları otlatmak üzere hizmete başladığında, koyunları tehlikelerden, yırtıcı hayvanlardan koruyabilmesi için şuayb aleyhisselam kızı Safura’ya bir asa getirmesini söyledi. Safura bir asa getirdi. şuayb aleyhisselam; -Bu değil, başka getir, dedi. Safura gitti. Başka asa getirdi, yine aynı asa idi. şuayb aleyhisselam tekrar geri gönderdi. Fakat yine aynı asa geri geldi. Zira Safura asayı bırakıp tekrar asa almak istediğinde hep Musa Aleyhisselâmın Topkapı Sarayı’ndaki asası bu asa eline geliyordu. Bunun üzerine şuayb aleyhisselam bu asayı Musa aleyhisselama verdi. Bu asa cennetteki bir ağaçtan yapılmış, Âdem aleyhisselâmdan sonra, babadan oğula geçerek şuayb aleyhisselâma kadar gelmişti. Kararlaştırdıkları müddetin dokuzuncu senesinde, Hazreti şuayb, Musa aleyhisselâma dedi ki: – Bu sene alaca kuzuların hepsini sana hediye edeceğim. Böylece, damadı ve kızına bir ihsan ve iyilik yapmak istedi. Allahü teâlâ, Hazreti Musa’ya, koyunların içeceği suya asa ile vurmasını ilham etti. O da buyurulduğu gibi yapıp, koyunlara da bu sudan içirdi. Her sene, o kadar koyun içinde, ancak birkaç tanesi alaca kuzu doğurduğu hâlde, o sene koyunların tamamı, hep ikiz doğum yaptı ve hepsinin kuzuları da alaca oldu. şuayb aleyhisselâm anladı ki; bu, Allahü teâlânın Hazreti Musa ve ailesine ihsan ettiği rızıktır. Mukaddes Tuva Vadisi Hazreti Musa verdiği sözde durdu. Müddetin tamamını, fazla olarak yerine getirdi. Yani on seneyi doldurdu. Bu müddetin sona ermesi ile Mısır diyarına dönmek için Hazreti şuayb’dan izin istedi. O da izin verip, vadettiği alaca kuzuların hepsini teslim etti. Musa aleyhisselâm hanımı ve hizmetçileri ile beraber, Hazreti şuayb’ın hediyesi olan alaca kuzuları da alarak, bir kış mevsiminde yola çıktı. O zaman en büyük arzusu, kardeşi Harun’u bulmak ve bir yolunu bulabilirse, onu Mısır’dan çıkarmak idi. Musa aleyhisselâm, yolları bilmeden sahrada yol alıyordu. Soğuk bir kış akşamı karanlık bastırdı- ğında, yolu, bereketli Tûr dağına dayandı. Gök gürlemeye, şimşekler çakmaya ve yağmur yağmaya başladı. Hanımı hamile olup, do- ğum sancıları içindeydi. Hazreti Musa, çakmak taşını çıkardı, sürttü, fakat çakmadı. Yani ışık ve kıvılcım vermedi. şaşakaldı. Çok hayret etmişti. Çakmak taşı o zamana kadar hiç öyle olmamıştı. şaşkınlık ve sıkıntı ile düşünmeye başladı. Sonra, uzun uzun; bir hareket, bir ses duymak için dikkatle etrafı dinledi. O, bu hâlde iken, birden Tûr dağı tarafından bir ışık gördü. Onu ateş sandı ve oradan ateş alabileceğini ümit ederek, hanımına dedi ki: – Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm. Ümit ederim ki, o ateşin bulunduğu yerden, size, yolu bildirecek bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. Musa aleyhisselâm, o ateşe vardığında, oradaki bir ağaçtan semaya doğru uzanan bir nur gördü. Bu hâl karşısında hayretinden vücudu titredi. Çünkü gördüğü büyük bir ateşti. Fakat, alevi ve dumanı yoktu. Sadece yeşil bir ağacın içinden fevkalâde ışık sa- çan bir nur yükseliyor, parlaklığı arttıkça ağacın yeşilliği de artıyordu. Musa aleyhisselâm, o nura iyice yaklaşınca; nurun geri çekildiğini görerek, hayreti daha da arttı ve geri döndü. Musa aleyhisselâm eli boş dönmemek için, geri dönüp, tekrar o nura gitti. Nura doğru yaklaşırken, kendi kendine isteğini, ihtiyacını söyledi. Sağ tarafındaki vadiden, bereketli yerdeki ağaç tarafına yaklaşmıştı ki, bir ses duydu: – Ya Musa! irkildi ve olduğu yerde durdu. Zira bu ses, bir insan sesi değildi. Belli bir yönden de gelmiyordu. Hazreti Musa, bu sesi sadece kula- ğıyla değil, sanki vücudunun bütün zerreleriyle duymuştu. ilâhî ses devam etti: – Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım! Hiç şüphen olmasın ki, ben senin Rabbinim! Bu ses üzerine Hazreti Musa kendini bambaşka bir âlemde bulmuştu. ilk emir bildirildi: – Ayakkabılarını çıkar! şüphesiz ki sen; seçilmiş, temiz, mübarek ve mukaddes olan Tuva Vadisi’ndesin. Bu emir üzerine Hazreti Musa, derhal ayakkabı- larını çıkardı. Daha sonra cenab-ı Hak sordu: – Ey Musa! Elindeki nedir? – O benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Daha başka ihtiyaçlarıma da yarar. Ey Musa! Asanı yere bırak! Bu nida üzerine asasını yere bırakınca, asanın sanki bir yılan gibi titreyip debelendiğini, hareket etmeye başladığını gördü. Musa aleyhisselâm bu hâli görünce, hayretle arkası- na döndü ve asayı takip etmedi. Bunun üzerine tekrar nida olundu ki Ya Musa! Yönünü ona çevir! Hiç korkma! Sen korkudan emin olanlardansın. Hazreti Musa bu emri alınca geri döndü. – Ey Musa! Onu al ve endişe etme! Biz onu ilk şekline getireceğiz. Hazreti Musa bu emir üzerine elini uzattı ve bir de ne görsün? Asa, elinde eski hâlinde idi. Bu arada yine ilâhî hitap geldi: – Ya Musa! Elini koynuna sok! Böylece elin her türlü illet ve hastalıktan salim ve ışık saçan güneş gibi beyaz olarak çıkar. Elinin böyle parlak olmasında, sana ve başkalarına bir ürkme gelirse, elini tekrar koynuna sok. Böylece yine evvelki normal hâline döner. Hazreti Musa elini koynuna soktuğunda, gözleri kamaştıracak derecede parlak bir nur olmuş, tekrar soktuğunda da eski hâ- line gelmişti. Kendisine bu iki mucize verildikten sonra, ilâhî hitap yine devam etti: – işte bu ikisi, asa ve yed-i beydâ mucizeleri, Rabbin tarafından Şravunun ve onun kavminin ileri gelenlerine iki hüccet, açık delil ve mucizedir. Çünkü onlar fâsık, kâşr bir kavim oldular. Böylece Musa aleyhisselâm ilâhî vazifeye iyice hazırlanıyordu. O vazife de Şravun ve kavmini hak dine davet etmek idi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma böyle mucizeler verdikten sonra buyurdu ki: – Ya Musa! Bu mucizelerle Şravuna git! Onu bana kulluk etmeye davet et ki, o, azgınlık ve taşkınlıkta, inat ve kibirde pek ileri gitmiş, haddi aşmıştır. Ya Musa! Ben, seni peygamber olarak seçtim. Sana vahyolunan şeyi işit! Muhakkak ki ben, bir olan Allahım. Benden baş- ka hak mabut, gerçek ilâh yoktur. Bana ibadet eyle ve hususan zikrim için namazını eda et! Kıyamet günü, elbette gelecektir. Onun vaktini kullarımdan gizliyorum. Zira onun vakti bilinmeyince, insanlar her zaman ondan sakınırlar. Kıyamet günü geldi- ğinde, herkes yaptığı amelin karşılığını görür. iyi ise mükâfat görür, kötü ise azap çeker. Ya Musa! Hevâsına tâbi olup, Allahü teâlânın emrine muhalefet eden, kıyametin vukuuna iman etmeyen kimse, sakın ola ki, seni kıyamete inanmaktan alıkoymasın ve helâkine sebep olmasın! Böylece peygamberlik ile vazifelendirilmiş olan Musa aleyhisselâm arzetti ki: Ya Rabbi! Göğsümü geniş eyle ki, sıkıntı ve meşakkatlere, Şravun ve ona tâbi olanların kötü ahlâklarına sabır ve tahammül edeyim. Senin bana verdiğin peygamberliği, Şravun ve kavmine tebliğde, işimi kolay eyle! Lisanımdaki ukdeyi, düğümü de çöz ki, Şravun ve kavmi sözlerimi anlasınlar. Ve bana ailemden kardeşim Harun’u vezir et ki, bana yardımcı olsun. Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu; peygamberliğin hükümlerini tebliğde bana ortak eyle. Ta ki, seni çok tesbih edelim. Her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak olduğunu zikredelim. Verdiğin nimetlerden dolayı sana çok hamdüsena edelim. şüphesiz ki sen, bizim hâ- limizi en iyi bilensin ve görensin. Musa aleyhisselâmın bu niyazından sonra, Allahü teâlâ buyurdu ki: Ya Musa! istediklerinin hepsi sana verildi. Seni kardeşinle takviye edece- ğiz ve size, düşmanlarınız üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zararı size yetişmeyecek ve sizi öldüremeyecekler. Bu mucizelerimizle onlara gidin! Onları Hakka davet edin! Mucizelerinizi göstererek benim hükümlerimi tebliğ edin! Siz ve size tâbi olanlar, Şravun ve kavmine karşı galip geleceksiniz. Bundan sonra cenab-ı Hak, Hazreti Musa’ya geç- miş yıllarını, çocukluğunu hatırlattı. Annesine yaptığı ilhamı, Şravunun sarayında büyüyüşünü, daha sonra Mısırlı Kıptînin ölümüne sebep olması sebebiyle Medyen’e gidip orada yaşadığını bildirdi ve buyurdu ki: – Seni kendim için seç- tim! Sen kardeşinle birlikte mucizelerimizin desteğinde git! ikiniz de, beni hatırlamak ve zikretmek hususunda gevşeklik göstermeyin! Böylece Hazreti Musa’ya peygamber olduğu bildirildiği gibi, kardeşi Harun’un da peygamber olduğu bildirilmiş oldu. O gün Musa aleyhisselâmın üzerinde, yünden bir kaftan vardı. Eskimişti. Cübbesi ve takkesi de yünden idi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâmı, Şravun ile kavmini imana davet etmesi için vazifelendirdikten sonra, ona şöyle vahyetti: – Ya Musa! Benim resû- lüm, peygamberim olarak kavmine git! Benimle gö- rür, benimle işitirsin. Kuvvetim ve görmem seninle birliktedir. Seni, yarattıklarımdan zayıf birine, Şravuna gönderiyorum. Zayıf ve âciz olduğu hâlde nimetimi inkâr eden, azabımdan emin görünen, benden başkasına ibadet eden, dünyaya aldanıp her şeyin Rabbi olduğumu inkâr eden, kendisini ve yaptıklarını bilmediğimi sanan o zavallıya seni gönderiyorum. izzet ve celâlim hakkı için; merhametim sonsuz olmasaydı, onu, büyük bir şiddetle helâk ederdim. Benim gadabımla; gökler, yeryüzü, denizler, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar da gadablanır, coşardı. Eğer göğe izin versem, ona taş yağdırır; yere izin versem, onu yutar; dağa emretsem, onu sarsar; denize söylesem, onu boğardı. Lâkin benim için bunlar haşftir. Katımda kü- çüktür. Benim ona hiç ihtiyacım yok, hiçbir mahlû- kuma da yok. Zengin ve fakiri yaradan benim. Her zengini zengin, her fakiri fakir yapan benim. Ona emirlerimi, haberimi ulaş- tır ve onu bana ibadet etmeye çağır! Birliğime ve bana karşı ihlâslı olmaya davet et! Ona, azap ve cezamın pek şiddetli oldu- ğunu söyle! Ayetlerimi ona hatırlat! Gadabımın yerini tutan bir şey olmadığını anlat! Bunları yumuşak ifadelerle söyle! Belki kendine gelir, ibret alır ve korkar. Ona güzel hitapta bulun! Ona giydirdiğim dünya elbisesi, seni korkutmasın. Zira onun her şeyi benim elimdedir. Gözünü kapayıp açması, konuşması, nefes alıp vermesi, hep benim ilmimledir. Ona affımın ve magşretimin, gadab ve azabımdan daha çabuk olduğunu bildir ve de ki: “Rabbinin emirlerini yap! Çünkü Onun magşreti geniştir. Sana bu uzun hayat boyunca mühlet verdi. Sen ise ilâhlık davasına kalkışıp, Onu unutarak ibadetten yüz çevirdin. Yine de gökten sana yağ- mur yağdırıyor, yerden senin için bitki bitiriyor ve sana sıhhat veriyor, ta ki güçsüz, hasta, muhtaç mağlûp olmayasın. Dilerse, anında sana ceza ve belâ verir. Sana verdiği nimetlerin hepsini alır. Lâkin o çok hilm sahibidir.” Daha sonraki zamanlarda Musa aleyhisselâ- ma; “Tuva Vadisinde sana hitap edenin, Allahü teâlâ olduğunu nasıl anladın?” dediklerinde, buyurdu ki: – Mahlûkun konuşması bir taraftan olur ve kulak denilen his organı ile duyulur. Ben ise, Allahü teâlânın söylemesini, belli bir taraftan değil, vücudumun bütün zerreleriyle işitiyordum. Buradan bunların mahlûk sözü değil, Allahü teâlânın kelâmı oldu- ğunu anladım. Allahü teâlâ ile olan bu vasıtasız, mekânsız, cihetsiz ve nasıl olduğu bilinmeyen konuşmasından sonra, ailesinin yanına dö- nen Hazreti Musa, onlarla, Allahü teâlânın ihsan ettiği kolaylıkla yoluna devam etti. Bir rivayette Musa aleyhisselamın ailesinin yanına dönemediğini, ailesini tanıyan Medyenlilerin yardımı ile şuayb aleyhisselamın yanına döndükleri ve Şravunun boğulmasından sonra Musa aleyhisselamın yanına döndükleri bildirilmektedir Hazreti Musa’nın Tûr dağına bu birinci gidişinde, kendisine peygamber olduğu ve daha başka bazı şeylerle beraber, ayrıca, Allahü teâlâ tarafından on levha hâlinde bazı hususlar (esaslar) da bildirildi. On levha hâlinde bildirilen bu esaslar şöyledir: – Rahman ve Rahîm olan Allahın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbar, Aziz ve Kahhar olan Allahü teâlâ- dan, kulu ve resûlü Musa bin imrân’a yazılmıştır. Beni tesbih ve takdis et! Benden başka mabut yoktur, yalnız bana ibadet et! Bana hiçbir şeyi şerik (ortak) koşma! Bana ve ana babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varı- lacak yer, benim huzurumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allahın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. ismimle yalan yere yemin etme! Çünkü ben, ismimi tazim etmeyeni temiz ve pak etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinle vâkıf olmadığın şeye şahitlik etme! Çünkü ben, şahitleri, kıyamet gü- nü, şahitlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. insanlara verdiğim rızık ve nimetlere haset etme! Çünkü hasetçi nimetime düşmandır ve taksimime razı de- ğildir. Zina ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin duâlar makbul olmaz. Benden başkası için kurban kesme! Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan benim ismimle kesilmeyenler, benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, sakın zina etmesinler. Çünkü katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev; sevmediğini, kendin için istemediğini onlar için de isteme! Bu hususlar, Tevrat-ı şerif nazil olduğunda onda da bildirilmiştir. Âlimler de, değişik zamanlarda çeşitli peygamberler vası- tasıyla gönderilen hak dinlerin esasının da, bu hususlar olduğunu söyleyip, haber vermişlerdir. Kur’an-ı kerimde bu hususların benzerleri isra suresinde bildirilmiştir. Hazreti Harun ile buluşma Hazreti Musa, peygamberlik vazifesi gibi büyük bir mes’uliyetin kendisine verilmesinin heyecanı ile Mısır’a doğru yol alıyordu. Yolu da Allahü teâlânın yardımı ile çok kolay buluyordu. Bir an önce Hazreti Harun’u bulup, tebliğe başlamaya can atıyordu. Allahü teâlâ vahyedip; “Korkma ve sabırsızlanma!” buyurdu. Diğer taraftan, o sırada Mısır’da bulunan Hazreti Harun’a da vahiy geldi. Allahü teâlâ ona; Hazreti Musa’nın gelmekte olduğunu, ona ve kendisine peygamberlik verdiğini, onu (Harun’u) Hazreti Musa’ya vezir, yardımcı yaptı- ğını haber verdi ve buyurdu ki: Zilhicce ayının evvelinde, Cumartesi günü, habersizce, Nil nehri kenarına Musa’yı karşılamaya git! Harun aleyhisselâm, bildirilen zamanda gitti. Biraz sonra Hazreti Musa ve yanındakiler çıkageldi. iki kardeş güneş doğmadan önce, Nil nehri kenarında karşılaştılar. Uzun müddet ayrılıktan sonra karşılaşan bu iki büyük peygamber ve iki kıymetli kardeş, kucaklaşıp, birbirlerinin boynuna sarıldılar. Uzun süren hasretlikle giderdiler. Başka bir rivayette ise iki yüce peygamberin buluşması şöyle anlatılmaktadır: Musa aleyhisselam Tuva Vadisinden ayrıldıktan sonra, Mısır’a doğru yol alıyordu. Av etinden ve yer bakliyatından yararlanıyordu. Gündüzleri oruç tutuyor, geceleri ibadet ediyordu. Nihayet Mısır’a annesinin evine vardı. Ev halkı kendisini tanımadı. Yemek yeneceği sırada Harun aleyhisselam geldi. Annesine bunun kim olduğunu sordu. O da misaşr dedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselamı sofraya davet etti. Yemekten sonra Musa aleyhisselama kim olduğunu sordu. “Ben Musa’yım deyince hemen kucaklaştılar ve hasret giderdiler. Zaten Harun aleyhisselama da Musa aleyhisselamın gelmekte olduğu haber verilmişti. Şravunu hak dine davet Hazreti Musa, Mısır’da kardeşi Hazreti Harun ile buluştuktan sonra, Allahü teâlânın emri tekrar geldi: – Şravuna gidin! Çünkü o hakikaten azdı. Gidin, ona yumuşak söyleyin! Olur ki dinler ve dü- şünür veya Allahtan korkar. Ona; “Biz, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyiz.” deyin! Ey Rabbimiz, doğrusu biz, onun bize aşırı gitmesinden veyahut azgınlığı- nın artmasından endişe ediyoruz. Endişe etmeyin, çünkü ben sizinle beraberim. Ben herşeyi işitir ve görürüm. Hemen ona gidin ve şöyle deyin: “Biz Rabbimizin peygamberleriyiz. Artık israiloğullarını bizimle gönder ve onlara işkence yapma! Biz sana Rabbinden bir mucize getirdik. Selâm, doğruya ve hidayete tâbi olanlaradır. Bize şu hakikat vahyedildi ki, gerçek azap, peygamberleri yalanlayan ve onların getirdikleri dinden yüz çevirenleredir.” Şravunun askerî bakımdan çok kuvvetli olduğu ve büyük ordusunun bulunduğu, Musa aleyhisselâmın hatırına geldi. “Ben ve kardeşim ise, sadece birer kişiyiz” diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona buyurdu ki: – Siz ikiniz benim ordularımdan iki büyük ordumsunuz. Ben sizinle işitir, sizinle görür, sizinle bakarım. Sizinle olurum. Siz; zayıf ve az olmazsınız. Dilersem, ona, karşı koyamayacağı ordular gönderirim. Kendini beğenen, askeriyle gururlanan o şaki ve zayıf kişi (Şravun); az bir topluluğun benimle olunca, az olmadığını an- lasın; benim iznimle büyük orduları yendiklerini bilsin. Onun süsleri sizi şaşırtmasın, sayıları sizi korkutmasın! istesem, sizi dünyanın en iyi süs ve ziynetleri ile süslerim de, Şravun bu hususta çok aşağıda kalır. O ve adamları, onları gö- rünce, kendilerinde olanın, size verdiklerimin yanında çok az ve eksik olduğunu anlarlar. Dünyalık ve ziynet bakımından sizden süslü olmalarına hiç üzülmeyin! Zira bu, benim evliyama, sevdiğim kullara âdetimdir. Size, dünya nimetleri ve lezzetlerini vermemem, merhametli bir çobanın, koyunlarını zehirli otların bulunduğu yerden menetmesi gibidir. Ahiretteki ihsanımızın çok ve bol olması içindir. Bilesin ki, kullarımın en güzel süsü, dünyada zühd üzere olmalarıdır. Iyi kulların süsü budur. Hazreti Musa ve Hazreti Harun beraberce Şravun ile görüşmek için müracaat ettiler. Şravunun yanına girdiklerinde, Musa aleyhisselâm şöyle duâ etti: “Lâ ilâhe illallah-ülhalîm-ül-kerîm. Lâ ilâhe illallah-ül-aliyyül-azîm, sübhâne rabbissemâvâti’sseb’ı vel’ardîn-is-seb’ ve mâ fîhinne ve mâ beynehünne ve Rabb-il-arş-il’ azîm ve selâmün alelmürselîn velhamdülillahi rabbil-âlemîn!” Yani, “Ey Allahım! Bizi öldürmesinden, kötülük yapmasından sana sığınırım, ona karşı sen bize yardım et ve dilediğin şeyle beni ondan koru.” Bunun üzerine, Musa aleyhisselâmın kalbine emniyet geldi. Sonra Şravun, Hazreti Musa’ya sordu: – Sen kimsin? – Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Şravun, Musa aleyhisselam özüne çok hayret etti. O, kendisinin ilâh olduğunu iddia edecek kadar azmış, isyan ve taşkınlıkta pek ileri gitmişti. Birileri gelecek, ona secde etmediği gibi, yegâne ilâhın Allahü teâlâ olduğunu söyleyecek, üstelik de; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim!” diyecek… Bu, Şravun için düşünülebilecek, akla gelebilecek bir hâl de- ğildi. Şravun, senelerdir, böyle birinin çıkacağı endişesiyle, yeni doğan binlerce masum bebeğin kanına girmekten çekinmemişti. şimdi biri gelmiş, ona peygamber olduğunu söylüyor; hem de, bunu söyleyen, vaktiyle sarayında ihtimamla büyüttüğü birisiydi. işte bu durum, Şravuna daha da ağır gelmiş, yerinde duramaz olmuştu. Hazreti Musa’ya şöyle dedi: – Biz seni, yeni doğmuş bir çocukken, yanımızda büyütmedik mi? Sen, nice seneler bizim aramızda kalmadın mı? Hem o yaptığın işi de sen yaptın! Sen, nankörlerdensin! Hazreti Musa sükûnet ve vakar içinde onu dinledi. Şravunun, sen çok suçlusun der gibi; “O yaptığın işi de sen yaptın!” diye tekrar tekrar söylediği iş, Hazreti Musa’nın, vaktiyle, Kıbtînin ölümüne sebep olmasıydı. Şravun; “Seni besleyip, büyüttü- ğüm ve sarayımda senelerce kaldığın hâlde küfran-ı nimette bulundun. Üstelik benim kavmimden, hem de hizmetçim olan Kıbtîyi öldürdün. şimdi de kalkıp nasıl böyle bir iddiada bulunabiliyorsun?” diyordu. Hazreti Musa, ona şöyle cevap verdi: – Ben o şili işlediğimde, herhangi bir kastım yoktu. Bu iş hata ile oldu. istemeyerek vaki olan bu hâdiseden sonra da, buralardan ayrıldım, Medyen diyarına gittim. Nihayet Rabbim bana hikmet verdi ve beni peygamberlerden kıldı. Ayrıca beni besleyip, yanında büyütmeni niye ba- şıma kakıyorsun. Bu hakikaten bir nimet değil ki. Sen, israiloğullarından olanları köle yapmasaydın, onların doğan çocuklarını öldürmeseydin, ailem beni elbette yetiştirip büyütürdü. Senin eline bu sebepten düştüm. Sen, böyle zulmetmeseydin, annem beni sandığa koyup, nehre bırakmak mecburiyetinde kalmaz, beni çok güzel terbiye edip yetiştirirdi. Sana da muhtaç olmazdım. Sen, kavmime zulmetmiş, onları köle yapmış, çocuklarını öldürmüş bir zâlim iken, benim yanınızda kaldığımı başıma kakı- yorsun. israiloğullarına yaptığın zorbalık, bana olan iyiliğini silip götürmüştür. Şravun, bu haklı cevap karşısında hiçbir şey söyleyemedi. Sadece sordu: Ya Musa! Âlemlerin Rabbi dediğin kimdir? – O; gökler, yer ve bu ikisi arasında olanların, yani kâinatın Rabbidir. Eğer bu görünen mahlû- katı idrak ederseniz, bü- tün mahlûkatın yaratıcısı nın Allahü teâlâ olduğunu da yakinen anlamış olursunuz. Haddizatında Şravun, âlemlerin Rabbinin ne gibi bir şey olduğunu, mahiyetini sormuştu. Allahü te- âlânın zatının mahiyetini bilmek, anlamak bir kul için mümkün olmadığından, Hazreti Musa, Onun eserlerinden, şillerinden haber vermiştir. Şravun, aldığı cevaplardan dolayı çok hayrete düşmüştü. Bunun üzerine, hem Hazreti Musa ile alay etmek ve hem de onu küçük düşürmek için, orada bulunan kavminin ileri gelenlerine dedi ki: – işitiyor musunuz? Ben ona, Rabbinin hakikatin- den suâl ediyorum. O bana şillerinden cevap veriyor. Aslında Şravun böyle söylemekle, orada bulunanların zihinlerini dağıtmak istiyordu. Çünkü Hazreti Musa’nın sözleri çok fasih, beliğ ve pek tesirli olduğundan, oradakilerin ona meyletmelerinden korkmuştu. Musa aleyhisselâm fesahatle sözüne devam ederek şu açıklamada bulundu: – O; sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir. Şravunun, Hazreti Musa’nın önceki cevabını, orada bulunanlara bir hata gibi göstermek istemesi üzerine; Musa aleyhisselâm, daha açık bir şekilde ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir surette cevap verdi ki, bu delil, insanın kendi vücududur. Çünkü herkes, kendi vücudunun birtakım et ve kemikten yapıldığını, sonradan meydana geldiğini bildiği için, bunun da hakikî bir yaratıcısının bulunduğunu ikrar ve izhar etmek elbette lâzım gelir. Bunun böyle olduğunu kimse inkâr edemez. Eğer inkâr ederse, bu, apaçık hakikati inkâr etmek olacağı ve kuru bir inattan öte geçmeyeceği için, Hazreti Musa böyle söyledi. Bu sözleriyle, Şravuna; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ, senin de, evvelki atalarının da Rabbidir. Böyle olunca senin, Rablık davasında bulunman, ilâh olduğunu söylemen, senin ve her şeyin Rabbi olan Allahü teâlâya karşı apa- çık bir isyan, düpedüz bir sahtekârlık ve zahir olan bir küstahlıktır” demiş oldu. Şravun, ilmî ve aklî yollardan cevap veremeyeceğini anladığında, yalan ve iftiraya başladı. Alay edici bir tavırla orada bulunanlara dedi ki: işte bu, size gönderilen peygamberiniz(!) el- bette, muhakkak bir mecnundur. Delidir. Ben, ona bir şeyden suâl ediyorum; o, başka şeyden cevap veriyor. Musa aleyhisselâm şöyle cevap verdi: Allahü teâlâ, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin, bütün kâinatın Rabbidir. Eğer aklınız varsa, bunun üstünde cevap olmadığını iyi bilirsiniz. Doğuyu, batıyı, güneşin seyrini inkâr eder misiniz? Çünkü her gün gözlerinizin önünde cereyan eden bir hâdisedir. Güneş doğup âleme ışık veriyor. Allahü teâlâ onu hareket ettiriyor. Gü- neş batıdan batıyor. Karanlık gelip, gece oluyor, istirahat ediyorsunuz. Ziyayı, parlaklığı giderip karanlığı getiren kimdir? Bunu idrak etmeniz lâzımdır. Eğer aklınız varsa, bunları düşünmelisiniz. Musa aleyhisselâm böyle söylemekle, Şravunu rezil etti. Çünkü Şravun; “Güneşi ben yarattım. Ben sevk ve idare ediyorum!” diyemezdi. Dese bile, kimse inanmaz, bunun apaçık bir yalan olduğu anlaşılır ve gülünç duruma düşerdi. Şravun, Musa aleyhisselâma makul cevaplar veremeyeceğini, yalan ve iftira olan sözlerle bir yere varamayacağını ve onu susturamayacağını anlayınca, derhal tehdide baş- ladı. Bunun için Hazreti Musa’ya dedi ki: – Yemin ederim ki, eğer benden başkasını ilâh, mabut edinirsen, ben elbette, muhakkak seni hapse atarım! Şravun, Hazreti Musa’ya söz ile galip gelemeyeceğini anlayınca, böyle tehditlere başladı. Hazreti Musa Şravuna sordu: Ya sana davamın doğruluğunu ispat eden apaçık bir mucize getirmişsem, yine beni zindana atar mısın? Eğer peygamberlik davasında sadık isen, haydi mucizeni getir! Musa aleyhisselâm asasını yere bıraktığında, bir de ne görsünler? Asa apaçık bir ejderha, büyük bir yılan oluverdi. Bu öyle bir ejderha oldu ki, ejderhalığı apaçık idi. Sağa sola saldırıyordu. Sihirle, görünüşte ejderhaya benzeyen şekil almış bir hâl değildi. Ona hiç benzemiyordu. Şravun, hiç beklemedi- ği bir anda meydana geliveren bu müthiş olay kar- şısında, neye uğradığını bilememişti. Üzerine yü- rüyen ve gerçek bir yılan olan bu canavara karşı durmak imkânsız gibi bir şeydi. Tek çare kaçıp kurtulmak olabilirdi. Nitekim hayvan ağzını açarak üzerine yürüdüğü zaman, tahtını bıraktığı gibi kaçmış, “Aman ey Musa!” diye bağırmaktan kendini alamamıştı. Bir dakika sonra sarayın toplantı salonu yangın yerine dönmüştü. Köşe bucak kaçan, yılanın önünde köşe kapmaca oynayan adamlar, tanrı, hem de en büyük tanrı olduğu iddiası ile uzun yıllar milleti ezmiş bulunan Şravunla birlikte yalvarmaya başlamışlardı. Şravun şöyle diyordu: – Seni, peygamber olarak gönderen Rabbinin hakkı için, onu tut! Ne olur, bana bir zarar vermesin. Beni ondan kurtarırsan, söz veriyorum, israiloğullarını serbest bırakacağım. Seninle beraber gitmelerine müsaade edeceğim! Hazreti Musa da ejderhayı tutunca, hemen asa oluverdi. işte bu hâle düşen Şravunun mülkü, saltanatı, malı, serveti, kısacası; dünya nimeti olarak her şeyi tamam idi. Uzun ömürlü ve kuvvetli idi. Her istediğini kolayca yapar ve yaptırırdı. Kuvveti, şiddeti, ordusu, silâhı, her türlü imkânı pek çoktu. Bedeni düzgün, bünyesi sağlam idi. Öksürmez, karnı ağrı- maz, sancısı olmaz, gözü rahatsızlanmazdı. Velhâsıl hasta olmaz ve eksiklik sayılabilecek bir şey ona isabet etmezdi. Dünya nimetlerine garkolmuş iken, şükretmezdi. şükredeceği, aczini göstereceği yerde, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmişti. Sonunda ilâh olduğunu iddiâ etti ve insanları kendisine taptırdı. Kitaplarda bildirildiğine göre Mısır’da yirmi altı Şravun sülâlesi hükümdarlık etmiştir. Her sülâlede çeşitli Şravunlar, asırlarca saltanat sürmüşlerdir. Çoğu, insanları kendilerine taptırmışlardır. Şravunun veziri Haman Hazreti Musa’nın ejderhayı tutmasıyla, elinde asa şekline gelmesini şaşkınlıkla seyreden Şravun ve adamları; bir başka olağanüstü bir hâdiseyle iyice şaşkına döndüler. Hazreti Musa elini koltuk altına, koynuna sokup geri çıkardı. Bir de gördüler ki, eli, görenlerin ve bakanların gözlerini kamaştıracak derecede güneş gibi parlak ve beyaz olmuştu. Musa aleyhisselâmın ikinci olan ve Yed-i beydâ olarak bilinen bu büyük mucizesi de herkesi hayrette bıraktı. Şravun ona bakamadı. Sonra Musa aleyhisselâm tekrar elini koynuna sokup çıkardı ve eli, eski hâline geldi. Şravun, Musa aleyhisselâmın mucizelerini gö- rünce, onu tasdik edecek oldu. Veziri Haman gelip, “Bizce sen tapınılan ilâhsın. şimdi bir kula mı tâbi oluyorsun?” diyerek aklını çeldi. Şravun, “Bugün ve yarın bana mühlet ver!” dedi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: – Şravuna tarafımdan bildir ki: “Eğer Allahın bir olduğuna iman edersen, seni saltanatında tutarım ve sana gençliğini, tazeli- ğini veririm!” Hazreti Musa bunu Şravuna haber vererek dedi ki: şayet iman edip, bana tâbi olursan, Allahü te- âlâya duâ ederim, gençle- şirsin. Yiyip içmen, kuvvetin eskisi gibi olur ve Allahü teâlâ sana dört yüz yıl daha ömür verir. Bu sözler Şravuna hoş geldi ve; “Düşüneyim” dedi. Ertesi günün sabahında Şravun, yanına gelen veziri Haman’a, Hazreti Musa’nın, Allahü teâlâdan verdiği haberi söyleyip, “Bu haber bana hoş geldi.” dedi. Haman hemen karşı çıktı: – Yemin ederim ki, senin bu dediğin haber, bir gün tapınılmaktan azdır. Ben seni gençleştiririm. Hatta Şravunu tahrik ederek şöyle devam etti: – Utanmaz mısın ki böyle sözler söylersin. Hem, “Ben tanrıyım!” dersin, şimdi de tutmuş, “Ben kulum!” diyorsun. Bunun üzerine, Şravun niyetinden vazgeçti. Veziri Haman’ın hemen karşı çıkmasıyla, Hazreti Musa’yı reddeden Şravun, gördüğü mucizeleri, bilhassa asanın ejderha olmasını, sihir olarak yorumladı. Etrafında bulunan kavminin ileri gelenlerine dedi ki: – şüphesiz bu, sihir ilmini çok iyi bilen bir sihirbazdır. Sihir yapmak suretiyle sizi memleketinizden çıkarmak istiyor. Siz bana bunun hakkında ne yapmamı tavsiye edersiniz? Aslında Şravun pek gururlu ve çok kibirli oldu- ğundan, hatta ilâhlık davasında bulunup, tebaasını kendine tapındırdığından, başkalarına hiç danışmaz; onların şkirlerinin ne olduğunu sormaya bile tenezzül etmezdi. Fakat mucizeleri görünce, içine korku düştü ve orada bulunanların şkrini sordu. Hatta; “Bu peygamber oldu- ğunu söyleyen Musa [aleyhisselâm] hakkında ne yapmamızı tavsiye edersiniz? Buna ne gibi tedbir düşünürsünüz?” diyerek yanındakilere iltifatkâr davrandı. Hazreti Musa ve sihirbazlar Bilindiği gibi o zamanda sihir meşhur idi. Şravun, insanların Hazreti Musa’yı tasdik etmelerine mâni olmak için, hemen sihri ileri sürdü. Onu tasdik etmesinler diye, Hazreti Musa’nın gösterdiği mucizeler için; “Bu sihirdir. Bu sihri çok iyi bilir.” diyerek, insanları aldatmaya çalıştı. Ayrıca; Hazreti Musa için, “Bu, sihri ile sizi Mısır’dan çıkarmak istiyor!” demekle de, insanları tahrik edip galeyana getirmeye gayret etti. Bunun üzerine, Şravunun yanında bulunanlar şöyle dediler- Musa’yı [aleyhisselâm] ve kardeşi Harun’u hemen öldürme, az bekle. idarende bulunan bütün şehirlere de toplayıcı adamlar gönder ki, sanatında mahir olan bütün sihirbazları getirsinler. Şravun bu tekliş yerinde buldu. Hazreti Musa’ya dönerek dedi ki: – Ey Musa, sen sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin? şimdi biz de sana, senin sihrin gibi bir sihirle karşılık vereceğiz. Karşına aynı güçte bir sihirle duracağız. şimdi sen kendinle bizim aramızda bir buluşma yeri ve vakti tayin et ki, ne senin, ne de bizim caymayacağımız, mutlaka gelece- ğimiz geniş bir yer olsun. – Sizinle buluşma vaktimiz ziynet günü kuşluk vaktidir. Çarşılarda, yollarda tellâllar dolaştırılarak, insanların belirtilen gün ve saatte, bildirilen yerde bulunmaları söylendi. insanlar geldiler. Şravunun, herkesin toplanmasını emretmesi, sihirbazlarının Hazreti Musa’ya mutlaka galip geleceklerini zannetmesi sebebiyledir. Çünkü o, sihirbazlarına ziyadesiyle güvendiğinden, onların kesin ve mutlaka galip geleceklerine inanıyordu. Herkese karşı rezil düşeceği, saltanatının sona ereceği ve enkazının kıyamete kadar, âleme ibret olacağı aklının köşesinden hiç geçmiyordu. Tayin edilen günün belli vaktinde sihirbazlar toplandı. Toplanan Mısır halkına da denildi ki: – Bu hâli, yani Musa ve Harun (aleyhimesselâm) ile sihirbazların şillerini, yaptıklarını seyretmek için toplandınız mı? Bütün sihirbazlar, baş- ta öğretmenleri olmak üzere Şravunun yanına geldiklerinde, Şravun, öğ- retmenleri olan başsihirbaza sordu Onlara, yani yanında bulunan diğer sihirbazlara ne yaptın, ne öğrettin? Başsihirbaz da, onlara sihrin bütün inceliklerini öğretmeye çalıştığını, bu hususta çok büyük gayret sarfettiğini bildirdi. Ayrıca şöyle dedi: Onlara çok sayıda bü- yük sihirler öğrettim. ilâhî bir müdahale olmadıkça, yeryüzünün sihirbazları bunlarla boy ölçüşemez. Ama semavî bir emir olursa, elbette ki, kulun gücü haricindedir, ona karşı durulmaz. Başsihirbaz, sihirbaz da olsa insaf sahibi idi. Bu bakımdan ilâhî bir emirle gelen bir peygambere kar- şı duramayacaklarını, daha baştan ifade ediyordu. Sihirbazların toplanması emredildiğinde, başka bir şehirde, sihir yapmakta usta ve pek mahir iki kardeş vardı. Babaları daha ileri olup, onları bu meslekte en iyi şekilde yetiştirmişti. Sihirbaz kardeşler, babalarına durumu bildirip, dediler ki: Silâh ve adamları olmayan, izzet ve kuvvet sahibi iki kişi hükümdara gelmişler. Yanlarında bir asa varmış. Onu yere bı- raktıklarında ejderha oluyormuş. Böyle olunca kar- şısında bir şey bırakmıyor, demir, ağaç, taş ne bulursa yutuyormuş. Sultan da onların izzet ve kuvvetlerinden sıkılıp, daralmış. Haber göndererek bizi ça- ğırmış. Buna karşılık babaları şöyle cevap verir: Uyudukları zaman onları gözetin. Asayı alabilirseniz, alın. Çünkü, sihirbaz uyurken sihri iş görmez. Onların sihirbaz, yaptıklarının da sihir olup olmadı- ğını böylece anlamış olursunuz. Eğer uyurlarken asa iş yaparsa, bu, âlemlerin Rabbinin işidir. Siz onlarla baş edemezsiniz. Bü- tün dünya bir araya gelse, onların karşısında duramaz. Sonra bu iki kardeş, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’un bulundukları şehre geldiler. Onlar uyurlarken, gizlice asayı almak istediler. Asa onlara saldırınca, alamadılar. Bu arada Hazreti Musa uyandı. Onunla görüştüler. Sonra, kararlaştırılan günde buluşmak için, Musa aleyhisselâmla sözleştiler. Nihayet tayin edilen gün geldi. Meydan tıklım tıklımdı. Sihirbazlar Şravuna dediler ki: – Biz galip olursak, bize ücret var mıdır? – Evet, galip olursanız, sizin için ücret vardır. Her vakit bana sohbet arkada- şı olursunuz. Yanımda bulunursunuz. Görülmemiş ihsanlarıma kavuşursunuz. itibar ve imtiyazınız artar. Yanıma önce girer, sonra çıkarsınız. O sırada Hazreti Musa ile Harun [aleyhimesselâm] da geldiler. Hazreti Musa asasına dayanarak yürüyordu. Meydana girdiklerinde, kendilerini bekleyen sihirbazların yerlerini aldıklarını gördüler. Musa aleyhisselâm, önce sihirbazları hak dine davet etti: – Şravun gibi bir azgının emrine uyarak; sizin, onun ve her şeyin sahibi, Rabbi olan Allahü teâlâya itiraz etmek, karşı gelmek için mi buraya geldiniz? Bu yaptığınızın, Allahü te- âlânın gadabına sebep olacak ne kötü bir iş oldu- ğunu bilmiyor musunuz? Bile bile, yalan olarak Allahü teâlâya iftira etmeniz hâlinde, Onun, büyük bir azap ile sizi helâk edeceğini anlamıyor musunuz? Hazreti Musa’nın bu sözleri, Allah için söylenmiş olduğundan onlara çok tesirli oldu. Oradaki sihirbazlar, bu sözlerin, yapmacık olarak söylenemeyeceğini, bir sihirbazın böyle konuşamayacağını iyice anladılar. Heyecanlı bir şekilde aralarında bu mevzuu istişare ettiler. Şravun ve adamlarının zararından da çekindikleri için, gayet gizli ve sessiz konuşuyorlardı. Hepsi, iman etmeye, sihir göstermekten vazgeçmeye meylettiler. Ancak; Şravunun zulüm ve işkence edeceğini bildiklerinden; kararlarını açıklamayı, karşılaşmadan sonraya bıraktılar. Hazreti Musa’nın galip gelmesi hâlinde, hep birden ona tâbi olmayı da kararlaştırdılar. Şravun ve adamları; sihirbazları teşvik etmek ve cesaretlendirmek için çeşitli sözler söyleyerek dediler ki: – Musa ve Harun (aleyhimesselâm) iki sihirbazdır ki, sihirleriyle sizi memleketinizden çıkarmak; dininizi, şereşnizi yok etmek ve yerine kendi dinlerini yerleştirmek istiyorlar. O hâlde şimdi siz, hilenizi ve sihir aletlerinizi toplayın. Sonra saf saf meydana çıkın ki, heybetiniz şiddetli olsun. Bugün galip olan, elbette felâh bulur ve umduğuna kavu- şur. Zaten meydanda olan sihirbazlar, daha da ortaya çıktılar. Sihir aleti olarak, her birinin elinde ip ve asa vardı. Sihirbazlar, edebe riayet ederek Hazreti Musa’ya sordular: – Asanı yere önce sen mi, yoksa biz mi atalım? – Önce siz başlayın. Sihirbazlar, ellerindeki ip ve asalarını yere koyduklarında, yaptıkları sihirden ötürü, onların ipleri ve sopaları, Hazreti Musa’ya gerçekten yılan olup koşuyormuş hissini verdi. Hazreti Musa, onların bu sihirlerini görünce, Allahü teâlâ ona vahyedip buyurdu ki: – Endişe etme! Sen onlara elbette galip geleceksin. Elindeki asanı yere bırakıver. Onların asalarının, iplerinin çokluğuna, bunların yılan şeklinde görünmelerine aldırma! Zira senin asan, onların yaptıklarının hepsini yutar. Zira, onların yaptıkları şeyler, sihirbazlık hilesidir. Büyü- cüler her nerede olsa felâh bulmaz. Bunun üzerine Hazreti Musa da asasını yere bırakıverdi. O anda asa büyük bir ejderha olup, yılan şeklinde görünen şeylerin hepsini yuttu. Ortada hiç- bir şey kalmadı. Hazreti Musa onu tutunca, yine eskisi gibi bir asa oluverdi. Asa, ejderha olup, o kadar şey yuttuğu ve eski şekline geldiği hâlde, hacminde herhangi bir değişiklik ve fazlalık olmamıştı. Bu da bir başka mucize idi. Bu hâl karşısında, sihirbazlar, Musa aleyhisselâ- mın bir sihirbaz değil, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğunu tasdik edip, “Biz âlemlerin Rabbine, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’un Rabbine iman ettik!” dediler. Musa aleyhisselâmın galip gelmesine ve sihirbazların hep birden iman etmelerine pek çok kızan Şravun; sinirinden ne yapacağını bilmez hâldeydi. Sihirbazlara hitap ederek dedi ki: – Benim müsaadem olmadan Musa’ya iman etti Musa Aleyhisselâmın asası. Meğer ki o, size sihri öğreten bir büyüğünüzmüş. Sizin hâliniz bu olunca, muhakkak ki ben, sizin elinizi, ayağınızı çaprazlama olarak keseceğim ve hepinizi asacağım! Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: (Şravun sâhirlere dedi ki: “… Muhakkak ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. [Benim mi, yoksa Musa’nın Rabbinin mi] hangimizin azabının daha şiddetli ve devamlı olduğunu gerçekten bilecek, anlayacaksınız!) [Tâ- hâ 71] iman eden sihirbazlar, Şravunun bu tehditlerine hiç aldırış etmediler ve dediler ki: – Biz, Hazreti Musa’nın mucizelerine ve bizi yaratan Allahü teâlânın rızasına karşı, seni tercih etmiyoruz, beğenmiyoruz. şimdi bizim üzerimize ne hükmedersen et. Ama sen, hevân üzere, kendi görüşünle ancak şu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin; ahiret hayatı ise bâkîdir. Biz, hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihrin vebalini magşret etmesi için Rabbimize iman ettik. Çünkü biz, senin kavminden iman edenlerin evveli olduğumuz için, Rabbimizin, hatalarımızı af ve magşret etmesini ümit ederiz. Bundan dolayı sen ne kadar tehdit etsen de, biz imanımızdan dönmeyiz. Allahü teâlânın sevabı, mükâfatı seninkinden daha hayırlı, azabı da seninkinden daha şiddetli ve bâkîdir. Sihirbazlardan bazıları, bu karşılaşma olmadan evvel Şravuna; “Kendisi ile karşılaşacak olduğumuz Musa’yı (aleyhisselâm) bize uyurken gösterebilir misin?” demişlerdi de, o; “Peki” deyip göstermişti. Sihirbazlar, Hazreti Musa uyurken asasının onu koruduğunu görmüşler ve hayretle Şravuna gelerek demişlerdi ki: – Onun yaptığı sihir de- ğildir. O, ilâhî bir kudret ile olmaktadır. Sihir olsa, uyurken asasının bir şey yapamaması lâzımdı. Zira, sâhir uyuduğunda, sihri tesirli olmaz. Şravun ise bunların sözlerine iltifat etmeyip, sihir yapmaları için onları zorlamış; onlar ise mağ- lûp olacaklarını bildikleri hâlde, istemeye istemeye bu işe girmişlerdi. Bundan dolayı Şravuna verdikleri cevapta şöyle demişlerdir: – Bize zorla yaptırdığın sihrin vebalini magşret buyurması için, Rabbimize iman ettik. Sihirbazların, kendisinden korkmadıklarını bildirmeleri üzerine, Şravun, başkalarının da Hazreti Musa’ya tâbi olmalarını önlemek, insanların gözlerini korkutmak için, akşam olunca, o gün iman eden sihirbazların hepsinin, ellerini ve ayaklarını çaprazlama olarak kestirdi ve hurma dallarına astırdı. Böylece elleri, ayakları kesilip, hurma dallarına asılanların hepsi şehit oldu. Sabahleyin hepsi kâşr ve sihirbaz iken, akşamleyin mümin ve şehit olarak vefat ettiler. Bütün ahalinin gözleri önünde rezil ve perişan olan Şravun, Hazreti Musa’ya herhangi bir zarar veremedi. Musa ve Harun aleyhimesselâm da oradan ayrıldıktan sonra, kavimleri olan israiloğulları- nın yanına geldiler. Mâşitâ Hatun Şravunun kızının dadılığını yapan bir hanım vardı ve Mâşitâ Hatun ismiyle tanınmıştı. Hazreti Musa’nın dinine inanmıştı. Fakat, Şravunun şerrinden korunmak için imanı- nı kimseye bildirmez, ibadetlerini gizli yapardı. Mâşitâ Hatun birgün hamamda, Şravunun kızı- nın saçını tararken, tarak birden elinden düştü. Uzanıp tarağı alırken gayriihtiyarî olarak; “Bismillah” deyiverdi. Kız buna şaşırarak, dadısına sordu: Ey dadı! Bu söyledi- ğin kimin adıdır? Faydası nedir? Bu ad, padişahlar padişahının adıdır ki, Şravuna padişahlığı veren de Odur. Bütün mevcudatı yaratan da Odur. Şravunun kızı, Mâşitâ Hatunun iman ettiğini bildiren cevabına sinirlenerek dedi ki: – Ey dadı! Benim babamdan başka ilâh vardır diyorsun ha! Sen babamın adını değil de, başkasının adını ilâh olarak nasıl ağzına alırsın? Evet yavrum. Allahü teâlâ vardır. O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yerleri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi yoktan var eden; seni, beni, babanı, kısacası; var olan her şeyi yaratan bir Allah vardır. Ben, O bir olan, kendisinden başka hakikî mabut bulunmayan yegâ- ne mabuda inanıyorum. Baban ise, hâşâ bir ilâh değildir. Her şey gibi o da yüce Allahın bir mahlûkudur. Babana bu mülkü, padişahlığı veren, O yüce Allahtır. Şravunun kızı da babası ile aynı tıynette idi. Mâ- şitâ Hatunun sözlerine verecek bir cevap bulamayınca, kızarak, olanları Şravuna haber verdi. O da, derhal Mâşitâ’yı yanına çağırtarak dedi ki: – Sen, benden başka bir tanrıya mı inanıyorsun? Söyle, yeryüzünde benden başka bir tanrı mı vardır? Mâşitâ, artık hiçbir şeyi gizlemedi. Çünkü her şey anlaşılmıştı. Kıza söylediklerini aynen ona da söyleyip, şöyle devam etti: – Ey Şravun! Sen de biliyorsun ki, sen bir ilâh de- ğilsin. Herkes gibi sen de, âciz bir kulsun. Seni ve her şeyi yaratan Allahü te- âlâdır. Sen fânisin, her fâ- ni gibi senin de sonun gelecek ve öleceksin. Fakat benim Rabbim olan Allahü teâlâ fâni değildir. Bâkî ve ebedîdir. Musa aleyhisselâm Onun peygamberidir. Şravun, bu sözlere çok kızdı. Onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek, azap içinde can vermesine karar verdi. Kin ve intikam hırsı her tarafını kapladığından, gö- rülmemiş ve en alçak eziyetleri yapmaktan çekinmedi. Böylece intikamını yavaş yavaş alacak, habis ruhu bundan zevk duyacaktı. Ayrıca bunu yapmakla, başkalarının iman etmesine mâni olmaya, onların gözlerini korkutmaya çalışıyordu. Bunun, diğer insanlara ibret ve ders olmasını istiyordu. Zalim Şravun, o zavallı hanıma, yavaş yavaş iş- kence etti. Yapmadığını bı- rakmadı. Önce tırnaklarını çektirdi. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçla vurdurdu. Bunlara rağmen o, dininden dönmüyor; “Ben ancak bir olan Allaha inanıyorum!” diyordu. Mâşitâ’nın, beş yaşında bir kızı ile üç aylık bir oğlu vardı. Şravun, çocukları getirtip, beş yaşındaki kızını, Mâşitâ’nın karşısına koydu ve dedi ki: – Ey Mâşitâ! Beni tanrı olarak kabul edersen, seni serbest bırakacağım. Aksi hâlde çocuğundan olacaksın! Mâşitâ ise, bir çocuğunun, bir de Şravunun hâline baktı. Şravun çok merhametsiz idi. Buna rağ- men şöyle demekten kendini alamadı: – Ben, ancak; bir olan Allaha inanıyor, Onu kendime ilâh olarak kabul ediyorum. Zaten Ondan başka ilâh da yoktur! Şravunun hiddeti gittikçe artıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Eline geçirdiği bir bıçakla, o masum yavruyu, annesi Mâşitâ Hatunun önünde gırtlağından kesiverdi. Kızcağızın feryadı, yankılanarak etrafa yayı- lırken, Mâşitâ Hatun da, imanının kuvvetinden gelen bir vakarla, büyük bir sabır örneği sergiliyor; di- ğer taraftan da annelik şefkatiyle gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu. Şravun öfkeyle, kızcağızın kanını, annesinin ağzına, yüzüne sürdü. Bir taraftan da hiddetle bağırıyordu: – Söyle! Benden başka tanrı var mıdır? Mâşitâ’nın dudaklarından ise, yine aynı sözler dökülüyordu: – Allah birdir. Ondan başka ilâh yoktur… Şravun, bu sefer, kundakta bulunan üç aylık yavruyu getirmelerini emretti. Getirdiler. Annesine yaklaştırdıklarında, uzun zamandır süt emmeyen çocuk, meme aramaya başladı. Mâşitâ Hatun, önceki yavrusunun hunharca öldürülmesini düşündü. ikinci ciğerparesinin de aynı şekilde, gözü önünde katledilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı. Kararını verdi. Görünüşte, Şravunun emrettiği sözü söyleyecek, fakat kalbinden yine Allahü teâlâya olan imanını gizleyecekti. Tam o sırada, yavruca- ğını, kızmış fırının içine atıverdiler. O anda, herkesi titreten, kalbleri ürperten, çoğunun dilinin tutulmasına sebep olan bir haykırış duyuldu. Evet, o üç aylık bebek, Allahü te- âlânın kudretiyle dile gelerek; atıldığı o kızgın fırında, ateşler arasından, bağrı yanık anasına şöyle sesleniyordu: – Hayır anne, hayır! Sakın dininden dönme! Sabreyle! Hiç şüphe yok ki, ben, Allahü teâlâya vasıl oldum ve Onun rızasına kavuştum. Cennet ile senin aranda bir adımdan fazla mesafenin olmadığını görüyorum. Pek yakında sen de cennet nimetlerine kavuşacaksın. Sakın ha, dininden dönme! Az daha sabreyle! Şravuna inanma! Benim, ablam ve senin için, Rabbimizin cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamın etrafında, sana hizmet etmek için bekle- şen ve pervane gibi dönen hurileri de görüyorum. Orada bulunanlar, üç aylık yavrunun konuşmasını duydular ve onlardan çoğu Hazreti Musa’ya iman etti. Mâşitâ Hatun, artık ağlamıyor, gülüyordu. Yavrusunun gördüklerini artık o da görüyor ve cennet nimetlerine bir an evvel kavuşmak için can atıyordu. Artık ölümün bir an evvel gelmesini arzu ediyordu. Biraz sonra, o da ruhunu teslim edip şehit oldu. Böylece ruhu, cennetteki makamına, yavrularının yanına uçtu. Bütün bu olayları gördüğü hâlde Şravunun iman etmek aklından bile geçmiyordu. Bu masum yavruların ve annelerinin sabrı karşısında kılı bile kı- pırdamamıştı. Tarihte hep böyle olmuştur. Zalim kimseler yaptıklarının zulüm olduğunu biliyor, ancak itiraf etmekten çekiniyorlardı. Zira şeytan, onları, mevki ve makamları ile gururlandırıyor; peygamberlerin bildirdiklerinin doğru olabileceğini bir an bile akıllarına getirmiyordu. ibrahim aleyhisselâm zamanındaki Nemrûd, israiloğullarına zulümde çok ileri gidenlerden Buhtunnasar hep böyleydiler. Hazreti Asiye’nin şehit edilmesi Hazreti Asiye, Şravunun hanımı idi. Fakat Şravunun aksine; iyiliksever, şefkatli, merhametli, zulüm ve haksızlığı asla hoş görmeyen bir hanımdı. Zaten senelerce önce, bir sandık içinde sarayın bah- çesine gelen Musa aleyhisselâmı alıp; onu evlât edinmesi ve Şravunun zararından koruması da, bu güzel hasletleri sebebiyle idi. Hazreti Musa’nın sihirbazlarla karşılaşıp, sâhirlerin mağlûp olmaları ve hepsinin secdeye kapanarak iman etmelerinden sonra, Hazreti Asiye de iman etmişti. Şravun gibi azılı bir Allah düşmanının hanımı olması, onun iman nimetiyle şereşenmesine mâni olamadı. Hazreti Asiye, bir müddet imanını gizledi. iman ettikten sonra, Allahü teâlânın emirlerine sıkı sıkıya bağlandı. Gizli gizli Allahü teâlâya ibadet ederdi. Mâşitâ Hatunun şehit edilmesine kadar bu hâl böyle devam etti. Hazreti Asiye, Mâşitâ Hatuna ve çocuklarına yapılanları saray penceresinden takip ediyordu. Nihayet dayanamayıp, Şravuna geldi ve böyle yapmamasını ve bu kadar zalim olmamasını söyledi. Hazreti Asiye, bir faydası olmayacağını anlayınca, tekrar yukarı çıktı. Yine, pencereden, olanları takibe devam etti. Mâşitâ’nın şehit edilmesini, Allahü teâlânın ona yaptığı ihsan ve ikramları, meleklerin, ruhunu alarak yükselttiklerini, Allahü teâlânın izniyle hep gördü. Yakini arttı ve Allahü teâlâya olan imanı çok kuvvetlendi. O, olanların tesiriyle âdeta kendinden geçmiş bir hâlde iken, Şravun geldi. Mâşitâ’ya yaptıklarını ona anlatmaya başlayınca, Hazreti Asiye dedi ki: – Ey Şravun! Sana yazıklar olsun! Allahü teâlâ- ya karşı nasıl böyle yaptın? Yoksa, sen de onun gibi aklını mı kaçırdın? Bunun üzerine, Hazreti Asiye artık imanını gizlemedi ve şöyle dedi: – Hayır! Ben aklımı kaybetmedim. Esas deli sensin. Âciz bir mahlûk iken, tanrı olduğunu zannedersin. Ben; benim, senin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya iman ettim. Şravun ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen kayın validesini çağırarak; “Kızın da Mâşitâ gibi aklını kaçırdı. Ona bir çare bul!” dedikten sonra, Hazreti Asiye’ye dönerek şöyle tehdit etti: – Ya Musa’nın ilâhına küfredersin veya ölümü tadarsın! Şravun oradan ayrıldıktan sonra; annesi, Hazreti Asiye’ye, Şravunun söylediklerini kabul etmesini, aksi hâlde akıbetinin kötü olacağını bildirdi. Yani Şravunun emrettiklerini söylemesini istedi. O ise kabul etmedi ve dedi ki: – Sen benim Allahü te- âlâya küfretmemi, inanmamamı mı istiyorsun? Hayır! Vallahi bunu hiçbir zaman yapamam! Şravun bunu duyunca, onu getirtti ve dört direk arasına gerip, eziyet ettirdi. Hazreti Asiye, Şravunun bütün tehdit ve eziyetlerine rağmen, o sağlam imanından dönmedi. Şravun, hanımı olan Asiye’ye bile en ağır iş- kenceleri yapmaktan çekinmedi. Hazreti Asiye’yi dört direğe bağlatıp, gü- neşin sıcağında sırtüstü yere yatırttı. Göğsü üzerine de değirmen taşı koydurdu. Bununla da yetinmeyip, üzerine büyük kaya atılarak işkence yapılmasını emretti. Fakat bu sırada, Hazreti Asiye ruhunu teslim etmiş bulunuyordu. Bir defasında, Hazreti Asiye’ye yine böyle eziyet edilirken, Musa aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Hazreti Asiye parmağıyla işaret ederek, durumunu bildirmek istedi. Hazreti Musa duâ etti. O da, artık yapılan eziyet ve sıkıntılardan hiç acı duymaz oldu. Bundan evvel, azap içinde iken, “Ya Rabbi! Benim için nezdinde cennette bir ev yap! Beni cahil Şravundan, onun batıl, kötü amelinden ve zalim olan kavminin şerrinden koru!” şeklinde duâ edince, Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp baktığında, gö- zünden perde kaldırılıp, cennette kendisi için beyaz inciden yapılmış olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, cennette kendisi için yapılan köşkü seyrediyor ve gülüyordu. Bu hâl, Şravunu daha çok kızdırıyordu. Hâlbuki o, işkence ettiği kimsenin acılar içinde kıvranmasını, nihayet dayanamayıp, kendisine yalvararak af dilemesini bekliyordu. Fakat bu olmayınca da, “Deliye bakın, azap içinde gülü- yor!” demekten kendini alamıyordu. Şravunun kule bina etmesi Hazreti Musa’nın peygamber olduğunu bildirmesinden ve insanları Hakka davet etmeye baş- lamasından sonra uzun seneler geçti. Hazreti Musa, onları Allahü teâlâya imana davet ettikçe, Şravunun azgınlığı artıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. insanlara, Hazreti Musa’ya inanmamalarını söylüyor; “Benden başka ilâhınız yoktur!” diyerek, onları tehdit ediyordu. Gördükleri mucizeler karşısında da; “Bu mucize diye gösterilen şey, sihirden başka bir şey değildir. Biz, bu sihri veya peygamberlik iddiasını, evvelki ataları- mızdan işitmedik.” diyordu. Hazreti Musa, buna karşılık diyordu ki: – Allahü teâlâ tarafından kimin peygamberlikle geldiğini ve hayırlı akıbetin kime nasip olacağını Rabbim çok iyi bilir. Allahü teâlâya iman edenler hak üzeredirler. Siz ise batıl üzeresiniz. Yalan, sihir, küfür ve başka fesatlar ile kendilerine zulmeden zalimler, asla felâh bulmazlar. Dünyada hidayete, ahirette ise güzel akıbete nail olamazlar. Siz de zalim olduğunuz için kurtuluş bulamazsınız. Şravun, Hazreti Musa’nın bu sözlerine bir cevap veremedi. Fakat âcizli- ğini gizleyerek, oradakilere dedi ki: – Ben sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Ey Haman! Haydi, çamurdan tuğla yap da, benim için yüksek bir köşk kule bina et! Olur ki, ben ona çıkarım da, Musa’nın ilâhına bakarım. Doğrusu ben, onu yalancılardan zannediyorum. Şravuna, kötü, çirkin amelleri, şeytan tarafından süslü, güzel gösterildi de, o, fâni olan dünya hayatını seçti; bâkî olan ahiret için hazırlanmayı terk etti. Bundan daha büyük ziyan ve hüsran olabilir mi? şeytanın verdiği vesvese ile aklı iyice örtülen Şravun, ne söylediğini bilmiyordu. Çünkü kendinden başka mabut bilmedi- ğini, böyle bir mabut bulunmadığını söylediği hâlde, Hazreti Musa’nın mabudunu aramak için birtakım hazırlıklara, külfetlere girişti. Bunun için yüksek bina, kule yapıp oraya çıkmaya gayret etti. Haman’a ihtiyaç arz etti. ilâh olmak için bütün bunlar noksanlıktır. ilâh, bir şey yapmak dileyince, hemen yapar. Bunun için başkalarından yardım istemez. Üstelik, kendisinden başka bir ilâh varsa, sema cihetinde olabileceğini dü- şünerek, oralarda aramaya çalıştı. Yani hem kendisinden başka ilâh bulunmadığını söyledi, hem de bulunacağını düşünerek göklerde aramaya uğraştı. Yani, alçaklık ve kibrinin son haddinde olması sebebiyle ilâhlık iddia edecek kadar azgınlaşmış ise de, hakikatte kendisinin bir ilâh olamayacağını ve ne kadar âciz olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, göklerde başka ilâh aramaya çalışmaz ve Musa aleyhisselâmdan, inanmak için, düşüneyim diye mühlet istemezdi. Şravun, Musa aleyhisselâmın davetini, hâlini, mucizelerini görünce, kibrinden ve gururundan ne yapacağını şaşırdı. Kavminin iman edip, ona tâbi olmasından korkmaya baş- ladı. insanların, Hazreti Musa’ya tâbi olmalarından ve onu kendi yerine geçireceklerinden endişelendi. Nefsine aldanarak buna çareler aramaya başladı. Saltanatı, onun için her şeyden önemliydi. Bu sebeple, saltanatını kuvvetlendirmek, hâkimiyetini arttırmak için yüksek bir kule yapmaya karar vermiş ve bunu, veziri Haman’a emretmişti. Haman, usta ve işçileri, kısacası bina işinden anlayan herkesi, hiç kimse kalmamak şartıyla topladı. Ücretle tuttuğu, tuğla ve kireç yapıcı ve pişiricilerden başka, elli bin usta vardı. Ağaç, tahta, çivi, kapı ne varsa hazırlattı. Bina uzun zamanda bitirilmiş; Allahü teâlânın, gökleri ve yeri yarattığından beri o zamana kadar hiç kimsenin yapmadığı yükseklikte bir bina inşa edilmişti. Musa aleyhisselâma bu iş ağır geldi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma buyurdu ki: – Üzülme, ona verdiklerim istidrâcdır. Onu anîden hiçe indirir ve yaptıklarının hepsini bir anda yı- karım. Bina, yukarıya kadar, binek hayvanı ile çıkılacak şekilde yapılmıştı. Şravun hayvana binerek, kulenin en üstüne çıktı. Musa aleyhisselâmın bildirdiği, âlemlerin Rabbi olan ilâhın oralarda, yükseklerde, semaya yakın yerlerde bulunabileceğini zannetmiş- ti. Aşağıyı, yukarıyı, gökleri, yerleri yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, Onun, zamandan ve mekândan münezzeh bulunduğunu, yani zamanlı, mekânlı olmadığını bilmiyordu. Yukarıya, çok yüksek binalara çıkmakla bir şey değiş- mezdi. O da bir farklılık göremedi. Hatta, söylendiğine göre, şaşkın şaşkın ne yapacağını bilemeyip, boşluğa doğru ok attığı oldu. Cebrail aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle geldi ve kanadı ile o yüksek binayı sarstı. Bina üç parçaya ayrılıp yıkıldı. Binlerce asker öldü. Hatta binanın yapılmasında eme- ği geçenlerin hepsi, afete uğradı. Tuğla ve kiremit pişirenler, sonunda, baş- kaları tarafından yakıldılar. israiloğullarına yapılan işkenceler Bilindiği gibi, Musa ile Harun aleyhimesselâm, Allahü teâlânın emri ile Şravuna gelmişler ve âlemlerin Rabbinin peygamberi olduklarını tebliğ edip, israiloğullarına serbestlik verilmesini söylemişlerdi. Allahü teâlâdan açık mucizeler ile geldiklerini bildirdiklerinde, Hazreti Musa ile müsabakaya çıkan sihirbazlar; onun peygamber olduğunu anlayıp, hep birden iman ederek secdeye kapanmışlardı. Hak teâlânın düşmanı olan Şravun da, onlara türlü türlü eziyetler yapmış; ellerini, ayaklarını kestikten sonra, hurma dallarına astırarak şehit etmişti. Bununla beraber, mağlûp ve perişan olduğu belli idi. Bundan sonra Şravun kendi kavmine, israiloğullarına daha çok baskı yapmalarını, güçlerinin üstünde işler yüklemelerini emretti. Çünkü, zulümde ileri giden Kıbt kavminin gücü, ancak buna yetiyordu. Kıbtîlerden biri, israilo- ğullarından birine gelerek, “Hadi, beni takip et!” diye götürür; “Etrafı süpür, ot kes, hayvanlarımı otlat ve bana su çek!” derdi. Kıbtî bir kadın da, israiloğullarından bir kadına, dayanamayacağı işler verir, buna rağmen yiyecek ekmek bile vermezdi. Öğle vakti olunca da; “Gidin, yiyecek bir şey kazanın!” derdi. israiloğulları bu hâle dayanamayıp, Musa aleyhisselâma şikâyette bulundular. O da sabretmelerini söyledi. Sonunda Allahü teâlânın, onları kurtaracağı- nı müjdeleyerek dedi ki Düşmanlarınıza karşı size yardım etmesi için Al- lahü teâlâdan yardım dileyin! Allahü teâlânın, sizi onlardan kurtaracağı vakit gelinceye kadar onların ezalarına sabredin! Muhakkak ki, Mısır ve başka her yer Allahü teâlânın mülküdür. Onu, kullarından dilediğine verir. Allahü teâlânın yardımı ve nihaî zafer, Allahü teâlâdan korkanlar içindir. Şravun ve kavmi, Musa aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden evvel de, israiloğullarını, her gün öğleye kadar ücretsiz olarak çalıştırırlar, sadece yemek verirlerdi. Hazreti Musa’nın peygamber olarak gönderilmesinden sonra, israilo- ğullarına karşı daha şiddetli davranmaya başlamışlardı. Bunun için israiloğulları Hazreti Musa’ya dediler ki: – Sen bize peygamber olarak gelmeden önce de, peygamber olarak geldikten sonra da biz hep eziyet gördük. Musa aleyhisselâm onlara şu cevabı verdi: – Ümit olunur ki, yakın zamanda Rabbiniz, düş- manınızı helâk eder ve onların yerinde sizi iskân eder, sizi onların yerine yerleştirir. Şravun ve kavmi, Hazreti Musa’nın asa ve yed-i beyda mucizelerine inanmayıp; küfür, kötülük ve zulme devam edince, Musa aleyhisselâm Allahü te- âlâya şöyle duâ etti: – Ya Rabbi! Sana malûmdur ki; Şravun yeryü- zünde azgınlık ve taşkınlık yaptı. isyan etti. Kibirlenip, haddi aştı. Kavmi de ona tâbi oldu. Ya Rabbi! Onları cezalandır, perişan et! Kavmimi aziz eyle ki, sonra gelenler için ibret olsun! Bunun üzerine Allahü teâlâ, mucize olarak ona birbiri ardınca alâmetler verdi. Senelerce, Şravun ve kavmine belâ gönderdi. Mahsullerini azalttı. Şravunun sarayındaki mü’min Şravunun sarayında hazinedarlık yapıp, imanını gizleyen, Hazkîl adında bir mümin vardı. Şravun, herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde, o, bir olan Allahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibadetini gizli yapıyordu. Bir ara Şravunun avenesi ve vezirleri, onun, Allahü teâlâya iman ettiğinin ve Hazreti Musa’ya yakınlığının farkına varıp, Şravuna haber verdiler. Şravun da, kendine olan yakınlığı sebebiyle, onun böyle bir şeye cür’et edemeyeceğini söyleyip, onlara inanmadı. Hazkîl ise, imanını gizlemeye devam etti. Musa aleyhisselâm, mucizeler gösterip, peygamberliğini açıkça ilân edince, çaresizlik içinde kıvranan Şravun, vezirlerini ve diğer devlet erkânını toplayıp istişare etti. Hazreti Musa’ya karşı nasıl bir tedbir alınması gerektiğini görüştüler. Musa aleyhisselâma yakınlığıyla bilinen Hazreti Hazkîl de bu toplantıda bulunanlardandı. Şravunun adamları, Hazreti Musa’nın susturulması için, etraftan sihirbazlar toplanarak ona galip gelinmesinde, dolayısıyla öldürülmesinin tehirinde ittifak ederek dediler ki: – Ne kadar sanatında mahir olan sihirbaz varsa, hepsini sana getirelim. Şravunun niyeti ve çekindiği nokta ise başkaydı. Bunun için Şravun, adamlarına dedi ki: – Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de, o, Rabbine duâ etsin. Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi? Zira ben, onun, sizin dininizi değiştirmesinden, sizi bana ve putlara ibadetten ayıracağından yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından, kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harp edeceğinden korkuyorum. Fakat, Şravunun adamları Hazreti Musa’nın öldürülmesine karşı çıktı- lar: – Bundan dolayı senin korkmana bir sebep yok. Zira onun gösterdiği şeyler sihirden ibarettir. Eğer onu öldürürsen; “Ona cevap verecek delil bulamadı da, karşılaşmaktan âciz kaldığı için onu öldürttü.” derler. Şravundan korktukları için de, daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemediler. Hâlbuki, Şravunun şkrinde ısrar ettiğini biliyorlardı. Bu sırada, o zamana kadar imanını gizleyen, fakat Şravunun yakınlarından veya saray vazifelilerinden olan Hazkîl, Şravunu bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışarak şöyle dedi: – Size; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü te- âlâdır!” diyen bir kimseyi, haksız yere hemen öldü- rüverir misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden açık mucizeler ve delillerle geldi. şayet o bir yalancı ise, yalanının vebali kendisinedir. Dolayısıyla ondan size bir zarar gelmez. Eğer sö- zünde sadık, doğru ise, dünya azabından vadetmiş olduğu şeylerden bazısı size isabet eder. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasdedilmemelidir. şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalanı âdet edinen kimseleri hidayete erdirmez. Şravun, bu sözleri işitince, çok kızdı ve Hazreti Hazkîl’i zindana attırdı. Sonra vezirlerini ve diğer ileri gelenleri toplayarak, ona nasıl bir ceza verilmesi gerektiğini görüştü. Şravunun vezirleri, Hazreti Hazkîl’in işkence edildikten sonra öldürülmesini ve bu hâlden, herkesin ibret alıp korkutulması şkrinde idiler. Dü- şüncelerini bildirince; Şravun, Hazkîl’e olan yakınlı- ğından dolayı, onların şkirlerini kabul etmedi. Hazkîl’in, Musa aleyhisselâmın dininden döndürülmesi için, nasihat edip korkutmalarını emretti. Bunun üzerine vezirler, zindana gönderilen Hazkîl’e nasihat edip, hak dini terketmesini istediler. Fakat imanın zevkine eren Hazkîl, davasında ısrar etti. Onları da, Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeye çağırdı. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle; Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen şiddetli azaplar gibi, Hazreti Musa’yı yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, şiddetli azabın olduğu öyle bir günün, size de gelmesinden korkuyorum.” “Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için, kıyamet gününden korkuyorum. O günde gerisin geriye ka- çarsınız ve o günde, sizi, Allahü teâlânın azabından kurtarıcı hiçbir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidayete erdirmediği, şa- şırttığı kimseyi, hiçbir kimse hidayete erdiremez.” “Allahü teâlâya yemin ederim ki, Musa’dan evvel Yusuf da birtakım açık mucizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dinin emirlerinde, şüphe ve tereddütte sabit ve daim oldunuz. Hatta o vefat ettiğinde; ‘Artık bundan sonra, Allahü teâlâ peygamber göndermez!’ dediniz. işte Allahü teâlâ, haddi aşan ve emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır.” Hazreti Hazkîl nasihatlerine devam edip şöyle söyledi: “Ey kavmim! Gelin, bana itaat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dine kavuşmanıza delâlet edeyim. Ey kavmim! Dünya lezzetine mağrur olup aldanmayın! Bilin ki bu dünya hayatı çabuk biticidir. Ancak fâni bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir ve geçicidir. Ahiret ise ebedî olarak kalınacak yerdir.” “Bir günah işleyen kimse, ancak o günahın karşılığı kadar ceza görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mümin olur ve salih ameller işlerse, onlar cennete girer ve orada hesapsız rı- zıklarla mükâfatlandırılırlar.” “Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, Allahü teâlâya iman etmeye, azab-ı ilâhiden kurtulmaya davet ediyorum. Siz ise beni, cehenneme çağırıyorsunuz. Hâlbuki ben sizi, ilâh olmanın bütün vasışarı kendisinde bulunan, herkese galip, azap etmeye ve kullarının hatalarını magşret etmeye kâdir olan, Allahü teâlânın dergâhına davet ediyorum. Dalâlet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.” “Yakında azap gördü- ğünüzde, benim size söylediklerimi hatırlarsınız. Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havale ederim. Zira Allahü teâlâ, kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” Vezirler, Hazreti Hazkîl’den ümit keserek, Şravunun yanına döndü- ler. Onun imandaki sebatını ve kendi nasihatlerinin, onun imanını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadığını bildirdiler. Bunu işiten Şravun, iyice ümitsizliğe kapıldı. “Hazkîl’e ne yapabiliriz?” diye düşünürken, Şravunun yakınlarından biri dedi ki: – Hazkîl’in sözlerinin senin aleyhine olduğuna üzülüp, onu cezalandırmakta acele etme! Zira, sana yakın olan kimseye zulmetmiş olursun. Onun sözleri, sana muhalefetten değildir. Belki de Musa’nın mucizelerini gördükten sonra, onun öldü- rülmesinin mümkün olmadığını zannetmesinden dolayı, kasıtlı olarak sana muhalif görünmektedir. Böylece Musa’ya itaat eder görünüp, hile ve aldatma yoluyla onun öldü- rülmesini temin edip, sana hizmet etmek istemektedir. Vezirlerinin, onun bu niyetini bildiklerinde şüphe yok. Ancak, onlar, koğucu ve haset edici olduklarından, onun sana yaptığı muameleyi kötülemektedirler. Allahü teâlâ, Şravunun kalbine, bu sözleri kabul etmeyi ilham eyledi. Bundan sonra Hazreti Hazkîl’i huzuruna getirtti ve dedi ki: – Senin maksadının bana hizmet olduğunu tetkik ettim. şimdi, Musa hakkında ne düşünüyorsan onu yap! Benden sana zarar gelmez, müsterih ol! Hazkîl’in, işini Allahü teâlâya havale etmesi sebebiyle, Allahü teâlâ onu Şravunun kötülüğünden ve kavminin şerrinden muhafaza buyurdu. Nitekim Allahü teâlâ, bu durumu Mümin suresi 45. ayetinde mealen şöyle bildirmektedir: (Allahü teâlâ, onu [Hazreti Hazkîl’i] Şravunun ve adamlarının hilesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden korudu. Şravunun kavmini ise, dünyada boğulma ve ahirette cehennem azabı ile kuşatıverdi.) Hazreti Hazkîl Hazreti Musa’nın en yakın yardımcılarındandı. Musa aleyhisselâmla birlikte Kı- zıldeniz’den geçip, israiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmamış ve ona inananlardan olmuştu. Şravun ve kavmine gelen belalar Şravun ve kavmi, Hazreti Musa’ya inanmadıkları gibi, karşı çıktılar ve mucizelerine sihir diyerek alay ettiler. Sonunda, Hazreti Musa’nın duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ, Şravun ve kavmine, kendilerine gelmeleri için, bazı musibetler gönderdi. Bu musibetlerden birincisi tufandır. Bu, ekinlerinin boyunu aşan bir yağmur olup, bü- tün ekinleri helâk etmişti. israiloğulları ile Kıbtîlerin evleri birbirine bitişik ve karışık idi. Kıbtîlerin evleri su ile doldu. Boyunlarına kadar suya gömüldükleri hâlde, israiloğullarının evlerine bir damla su girmedi. Su, onların olduğu yerde, toprağın üzerinden akıp gitti. Kıbtîler bir şey ekemediler, bir iş yapamadılar. Tufan bir hafta devam etti. Çok sıkıntı çektiler. Bunun üzerine Musa aleyhisselâma dediler ki: – Rabbine duâ et, bu azabı bizden kaldırsın, sana iman edeceğiz ve israiloğullarını seninle göndereceğiz! Kıptîlerin, iman edeceklerine dair söz vermeleri üzerine, Musa aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ etti ve tufan kesildi. O sene, önceki yıllardan daha fazla ot, hububat ve meyve oldu. Fakat yine nankörlük ettiler ve dediler ki: – Biz bunu hiç beklemiyorduk. Bu su, bizim için bir nimet oldu. O yağmur yağmasaydı, buna kavu- şamazdık. Bol mahsul ve meyveye, Hazreti Musa’nın duâsı bereketiyle kavuştuklarını anlamadılar. Bir müddet rahat ettiler. iman etmedikleri gibi, israiloğullarını da göndermediler. Şravun ve kavmi, tufan ile yola gelmediler. Yine uslanmadılar. Musa aleyhisselâmın sözlerini kabul etmemekte, israilo- ğullarına eziyet ve sıkıntı vermekte, azgınlık ve taş- kınlıkta devam ve ısrar ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Kıbtîlerin ekinlerine çekirgeler gönderdi. Çekirgeler bütün ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çi- çeklerini yiyip bitirdi. Hatta; kapılarını, elbiselerini, eşyalarını, evlerinin çatılarını, tahtalarını, demir çivilerini bile yediler. Çekirgeler doymamak illetine yakalanıp, ne varsa durmadan hep yediler. Fakat, israiloğullarının evlerine girmediler. Böylece, bu hâdisede de onlara hiç zarar gelmedi. Kıbtîler şaşırdılar ve zor duruma düştüler. Üzerlerine azap çökünce, yeniden Hazreti Musa’ya yalvararak dediler ki: – Eğer bu azabı üzerimizden kaldırması için Rabbine duâ eder de, bizi bu belâdan kurtarırsan, mutlak surette sana iman edeceğiz ve israiloğulları- nı serbest bırakacağız. Seninle beraber gönderece- ğiz. Musa aleyhisselâm sahraya çıktı ve asa ile do- ğu tarafına işaret etti. Çekirgelerin hepsi geldikleri gibi gidip, bir tane bile kalmadı. Şravun ve kavmi rahata kavuştular, bir ay huzur içinde yaşadılar. Çekirgelerin tasallutu bir hafta sürmüştü. Bu da bir mucize idi. Fakat sözlerinde yine durmayıp, inanmadılar. Sonra Allahü teâlâ, onların üzerine bit, güve musibetini gönderdi. şöyle ki, Musa aleyhisselâma, ayn-i şems denilen köydeki kızıl kum tepesine doğru yürü- mesi emrolundu. O kum tepesine vardı. Tepe; erimiş, serpilmiş büyük kum yığını idi. Asası ile oraya vurdu. Hemen Kıbtîlerin üzerlerine bit dökülmeye başladı. Ağaç, mahsul, ot ve benzerlerinden ne varsa, bitler onlara dadandı- lar. Hiçbir şey bırakmayıp, ne varsa silip süpürdüler. Elbiselerinin ve derilerinin içine girip ısırdılar. Birisi yemek yese, yemeğine dolarlardı. Hatta birisi, hiçbir böceğin tırmanamayacağı yüksek bir direk yapıp, üstüne yiyecek koysa ve sonra yemek için oraya çıksa, yemeği, bu bit yahut güvelerle dolu bulurdu. Şravun taifesine, o zamana kadar, bu belâdan daha büyük bir belâ gelmemişti. Saçları, derileri, kirpikleri, kaşları hep bitle doldu. Hatta derileri, çiçek hastalığına tutulmuş gibi bir şekil aldı. Bitler uykularına mâni oldukları gibi, rahat da bırakmadılar. Neticede hiçbir çare bulamayıp, âciz kaldılar. Allahü teâlâ, bitten başka, Kıptîlerin hayvanlarına kene gönderdi. Bütün hayvanları yiyip, bir şey bırakmadılar. Kendilerine bitlerin musallat olduğu günlerde, Kıbtîlerden bir kimse, un yapmak için de- ğirmene on ölçek hububat koysa, üç ölçek alamazdı. Bitler, hemencecik yiyip bitiriverirlerdi. Artık dayanamadılar. Hazreti Musa’ya gelip, feryat ederek şöyle yalvardılar: – Ey bizim âlimimiz Musa! Biz tövbe ediyoruz. Hatalarımıza pişman oluyoruz. Rabbine bizim için duâ et! Sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine bizden bu azabı kaldırsın! Musa aleyhisselâm duâ edince, Allahü teâlâ bu belâyı da kaldırdı ve bitler bir hafta sonra hiç kalmayıp, yok oldular. Kıbtîler de tekrar rahata kavuştular. Fakat yine verdikleri sözde durmadılar. “Biz, bir gün hariç, Musa’ya, bizim âlimimiz demedik. Şravunun izzetine yemin ederiz ki, onu ebediyen tasdik etmeyeceğiz ve ona tâbi olmayacağız!” dediler. Bunun üzerine, bitlerin yok olmasından otuz veya kırk gün sonra, Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma vahyedip, Nil’in kenarına gitmesini ve asasını nehre sokup; yakınını, uzağını, yukarı ve aşağı seviyesini işaret etmesini emretti. O da öyle yaptı. Ardından hemen kurbağalar vrak vrak diye bağırarak her taraftan koşuştular. Seslerini, yakında ve uzakta olanlar duydu. Sonra Nil’den çıktılar. Bir karartı, siyah bir bulut gibi, şehre doğru hareket ettiler. Ansızın, Kıbtîlerin her yanını kapladılar. Çamaşırını, kabını, yiyeceğini ve içeceğini açan, içinde muhakkak kurbağa bulurdu. Oturan, çenesine kadar kurbağaya gömülür, konuşmak isteyenin ağzına kurbağalar sıçrardı. Yatağında yatan, uyanınca, üzerinde birbiri üstünde kaynaşan kurbağalar bulur, bu yığından dolayı sağa ve sola dönemezdi. Yemek için ağzını açanın ağzına, yemekten önce kurbağa girerdi. Yo- ğurdukları hamura, pişirdikleri yemeğe karışırlardı. Ateşlerine kurbağalar atlar, söndürürler; yemeklerine girip bozarlardı. Ateşte ve sıcak suda, kurbağalara bir şey olmuyordu. Kısacası, Kıbtî halkına çok büyük eziyet verdiler. şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemez oldular. Darda kalıp, Şravuna başvurdular. Çare bulunamadı. Sıkıntıdan ölecek duruma geldiler. şehir ve yollar, ayakları ile ezdikleri, ölü kurbağalarla doldu. Her taraf kurbağadan geçilmez oldu. Ağlayıp, Musa aleyhisselâma şikâyette bulundular: – Bu belâyı bizden kaldır. Bu sefer tövbe ederiz ve bir daha eski hâlimize dönmeyiz! Musa aleyhisselâm, onlardan, sözlerinde duracaklarına dair ahit aldı. Sonra Hak teâlâya duâ etti ve belâdan kurtuldular. Sağ kalan kurbağalar Nil’e gitti. Bir hafta, üzerlerine belâ olarak kaldıktan sonra, Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderip, ölü kurbağaları bertaraf etti. Bir ay, bir rivayette kırk gün rahat içinde yaşadılar. Kurbağa musibetinin kaldırılmasından sonra, yeminler ederek, yalvararak verdikleri ahde yine sadakat göstermediler. Küfür ve başka bozuk amellerine yine döndüler. Sanki önceki hâller hiç olmamış, kendilerine hiç belâ gelmemiş gibi bozuk iş- lerine devam ettiler. Kıptîlerin, verdikleri sö- zü her seferinde bozmaları üzerine, bu sefer musibet olarak, Allahü teâlâ, onlara kan gönderdi. şöyle ki, Hazreti Musa’ya nehre gidip, asa ile vurması vahyedildi. Nehre vurunca, Allahü teâlâ Nil nehrini kan olarak akıttı ve Şravun taifesinin bütün suları kan oldu. Kıbtîler; nehirlerden, kuyulardan aldıkları suların kan olduğunu gördüler. Bu durumdan Şravuna şikâyet ederek, dediler ki: – Biz, bu kan belâsına tutulduk. içecek başka bir şeyimiz de yok. – Musa size büyü yaptı. Kıptîlerden hiçbirinin hatırına gelip de, Şravuna, “Hani sen tanrılık iddia ediyordun! Eğer gerçekten tanrı isen, bu azabı bizden kaldır!” diye söylemiyorlardı. Bazen burunlarından da kan boşalıyordu. Su alınan bir kuyunun başında, israiloğullarından ve Kıbtîlerden birer ki- şi bulunsa, israiloğulunun doldurduğu, saf su; Kıbtî- ninki ise kıpkırmızı kan kesilirdi. Bir israilli ile bir Kıbtî aynı kaptan su içseler, yine Kıbtîye kan, israiloğluna su olurdu. Şravunun ailesinden susayan bir kadın, israiloğullarından bir kadına gelip, “Bana senin kabından su ver!” dedi. O da güğü- münden aldığı suyu, Kıbtî- nin kabına dökünce, hemen kan oldu. Hatta, “Önce kendi ağzına al, sonra benim ağzıma dök!” dedi de; israiloğullarından olan kadın, böyle yapıp, Kıbtînin ağzına dökünce, su yine kan oldu. Nil nehri, ekinlere ve ağaçlara su olarak aktığı hâlde, Kıbtî- ler gidip oradan içseler, kan olurdu. O günlerde Şravun çok susadı. Yaş ağaçları yiyip, rahatlamak istedi. Ağzına alıp çiğneyince, acı ve tuzlu oldu. Yedi gün böyle devam etti. Yedikleri, içtikleri kan oldu. Kıbtîler, bu durumdan iyice bunalınca, Musa aleyhisselâma gelip, dediler ki: – Bizim için Rabbine duâ et de, bu kan belâsını bizden kaldırsın. Sana iman edeceğiz ve israilo- ğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Bu sefer kat’î söz veriyoruz. Artık bir daha sözümüzden dönmeyiz! Nihayet, çok yalvarmaları ve söz vermeleri sebebiyle, Musa aleyhisselâm yine duâ etti ve o belâ da üzerlerinden kalktı. şöyle ki; Hazreti Musa’ya, asası ile nehre bir daha vurması emrolundu. Bildirilen şekilde vurunca, nehir saf su oldu. Diğer sular da böyle temiz oldu. Fakat onlar yine hainlik ettiler. Yine eski vaziyetlerini değiştirmediler. iman etmediler ve verdikleri sözde durmadılar. Musa aleyhisselâm, sihirbazlara galip geldikten ve tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mucizelerinden sonra, yirmi sene daha onlar arasında kalıp, davetine devam etti. Kırk sene kaldığı da rivayet edilmiştir. Şravun ve onun kavmi olan Kıbtîler, onun davetine devamlı karşı çıkmışlar; gördükleri mucizelerden ve başlarına gelen belâlardan hiç ibret almamışlar, kat’iyen hidayete yanaşmamışlardı. Şravuna göre, Hazreti Musa, kendi sarayında büyü- yen bir çocuk idi. Nasıl olur da bir peygamber olabilirdi. Bunu bir türlü kabullenemiyordu. Kıptîler ise iyice anlamışlardı ki; Şravun ve saltanatını yıkacak olan israiloğlu Hazreti Musa idi. Hazreti Musa, Şravun ve kavminin azgınlıklarını, küfürlerini, hakikate uzaklıklarını ve kibirli hâllerinin devamlı olduğunu görünce, Yunus suresinin 88. ayet-i kerimesinde bildirildiği üzere, Allahü teâlâya şöyle duâ etti: (Ey bizim Rabbimiz! şüphe yok ki sen, bu Şravuna ve onun kavminin ileri gelenlerine dünya hayatında çeşit çeşit mallar [elbise, binecek ve başka mallar] ve ziynet [süs] verdin ki, onlar, insanları senin dininden ayırmak için çalışırlar. Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalblerine sıkıntı ver ki iman etsinler.) Allahü teâlâ, Hazreti Musa’nın yaptığı ve Hazreti Harun’un amin dediği duâyı kabul buyurdu. Nitekim yine Yunus suresinin 89. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Allahü teâlâ onlara buyurdu ki: Her ikinizin duâsı kabul olundu. şimdi siz doğru yolunuzda devam edin! [Duânız üzere sabit olun, acele etmeyin! istediğiniz, vakti gelince hâsıl olacaktır. Yoksa acele etmek suretiyle] Allahü teâlânın vaadini bilmeyenlerin yoluna uymayın!) Allahü teâlâ Hazreti Musa’nın duâsını kabul ettikten sonra, Musa aleyhisselâma yine şöyle vahyetti: – Şravun takımının elinde bulunan para ve ziynet eşyalarını, israilo- ğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yararlar. Bunun için bugün sevin ve bayram et! Sen ve kavmin ibadet edip, bana şükredin, beni zikredin ve bana tazimde bulunun! Zira ben yakında size zaferi gösteririm; sevilenleri kurtarır, düşmanları helâk ederim. Şravunun kavminde bulunan süs, ziynet ve di- ğer kıymetli şeyleri kullanmanız için size veririm. Çünkü onlar, o zaman kendilerinin düştüğü belâdan, kalblerine size karşı korku saldığımdan, ellerinde olanları vermemezlik edemezler. Zaman akıp giderken, Hazreti Musa, tebliğine ve insanları iki cihan saadetine davete devam ediyor, bu hususta hiçbir fedakârlıktan çekinmiyordu. Kendi soyu olan israiloğulları, ona iman edip, tâbi olmuşlar; Şravun ve kavmi olan Kıbtîler ise devamlı karşı çıkmışlardı. inanmamaları sebebiyle Kıbtîlere zaman zaman çeşitli belâ ve musibetler gelmiş, onlar, her musibet gelişinde Hazreti Musa’ya; belânın üzerlerinden gitmesi hâ- linde mutlaka iman edeceklerini, israiloğullarını onunla beraber göndereceklerini söyleyip, bu hususta yeminler ederek yalvarmışlardı. Hazreti Musa duâ edip, belâ üzerlerinden gidince de, yine eski hâllerine dönmüşler ve bunlardan hiç ibret almamışlardı. Kıbtîler, israiloğullarına yaptıkları zulüm ve haksızlıkta da çok ileri gidiyorlardı. Hele başları olan Şravun, Hazreti Musa’yı katletmeye bile kalkıştı. Bazı tefsir âlimlerinin bildirdiklerine göre, Şravunun vezirleri arasında iman edip, imanını gizleyenler vardı. Bunlar, Şravunun Hazreti Musa’yı öldürme teşebbüsüne karşı çıkarak, “O, senin korktuğun gibi, tehlikeli bir kimse değildir. Sen onu öldürmeye kalkarsan, herkes bunu yanlış anlar. Senin; ilimle, kuvvetli delillerle cevap veremediğini, âciz düştüğünü, bu sebeple onu öldürmeye kalktığını düşünür…” dediler. Zaten hakikatte de vaziyet öyle idi. Şravun, aczinin anla- şılmaması için, bir şey diyemiyor, fakat iyice sabırsızlanıyordu. Hazreti Musa’ya, mucize ve maneviyat cihetinden karşı çıkamayıp mağlûp olan Şravun, maddiyata teşebbüs etti. “Beni kendi hâlime bı- rakın! Bana mâni olmayın, Musa’yı öldüreyim. Eğer dediği gibi, Rabbi her şeye kadir ise, çağırsın Rabbini de, benim onu öldürmeme mâni olsun, onu kurtarsın!” diye bağırıyordu. Şravunun böyle yapması, başkalarına karşı cesaretli görünmeye çalış- maktan, korkaklığını ve âcizliğini izhar etmekten başka bir şey değildi. Zira Hazreti Musa’nın hakikaten bir nebî olduğunu bilir; fakat, cehalet ve inadı sebebiyle bile bile inkâr eder, karşı çıkardı. Hatta onu öldürmeye kalkması lâfta kalır, buna asla cesaret edemezdi. Bununla beraber, hakikî hâlini bildirmemek için de etrafındakilere şöyle çıkışırdı: – Siz beni kendi hâlime bırakmıyor, yapacağım işe mâni olup, karşı çıkıyorsunuz. Yoksa şimdiye kadar ben onu çoktan halletmiş, sesini kesmiş idim! Ayrıca; “Musa’nın, sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesat çıkararak, memleketinizi elinizden almasından korkuyor, endişe ediyorum. Bundan dolayı, bırakın beni, onu öldüreyim. Böylece siz de fesattan kurtulup, rahat olun!” diyerek, onları, Hazreti Musa’ya karşı tahrik ediyordu. Zira, insanın mühim iki hususiyetinin olduğunu ve bunlardan asla fedakârlık yapamadığını herkes bilir. Bu hususlarda kat’iyen gevşek davranamaz ve bu iki hususu muhafaza etmek için canını vermek dahil, hiçbir fedakârlıktan çekinmez. Bu iki husustan birincisi din, ikincisi ise namus ve memlekettir. işte Şravun, kavmini Hazreti Musa’ya karşı tahrik ederken; insanların bu hislerini harekete geçirmeye çalışıyor; onu öldürmeye kalkmasında kendini haklı göstermeye uğraşıyordu. Musa aleyhisselâm, Şravunun bu teşebbüslerinden, onun tehdidinden Allahü teâlâya sığındı. Bu hususta Mümin suresinin 27. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Musa [aleyhisselâm, Şravunun tehdidini işitince, yanında bulunanlara]; “Hesap gününün hak olduğunu tasdik etmeyen, ahirete inanmayan her kibirli insanın şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınırım!” dedi.) Allahü teâlâ, Şravunun tehdidini, buna karşı Hazreti Musa’nın Allahü teâlâ- ya sığınıp, başka bir şey yapmadığını zikrettikten sonra, onun tevekkülünün neticesi olarak, Şravunun etrafında bulunan bir mü- min vasıtasıyla, Hazreti Musa’ya yardım ettiğini bildirmişti. Bu mümin de Hazreti Hazkîl idi. Bu arada Musa aleyhisselâm, tebliğ vazifesine devam ediyor, hiçbir şekilde vazifesinden geri durmuyordu. israiloğullarının ona bağlılıkları, Şravun ve kavmini endişelendiriyor, bunlardan çekinmelerine sebep oluyordu. Benî israilden Hazreti Musa gibi büyük bir peygamberin çıkması ve israiloğullarının, hemen onun etrafında toplanmaları, Kıptîleri elbette rahatsız ediyordu. Bu hâlden en çok müteessir olup kaygılanan da Şravun idi. Onlar kuvvetlenip, Kıptîlere galip gelecek hâle gelince, korkuları daha da arttı. Şravun, Nil nehrinin kenarında hususî bir çardak hazırlattı. Orada oturuyor, gelip geçen israilo- ğullarını, Musa aleyhisselâma tâbi olmaktan vazgeçmeye çağırıyor; onları kendi dinine davet ediyor; tatlı ve okşayıcı sözlerle onların muhabbetlerini cezbetmeye çalışıyordu. Onlara diyordu ki: – Ey eşraf! Ben, sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil midir? Bu nehirler, benim köşklerim ve bahçelerim arasında akmıyor mu? Bunların hepsi, Musa’dan daha üstün olduğumu göstermiyor mu? Yoksa ben, nerede ise meramını anlatamayacak kadar hakir ve zayıf durumda olan bu Musa’dan daha hayırlı değil miyim? Elbette ben ondan üstünüm. Eğer o davasında sadık olsa, hakikaten peygamber olsa, Rabbi katından, ona altından bilezikler verilir yahut onunla beraber, onun peygamberliğini tasdik edici ve peygamberlik davasında ona yardım edici melekler gelirdi. O zamanlar bir kimseyi reisliğe seçmek isteseler, onun kollarına altından bilezikler ve boynuna da altından gerdanlıklar takılır; bunlar o kimsenin başa getirilmiş olduğuna alâmet sayılırdı. Şravun bunu da ileri sürerek, kavmini kandırmak istedi ve “Hani bunun altınları ve bilezikleri?” diye, Hazreti Musa’yı haşfe almaya kalktı. Şravun, iki sene müddetle, Nil nehri kenarında yaptırdığı çardakta oturup, bu ve benzeri sözleri söylemeye devam etti. Maksadı, israiloğullarını Hazreti Musa’ya tâbi olmaktan ayırmak; Hazreti Musa yalnız ve kimsesiz kalınca da, onu öldürmekti. Fakat bu müddet zarfında, israiloğullarından hiç- biri ona iltifat etmedi. Kıbtîlerin ileri gelenleri, Hazreti Musa ile başa çıkamadığı için, Şravuna serzenişte bulunmaya başladılar. Bu hususta Şravuna dediler ki: – Sen Musa’yı ve kavmini, Mısır’da fesat çıkarsınlar ve sana tapmayı terk etsinler diye mi serbest bırakacaksın? işte bak, sihirbazlara galip geldiklerinde, kavmi, hep birden ona iman etti. Böyle giderse, bütün insanların azar azar ona tâbi olmalarından endişe ediyoruz. Hâl böyle olunca, onlar çoğalır, Musa’ya yardım ederler. Yeryüzünde fesat çıkarırlar. Mısır memleketinde kendi dinlerini hâ- kim kılıp, seni kendi dininle başbaşa bırakırlar. Şravun, onlara şöyle cevap verdi: – Bundan sonra onları, kendi hâllerine bırakmayız. Ne icap ediyorsa onu yaparız. Yapacağımız şey onların nesillerini kesmektir. Fakat, şimdi onların hepsini birden bir defada katledersek, yanlış anlaşılır. Onlara karşı âciz kalıp, zulme yöneldiğimiz zannedilir. O hâlde yapacağımız şey, bunu, zaman içinde yavaş yavaş yapmaktır. Bundan sonra onların yeni doğan çocuklarından erkek olanlarını öldürür, kız çocukları- na dokunmayız. Kızlarını kendi kavmimizden olanlarla evlendiririz. Oğulları olmayınca, artık nesilleri devam etmez. Şravun böyle söylemekle hem kavminin ileri gelenlerini yatıştırmış, hem de maksadını açıklamış oldu. israiloğullarının Mısır’dan ayrılması Şravun, Hazreti Musa’yı dövmeye, hapsetmeye ve öldürmeye cesaret edemezdi. Çünkü ona bir zarar vermekten âciz oldu- ğunu bilirdi. Fakat, etrafı- na kuvvetli görünmek ve elinden bir şey gelmediğini sezdirmemek için, israiloğullarının çocuklarını öldürmek gibi sözler söylüyordu. Kavmi ise onu anlayamıyor, hakikaten güçlü kuvvetli zannediyor, Hazreti Musa’ya niçin bir şey yapamadığına bir mana veremiyordu. Musa aleyhisselâm ve israiloğulları, Kıbtîlerin sı- kıntı vermelerinden iyice bîzar oluyorlar, bunlardan kurtulmak hususunda Allahü teâlâdan vahiy gelmesini bekliyorlardı. Nihayet Allahü teâlâ, Hazreti Musa’ya, israiloğulları ile birlikte Mısır’dan çıkıp, Kudüs’e, mukaddes topraklara gideceklerini bildirip, hazırlık yapmalarını emretti. Musa aleyhisselâm, tebliğ vazifesine; Şravun ise insanların iman etmelerine mâni olmaya devam ederken, daha önce zikredildiği gibi zaman zaman onlara çeşitli musibetler geldi. Buna rağmen onlar iman etmeyip, her defasında karşı çıktılar. Nihayet onlarda cilt hastalıkları ve üç gün süren karanlık oldu. Şravun, bütün bu durumları ve mallarının helâk olduğunu görünce, korktu. Hazreti Musa’nın, israiloğulları ile birlikte Mısır’dan gitmesine izin verdi. Hazreti Musa da bü- tün israiloğullarına haber verdi. Mısır’dan çıkacaklarını ve hazırlıklı olmalarını bildirdi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâmı ve israilo- ğullarını, Şravunun şerrinden kurtarmak ve onlara galip getirmek dileyince ve bunun vakti gelince, Hazreti Musa’ya vahyedip, israiloğullarının fertlerini çeşitli evlerde toplamasını, her toplanan evde birer kuzu kesip, kanının kapılara sürülmesini vahyetti ve buyurdu ki: – Düşmanlarınıza azap göndereceğim. Bunun için melekler gelecek, kapısında kan olan eve girmeyecekler. Taze ekmek pişirin! Bu sizin için kolaylıktır. Sonra kullarımı gece yola çıkar. Onları denize kadar götür. Orada emrim sana ulaşır. Musa aleyhisselâm, bunları kavmine söyledi ve bildirildiği gibi yaptılar. Böylece israiloğullarına ait olan bütün evlerin kapıları kanla işaretlendi. Kıbtîler, israiloğullarına sordular: – Niçin kapılarınıza bu kanı sürersiniz? – Allahü teâlâ size azap gönderecek; biz kurtulacağız, siz helâk olacaksı- nız. – Rabbiniz size yalnız bu alâmeti mi bildirdi? – Peygamberimiz bize böyle emretti. Musa aleyhisselâmın, yanındakilerle birlikte çı- kıp gittikleri gece, Kıbtîlerin her birinin evlerinde çeşitli hâdiseler oldu. Taun hastalığı çıkarak çoğunun kızları öldü. Yani Allahü teâlâ, onların her birine çeşitli musibetler ve sıkıntılar verdi. Herkes başının derdine düşüp, hiç kimse, israiloğullarının ayrılıp gitmelerini farkedemedi. Şravun ailesindeki bü- tün kızlar da taun hastalı- ğına yakalanıp, bir gecede ölmüşlerdi. Kıbtîler onların defni ve gelen musibetin üzüntüsü ile meşgul oldular. Musa aleyhisselâm ve kavmi, işte o zaman, denize, yani Süveyş’e doğru geceleyin hareket ettiler. Kıbtîler, o gece vefat eden kızlarını defnetme işlerini bitirdikten sonra, ortalarda israiloğullarından hiç kimsenin görünmemesiyle, vaziyeti anladılar. Gittikleri belli olunca, daha evvel izin vermiş olmasına rağmen, Şravun çok pişman oldu. Askerini toplayıp onları takip etmeye, arkalarına düş- meye karar verdi. Kızgınlı- ğı son haddinde idi. Üstelik, kızlarının ölümüne de onların sebep olduklarını iddia ediyordu. “Bunu Musa ve kavmi yaptı. Kızlarımızı öldürdü. Sonra da çıkıp gitti. Hem de sadece kendilerinin gitmesine razı olmayıp; bizim malları- mızı, eşyalarımızı da yanlarında götürdüler!” dedi. Hemen kavminin toplanmasını emretti. israiloğullarının gitmelerine müsa- ade etmeyeceklerini ve onlarla harp edeceklerini söyledi. Bu sırada israiloğulları, önlerinde Hazreti Harun ve arkalarında Hazreti Musa olmak üzere yollarına devam ediyorlardı. Yetmiş yaşından büyükleri ve yirmi yaşından küçükleri hesaba katılmamak üzere, yani hepsi harp edebilecek durumda olanların sayısı oldukça yüksekti. Fakat harp edecek silah ve malzemeleri yoktu. Şravun, her tarafa adamlar gönderip, memleketin dört bir köşesinde bulunan askerinin toplanmasını emretti. Toplanan askerlere dedi ki: – Şrar eden israiloğulları, bize nisbetle az bir topluluktur. Kuvvet ve silah bakımından da bize karşı koyacak hâlde değillerdir. Az bir zaman içinde hemen işlerini bitirir, geri döneriz. Gerçi takip etmesek, nereye giderlerse gitsinler desek de olur. Fakat, onlar bize karşı çıkmakla, görüşümüzü almadan kendi başlarına çekip gitmekle bizi kızdırdılar. Şravun böyle demekle, kavmine yalan söylemiş oluyordu. Zira Musa aleyhisselâma, kavmini alıp gitmek üzere izin vermişti. Şravun, askerini ve ileri gelen adamlarını cesaretlendirmeye çalışmak için de sözlerine şöyle devam etti: – Eğer bize muhalefet edenleri; ırklarını, nesillerini kesmek suretiyle cezalandırmazsak, hâkimiyetimize gölge düşer. Hâlbuki biz kuvvetli bir milletiz. Bunlar gibi düşmanlarımıza karşı daima ihtiyatlı bulunuruz ve zararlarından sakınırız. Silahlarımızı iyi kullanırız. Bundan sonra Şravun, adamları ve askerleriyle birlikte, bahçelerini, bostanlarını, hazinelerini, oturdukları debdebeli köşklerini, hâsılı her şeyle- rini terkederek yola çıktı- lar. Şravun ve ordusu gü- neş doğarken, israiloğullarına yaklaştı. israiloğulları ile Şravun ve kavmi birbirlerini görecek kadar yakına geldiler. israiloğulları, Kıbtîlerin sayıca ve silah bakımından kendilerinden çok ileride olduklarını, dolayısıyla onlara karşı koyamayacaklarını, bir taraşarı da deniz olduğundan, kaç- mak ihtimallerinin de bulunmadığını düşünerek endişeye kapıldılar. Şravun ve kavminden çok eziyet, zulüm gördüklerinden, onların tesiri altında kalmışlar, çok korkmuşlardı. Bu defa da yine onlardan birtakım cezalar göreceklerini, onların elinde helâk olacaklarını düşünerek, Musa aleyhisselâma dediler ki: – Şravun ve askeri bize ulaşmak üzere! Artık bizim için yaşamak ümidi kalmadı. Denizin ikiye ayrılması israiloğullarının korkuya kapılmaları üzerine, Hazreti Musa onları teselli etti. Şravun ve askerinin kendilerine hiçbir zarar yapamayacağı hakkında teminat verdi. Çünkü, Allahü teâlâ onları kurtaraca- ğını vaat etmişti. Musa aleyhisselâm da, Allahü teâlânın vaadinin hak olduğunu biliyor ve Ona gü- veniyordu. israiloğullarına dedi ki: – içinde bulunduğunuz hâlin hakikati, asla sizin zannettiğiniz gibi değildir. O mel’unlar size yetişemeyecekler ve bir zarar yapamayacaklardır. Çünkü, Rabbimin yardım ve koruması benimle beraberdir. Bana kurtuluşumuzu vadetti. Onun vaadinde yanlışlık olamaz. O, vaadinden asla dönmez. O, beni ve sizi düşmanlarımı- za karşı elbette himaye buyuracaktır. Korkmaya, endişelenmeye lüzum yok. ALEYHiSSELÂM Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: – Nereye gideceğiz ki, önümüz deniz, arkamız ise düşmandır. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm duâ etti. Birgün Resûlullah efendimiz eshab-ı kirama buyurdu ki: – Musa’nın (aleyhisselâm) israiloğulları ile denizi geçerken söylediği kelimeleri size bildireyim mi? Eshab-ı kiram; “Evet, buyurun ya Resûlallah!” deyince, buyurdu ki: – Allahümme leke’lHamdü ve ileykelmüştekâ ve entel-müste’ân ve aleykettüklân, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyil azîm. Musa aleyhisselâmın bu duâsından sonra, Allahü teâlâ, ona vahyetti ki: – Asanı denize vur! Böyle yapınca, bizim kudretimizle denizde kuru yol açılır. Böylece, Şravunun size yetişmesinden ve denizde boğulmaktan korkunuz kalmaz. Musa aleyhisselâm asasını vurunca, deniz on iki parçaya ayrılıp, on iki yol meydana geldi. Her yolun iki yanı semaya yükselen büyük bir dağ gibi sularla kaplı, açılan yollar ise kupkuru idi. Yolların etrafındaki yüksek sular, Allahü teâlânın kudretiyle, hareket etmeden o şekilde duruyordu. Musa aleyhisselâm ve yanında bulunanlar, on iki grup hâlinde, Allahü teâlâ- nın kudretiyle denizde açılan yollara girip ilerlemeye başladılar. Zira israiloğulları Hazreti Yakûb’un on iki oğlundan çoğalmışlardı. israiloğulları denizde ilerlerken, bir yolda bulunan başka yoldakini bilmez ve görmezdi. Çünkü arada dağ misali su kümeleri, donmuş hâlde duruyordu. Hazreti Musa’nın yanında olanlar sordular: peygamberler tarihi ansiklopedisi 148 MUSA ALEYHiSSELÂM – Ya Musa! Biz bu yolda gidiyoruz. Fakat diğer yollara girmiş olan akrabalarımızın hâlinin nice oldu- ğunu bilmiyoruz. Onlar da bizim gibi sağ ve selâmetle yollarına devam ediyorlar mı? Yoksa denizin içinde boğulup helâk mı oldular? Hazreti Musa hemen duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle, yollar arasında bulunan dağ gibi sular içinde pencere açıldı ve denizden geçmekte olan israiloğulları birbirlerini görerek sevindiler. Böylece israiloğulları sağ ve selâmetle karşıya geçtiler. Allahü teâlânın onları koruyacağına dair olan vaadi gerçekleşti. Şravun ve kavminin helâki israiloğulları kolaylıkla denizi geçip karşı kıyıya çıktıkları zaman, geri tarafta Şravun ve ordusunun önü de denize dayanmıştı. Denizde açılmış yolları ve israiloğullarının selâmetle karşıya geçtiğini görünce, hayrette kaldılar. Denizde açılmış yollar, önlerinde apaçık duruyordu. Fakat asker, o yollara girmeye cesaret edemedi. Şravun, askerini cesaretlendirmek için, böbürlenerek dedi ki: – Denize bakın! Düş- manlarıma, benden önde yürümüş, gitmiş olan kö- lelerime yetişmem için, heybetimden nasıl da yarıldı. Onları yakalayıp hepsini öldüreceğim. Yürü- yün, haydi denize! Şravun askerlerinden hiçbiri, denizde bulunan yollara girmeye cesaret edemedi. Hatta Şravunun veziri olan Haman bile, atı- nı sürüp girmek isteyen Şravuna mâni oldu ve sebebini şöyle izah etti: – Ben buraya çok geldim; burada böyle bir yol yoktu. Ben korkuyorum. Bu hâlin, Musa’nın bir hilesi olduğunu zannediyorum. Bizim ve adamları- mızın helâk olmasından endişe ediyorum. Şravun, onun sözlerine kulak asmadı ve denize girmek için acele ile atını ileri sürdü. Bundan sonra bütün ordu denize girip, ilerlemeye başladı. Aslında, Şravunun kendisi de denize girmeye korkuyor, çekiniyor, fakat cesaretli imiş gibi görünmekten de geri kalmıyordu. Nihayet, Şravunun askerinin ön kısmı karşı sahile yaklaştığında, arkada olanların hepsi denize girmişler; dışarıda, onlardan hiç kimse kalmamıştı. Yani Şravun ile ordusunun ön tarafı, israiloğullarının çıktıkları kıyıya; arka kısmı ise, geri taraftaki sahile yakın idi. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, denize, kapanarak onları batırmasını emretti. Hak teâlânın bu emri ile bütün yollar kapanıverdi. Şravun ve askerlerinin hepsi boğulup gitti. Şravun, boğulurken, Hazreti Musa’ya iman ettiğini, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığını söyledi. Fakat bu iman geçerli olmadı. Artık, can boğaza geldikten sonra, ruhunun çıkmak üzere olduğu sırada, yani ahiretteki yerini görmeye başlayınca, imana gelmesi fayda vermez; bu anda iman etmesi de makbul ve muteber değildir. Çünkü, imanın gaybî olması, insanın görmeden inanması lâzımdır. Hazreti Musa ve beraberindekilerin, denizi selâ- metle geçtikleri; Şravun ile ordusunun da helâk olduğu o gün, Muharrem ayının onuncu günü, yani Aşure Günü idi. Musa aleyhisselâm ve yanındakiler, bu nimete şükür olarak, o gün oruç tuttular. israiloğulları, karşı tarafta, sahilde, yüksekçe bir yere çıkmışlardı. Denizde açılmış yolların kapanma- sıyla hâsıl olan hengâmeyi ve dalgaların seslerini duyup, Musa aleyhisselâ- ma sordular: – Bu sesler nedir? Musa aleyhisselâm onlara buyurdu ki: – Allahü teâlâ, Şravunu ve beraberindekilerin hepsini denizde boğup helâk etti. israiloğulları, bulundukları yüksekçe yerden, Şravun ve kavminin helâk oluşlarını seyrederek, hâ- diseyi gözleriyle gördüler. israiloğullarından bir kısmı gördükleri zulmün etkisi ile Şravn’ın öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Bunu Musa aleyhisselama da söylediler. Bunun üzerine Musa aleyhisselam dua etti. Allahü tealanın izni ile deniz üzerinde zırhı ile Şravun’un cesedini kı- yıya attı. israiloğulları da onu tanıyarak öldüğüne kesin inandılar. Bundan sonra ise cesedi tekrar sulara karıştı. Ayet-i kerimelerde mealen buyuruldu ki: (Ey Benî israil! Hatırlayın şu zamanı ki, biz, o zamanda sizin deryaya girmeniz sebebiyle, denizi on iki ayrı yola ayırıp, sizi kurtardık. Şravun ve takımını da denizde gark ettik ve siz de onların nasıl boğulup helâk olduklarını sahilden seyrediyor, onlara bakıyordunuz.) [Bekara 50] ([Ey Şravun!] Bugün senin cesedini denizden çıkarıp kurtarırız ki, senden sonra gelenlere ibret olsun. Fakat, insanların çoğu, bizim alâmet ve ayetlerimizden gaşllerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar.) [Yunus 92] Keşşaf Tefsiri’nde, yukarıda meali verilen Yunus suresinin 92. ayet-i kerimesinin tefsirinde diyor ki: Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini; tam, noksansız ve bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız. (Şravunun cesedi bir ingiliz araştırma ekibi tarafından, Kızıldeniz kenarında, kumlar arasında bulunarak ingiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olmasından bugüne kadar üç bin sene gibi çok uzun bir zaman geç- miş olmasına rağmen, Şravunun vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamıştır. Bu hâliyle ve secde eder vaziyette, Londra’daki meşhur British Müzesi’nde teşhir edilmektedir.) işte bu hâl; Kur’an-ı kerimin fesahat ve belâgatı- nın, tam bir mucize oldu- ğunu açıkça gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Böylece Allahü teâlâ, israiloğullarını, hatta bütün insanlığı, Şravun gibi bir zalimin şerrinden kurtardı. Neticede; Musa aleyhisselâm gibi büyük bir peygambere karşı gelmenin cezasını, kavmi ile birlikte gördü. Allahü teâlânın, insanları ebedî saadete kavuş- turmak için gönderdiği peygamberlere karşı çıkan Şravun’un Kızıldeniz kenarında kumlar arasında bulunan secde eder vaziyetteki cesedi, Londra’daki British Müzesi’nde teşhir edilmektedir. ve insanların hidayete kavuşmasını engellemek isteyen zalimler hep olmuş- tur. Fakat bu zalimlerden hiçbiri, imanı yok edememiş; Allahü teâlânın dininin, dünyanın dört bir tarafına yayılmasına mâni olamamışlardır. Ahirette cehennem azabında sonsuz kalacakları gibi, dünyada da kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişan hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşlerdir. isimleri lânet ile anılmış veya unutulmuş; namları ve nişanları kalmamıştır. Kendileri rahat ve huzurun yanında, gönül saadetini de bulamamışlar, mülk ve saltanatları ne kadar muhteşem görünse de, devamlı rahatsız olmuşlardır. Zalimlerin ölüp gitmeleri ile, hem memleketler, hem de insanlar rahata, huzura kavuşur. şu beyt, Şravunun hâlini çok güzel ifade etmektedir. Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzur, Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur. israiloğullarının cehaleti Musa aleyhisselâm, israiloğullarını denizden ge- çirip, Şravun ve kavminin denizde helâkini de görüp seyrettikten sonra, yolları- na devam edip giderlerken, yaptıkları öküz şeklindeki putlara tapmakta olan birtakım insanlar gördüler. içlerinde bulunan israiloğullarının iman etmemiş olan cahilleri, Hazreti Musa’ya dediler ki: – Ya Musa! O kavmin kendilerine mahsus putları olduğu gibi, bizim için de bir mabut yap ki, biz de ona ibadet edelim. Musa aleyhisselâm, kavminden cahil olanların, böyle bir teklifte bulunmalarına çok üzüldü. Onlara buyurdu ki – Allahü teâlâdan gayrı bir mabut mu talep ediyorsunuz? Hâlbuki O, sizi, zamanınız insanları üzerine üstün kıldı. Başkaları- na vermediği nimetleri sizlere ihsan etti. Siz o kadar cahilsiniz ki, apaçık mucize ve alâmetleri görmeniz bile size yetmiyor. Putlara tapanlara imreniyorsunuz. Hâlbuki onların hâlleri, imrenilecek bir şey değildir. Çünkü o gördü- ğünüz kimselerin gittikleri yol, dinleri ve yaptıkları amelleri hep batıldır. Yaptıklarında hayır yoktur. Akıbetleri, şiddetli azaptır. israiloğullarının, Şravunun zulüm ve şerrinden yeni kurtuldukları için; böyle bir söz söylememeleri, hatta bunu hatıra bile getirmemeleri icap ederdi. Hâl böyle iken, cahil olanları bunu söylediler. Bu olacak şey değildir. Nitekim; “insanlar hiç düşünmeksizin, bazen öyle sözler söylerler ki; o söze, deliler bile şaşar.” denmiştir. Musa aleyhisselâm, kavmindeki cahillerin uyanmaları ve bu sözlerinde ısrar üzere bulunmamaları için, yine de onlara nasihat etti. Allahü te- âlânın, onları diğer insanlardan faziletli kıldığını hatırlatarak buyurdu ki: – Hak teâlânın, Şravun kavminin şerrinden kurtararak size selâmet verdi- ğini düşünün! Hani onlar size şiddetli sıkıntılar, me- şakkatli işler vererek azap ediyorlardı. Hatta erkek çocuklarınızı öldürüp, kız çocuklarınızı hizmetkâr olarak kullanıyorlardı. Bunlar sizin için büyük bir belâ ve sıkıntı değil miydi? Allahü teâlânın, düş- manlarınızı helâk edip, sizleri kurtarması da, sizin için büyük bir nimet değil midir? O hâlde edebe riayet edin! Onun nimetlerine şükredin, nankörlük etmeyin! Onu bırakıp, başkasına tapmayı istemeniz, pek büyük bir hata ve en büyük kabahattir. Allahü teâlâ, Şravun ve avenesini boğup, Musa aleyhisselâmı ve yanındakileri kurtarınca, Musa aleyhisselâm, on ikişer bin kişilik iki orduyu Şravunun şehirlerine gönderdi. şehirler boş gibi idi. Allahü teâlâ, Kıptî kavminin ileri gelenlerini, reislerini, önderlerini, askerlerini, kumandanlarını helâk etmiş; geride kadın, çocuk, hasta ve yaşlılardan başka kimse kalmamıştı. Ordunun birine Yûşa aleyhisselâm, diğerine ise Kâlib bin Yukna kumandanlık ediyordu. Ordular, Şravunun şehirlerine girdiler. Mal ve hazine olarak ne varsa, hepsini ganimet olarak topladılar. Taşınabilecek olanları alıp götürdüler. Taşınamayacakları ise başkalarına sattılar. Böylece israiloğulları, çektikleri sıkıntıların mükâfatını daha dünyada iken gördüler. israiloğulları, her ne kadar Şravunun zulmünden kurtulup, hürriyetlerine kavuşmuşlar ise de, ne gariptir ki; bir şüphe, tereddüt, itaatsızlik ve disip içinde idiler. Ayrı- ca içlerinde iman etmeyenler de vardı. Kendisine tâbi oldukları Hazreti Musa’ya itaatte gevşek davranıyorlardı. israiloğulları, aralarında başta Musa aleyhisselâm olmak üzere, Harun ve Yûşa aleyhimüsselâm gibi peygamberler bulunduğu için; çok rahmete, bol nimetlere, rahata, huzur ve saadete kavuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, nankörlük ve edebe riayetsizlik hâlleri devam ediyordu. israilo- ğullarının bu garip hâli unutulmamış, asırlarca insanlara ders ve ibret olarak söylenip, anlatılmıştır. israiloğulları, Mısır’dan kurtulduktan sonra Tîh sahrasına geldiler. Burada da hoşnutsuzlukları devam etti. Mısır’da gördükleri zulmü unutmuş gibi, Hazreti Musa’ya dediler ki: – Bizi şehirlerden, mamur yerlerden çıkarıp, gölge bulunmayan bir sahraya getirdin. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onların üzerlerine, yağmur bulutlarına benzemeyen, beyaz, haşf bir bulut gönderdi. Bu bulut, yağ- mur bulutundan daha açık, haşf, hoş ve serin olup, onlara gölgelik yapar; hareket ettiklerinde başlarının üzerinde, onlarla birlikte giderdi. Konakladıkları zaman başları üzerinde dönüp durur, onları çölün hararetinden korurdu. Men ve selva israiloğullarına ihsan edilen nimetlerden biri de, gökyüzünde ay görülmediği zaman, geceleri onları aydınlatan bir ışık sütunudur. Buna rağmen israilo- ğulları yine dediler ki: – Gölge ve ışık tamam, ama yiyecek yok. Hazreti Musa’nın duâsı bereketiyle, Allahü teâlâ onlara men yani kudret helvası indirdi. Bir müddet sonra israiloğulları yine şöyle sızlanmaya başladılar: – Ey Musa, tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâ- ya duâ et de bize yiyecek et versin. Musa aleyhisselâm da duâ etti. Allahü teâlâ onlara selva, yani bıldırcın eti indirdi. Böylece Allahü teâlâ onlara devamlı men ve selva indirdi. Her kişi, bir gece ve gündüzde yiyeceği kadar alırdı. israiloğulları bunun da kıymetini bilmediler ve Musa aleyhisselâma; “Helva ile etten bıktık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz!” diyerek, nimete şükretmediler. Allahü teâlânın israiloğullarına verdiği nimetlerden biri de şudur: Sahrada susadıkları zaman; “Ey Musa, nereden su içeceğiz?” dediler. Musa aleyhisselâm onlar için su istedi. Allahü teâlâ ona; “Asan ile taşa vur!” buyurdu. Musa aleyhisselâm, taşlık bir yerde asa ile bir taşa vurdu. israiloğullarının her bir boyu için birer pınar olmak üzere, on iki pınar kaynayıp aktı ve her boy kendi suyundan içti. Bu su, hurma yetiştirilmesinde çok kullanılmış- tır. Musa aleyhisselâmın asasını taşa vurması, birkaç defa vuku bulmuştu. israiloğullarının istekleri bitmek bilmiyordu. Birgün sahrada iken dediler ki: – Ey Musa! Biz nereden giyecek bulacağız? Bunun üzerine Allahü teâlâ, elbiselerini devamlı eyledi. Elbiseleri zamanla eskiyecek yerde yenilenir, güzelleşir, eskimezdi. Uzun zaman bu hâl üzere kaldılar. Hazreti Musa’nın Tur Dağına gitmesi Musa aleyhisselâm, israiloğullarına, Mısır’dan çıktıkları ve düşmanları helâk olduğu zaman kendilerine bir kitap getireceğini söylemişti. Bu kitapta, daha önce gelmiş olan dinlerdeki bazı hükümler, Şravun ve kavminin bozup değiş- tirdikleri bazı kaidelerin asılları bulunacaktı. Allahü teâlâ, Şravun ve kavmini helâk ederek, israiloğullarını onların ellerinden kurtardı. israiloğulları- nın başvuracakları bir kitap ve dinleri olmadığından, Hazreti Musa’ya müracaat ederek dediler ki: – Ya Musa! Söz verdi- ğin kitabı bize getir! Musa aleyhisselâm da bunu, Allahü teâlâya arz etti. Allahü teâlâ da ona, Tûr dağına varmasını, ağız ve bedeninin tertemiz olması için orada otuz gün oruç tutmasını, daha sonra kendisiyle mükâleme edeceğini; mekânsız, cihetsiz ve dünyada anlaşılmayacak şekilde konuşacağını bildirdi. Tevrat-ı şerif kitabını inzal edeceğini ve ona yeni bir din verece- ğini vadetti. Musa aleyhisselâm, kardeşi Harun aleyhisselâ- mı, kendi yerine, israilo- ğullarının başına vekil tayin ederek, “Sen, bunların yanlış işlerini ıslah eyle!” dedi. israiloğullarına da, Allahü teâlânın vahyini bildirip buyurdu ki: – Ben, Allahü teâlânın emri ile Tûr dağına gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allahü teâlâ tarafından nazil olacak bir kitap ve yeni bir din getireceğim. israiloğulları o kadar zulüm ve işkenceden kurtuldukları, selâmete erdikleri hâlde; kendisine inanıp tâbi oldukları peygamberin sözüne itaatte, hemen kabul ve tasdik etmekte gevşek davranıyorlar, onu üzüyorlardı. Bu hâllerinin; Hazreti Musa’yı gücendireceğini, Allahü teâlâyı gadaplandıracağı- nı bir türlü anlayamıyorlardı. Onlarda, kavuşulan nimetlere nankörlük etmek hâli vardı. Ne kadar garip ve şaşı- lacak hâldir ki; tarih boyunca insanoğlu içinde, kavuş- tuğu nimete hakkıyla şükredebilen pek az olmuş, nankörlük eden daha çok çıkmıştır. Fakat, israiloğullarının hâlleri daha garip, hareket ve davranışları daha değişik, nimete nankörlükleri pek fazla, peygamberlerine itaatsizlikleri çok hayret edilecek şekildedir. Diğer ümmetler ve peygamberlerin zamanlarında, insanlar, inananlar ve inkâr edenler diye iki gruba ayrılmışlardı. Inananlar, canı gönülden o peygambere tâbi olup, hiçbir emrine kar- şı gelmemişler; inanmayanlar ise, o peygambere ve ona inananlara karşı çı- kıp, düşman olmuşlar, hatta harp etmişlerdir. Fakat israiloğullarının durumları çok daha deği- şiktir. Bunların ekserisi hem Hazreti Musa’ya inanıp tâbi olmuşlar; hem de itaatte gevşek davranmış- lar, bildirdiklerine ve haber verdiklerine şüphe ve tereddüt gözüyle bakmışlardır. Musa aleyhisselâm, peygamber olarak gelmeden önce, Şravun ve kavmi israiloğullarına zulmederlerdi. Onun peygamberliğinden sonra, Şravun ve yakınlarının zulümleri daha da artmıştı. israilo- ğulları, hem Hazreti Musa’ya inanıp kabul etmiş- ler; hem de, “Senin peygamberliğinin ne faydası- nı gördük ki?” der gibi serzenişte bulunmuşlardı. Ayrıca; beraberce yola çıkıp, deniz kenarına geldiklerinde, arkalarından Şravun ile ordusunun geldiğini görünce de, Hazreti Musa’nın, Allahü teâlânın kendilerini kurtaracağını vadettiğini bildirmesine, bu hususta endişe etmemeleri icap ettiği hususunda kendilerine teminat vermesine rağmen, “Sen peygamber olarak gelmeden önce de eziyet görürdük. Sonra daha çok gördük. şimdi ise Şravunun askerleri elinde helâk olacağız!” demişlerdi. Tîh sahrasında Allahü teâlâ kendilerine gökten rızık indirdi. israiloğulları, buna da nankörlük yaptı- lar. Musa aleyhisselâm, Cebrail aleyhisselamın kı- lavuzluğunda Tûr dağına gitti. Tûr dağının eteğine geldiğinde, Hak teâlânın emriyle otuz gün oruç tuttu. Bundan sonra Hazreti Musa, dağın tepesine doğru çıkarken, kendi ağız kokusunu beğenmedi. Bunu gidermek için, dişlerini misvakladı. Melekler dediler ki: – Biz senin ağzından misk kokusu duyuyorduk. şimdi sen o kokuyu değiş- tirdin. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, on gün daha oruç tutmasını bildirerek buyurdu ki: Sen bilmez misin ki, oruç tutanın ağzının kokusu, benim katımda misk kokusundan daha temizdir. Musa aleyhisselâm, on gün daha oruç tuttu. Sonra dağın yüksek yerine çıktı. Hak teâlânın emri ile, Musa aleyhisselâ- mın bulunduğu yerin etrafında geniş bir çevreden, yazıcı melekler dahil, ne kadar canlı mahlûk varsa, Cebrail aleyhisselâm hariç, hepsi uzaklaştırıldı. Orada, Musa aleyhisselâm, zamansız ve cihetsiz olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ, onun gözünden perdeleri kaldırınca, Musa aleyhisselâm açık ve net bir şekilde Arş-ı âlâyı gördü. Levh-ül-mahfûza yazıları yazan, mahiyetini Allahü teâlânın bildiği kalemin sesini duydu. Orada Cebrail aleyhisselâm bulunduğu hâlde, ne konuşulduğunu işitmedi. Allahü teâlâ böylece, Hazreti Musa’nın makam ve mertebesini daha da yükseltti. Hazreti Musa, Allahü teâlâ ile konuşma nimetinin lezzetiyle kendinden geçtiğinden, tam bir arzu ve iştiyak ile münacatta bulunup dedi ki: – Ya Rabbi! Bana kendini göster. Sana bakayım, cemalini göreyim. Allahü teâlâ buyurdu ki: – Beni dünyada göremezsin. Yani insan, dünyada bana bakmaya, beni görmeye takat getiremez. Dünya buna müsait değildir. Dünyada bana bakan, beni gören ölür. Musa aleyhisselâm, Allahü teâlânın kelâmını mekânsız, cihetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde işitince, arzu ve iştiyakı çok arttı, kendinden geçti ve böyle söyledi. Allahü teâlânın kelâ- mını işitince, kendinin dünyada olduğunu unu- tup, bir anda ahiret ve cennet hayatına kavuştu- ğunu zannetti. Hazreti Musa, Allahü teâlânın cemalini görmek nimetinin çok daha fazla lezzetli olacağını da bildiği için, iştiyaki pek fazla artıp dedi ki: – Ya Rabbi! Kelâmını işittim. Bunun için seni görmek istedim. Seni gö- rüp ölmek, görmeyip ya- şamaktan bana daha sevgilidir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, ona; “Dağa bak! Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün!” buyurdu. Musa aleyhisselâm da- ğa baktığında, dağın paramparça olduğunu gördü ve kendisi de düşüp bayıldı. Bir müddet sonra kendine geldiğinde dedi ki: Ey Rabbim, seni her türlü kusurdan tenzih ederim. Ben o isteğimden tövbe ettim. Senin af ve magşretine döndüm. Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: Allahü teâlâyı müminler cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Allahü te- âlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği dü- şünülmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünya iş- lerine benzemez. Şzik ve kimya bilgileri ile ölçülemez. Allahü tealânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde, cisim değildir. (Element değildir. Karı- şım, bileşik değildir.) Sayılı değildir. Ölçülemez. Hesap edilmez. Onda de- ğişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı Onun hiçbir şeyini anlayamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrayamaz. Tevrat’ın nazil olması Hazreti Musa’nın, Allahü teâlâ ile olan konuşmasından ve dağın yarılıp parçalanmasından sonra, orada, Tevrat-ı şerif levhalar hâlinde nazil oldu. Tevrat’ın nazil olması, Zilhicce ayının onunda, yani Kurban Bayramı günü olup, o gün cuma idi. Tevrat’ta israiloğullarına nasihat ve dinî hükümler vardı. Hepsi açık açık beyan edilmiş idi. israiloğulları için, cenab-ı Hakka giden yolu aydınlatan bir nur idi. Musa aleyhisselâm, insanlara geldiği bildirilen ilk büyük ilâhî kitabı aldıktan sonra, Allahü teâlâ buyurdu ki: – Onları kuvvetle, sımsıkı tut! Emirlerine ciddî şekilde riayet et! Kavmine de onu en güzel şekliyle tutmalarını, en güzel şekliyle amel etmelerini emret! Size ileride fasıklar yurdunu gösterece- ğim. Bu emrin sonunda, “Size fasıkların yurdunu göstereceğim” buyururken; “Sakın fasıklar gibi amel etmesinler. Yoksa onların başına gelenler, senin kavminin de başına gelir. Onlara ulaşan ceza size de ulaşır” anlamına gelen bir ikaz da vardı. Tevrat’ın nazil olmasından başka, Musa aleyhisselâm, Tûr dağında birçok şeyleri, Allahü teâlâya arz etti. Hazreti Musa, Allahü teâlâya suâl etti: – Ya Rabbi! Hangi kulların sana sevgilidir? – Beni zikredip, unutmayan kullarım. – Hangi kulların en iyi hüküm verir? – Hak ile hükmedip, nefsine uymayanlar. – Hangi kulların daha büyük âlimlerdir? – Bildiğini insanlara öğ- reten, doğruya götüren sözü dinleyen, kötü sözden kaçınan. – Ya Rabbi! Hangi kulunun ameli daha hayırlıdır? – Dili yalan konuşmayan, kalbi günah ile meş- gul olmayan ve zina yapmayan. Abdullah bin Mes’ûd hazretleri buyurdu ki: Musa aleyhisselâm, Tûr-i Sina’da gözünden perdeler kaldırılıp, Arş-ı âlâya kadar her şeyi gö- rünce; Arş’ın gölgesinde bir kulun oturduğunu gördü ve suâl etti: – Ya Rabbi, bu kimdir? – ihsanım ile insanlara verdiğime haset etmeyen, ana babasına iyilik eden, koğuculuk yapıp dolaş- mayan bir kuldur. Bunun üzerine Hazreti Musa dedi ki: – Ya Rabbi! Vaki olan hatamı ve senin bildiğin kusurlarımı magşret eyle. – Bu sana yeter. – Ya Rabbi! Yapacağım amellerden katında en sevgilisi hangisidir? – Beni hatırlayıp, unutmaman. – Amel bakımından hangi kulun iyidir? – Yalan söylemeyen, fâ- cir olmayan, zina etmeyen, güzel ahlâklı mümin. – En kötü amel işleyen kulların hangileridir? – Kötü ahlâklı, aşikâre ve devamlı günah işleyen; gece ölü gibi hareketsiz, gündüz ise tembel olan. Samirî’nin buzağı ile kavmini aldatması israiloğulları içinde Samirî isminde biri vardı ki, israiloğullarının Samirîler adlı kabilesinden olup, Kirman beldesinden sığıra tapan bir kabileden gelip, Mısır’a yerleşti. Münafık olup kalben iman etmemişti. Musa aleyhisselam, Allahü teâlânın emri üzerine, yerine kardeşi Hazreti Harun’u vekil bırakarak, Allahü teâlâya münâcatta bulunmak, zamansız, mekansız ve cihetsiz olarak O’nunla konuşmak üzere Tûr dağına gitti. O zamana kadar israiloğullarının arasında hatırı sayılır kimselerden kabul edilen, imansızlığını gizleyen, gizli gizli, Musa aleyhisselamda noksanlıklar bulmaya çalı- şan Samirî, Hazreti Musa’nın bulunmayışını fırsat bilerek, nifak ve ştne tohumlarını ekmeye baş- ladı. Daha önce israiloğullarının, Hazreti Musa’ya; “Bize bir mâbud yap!” dediklerini fırsat bildi. Haince ve şeytanca planını hazırlayıp uygulamaya karar verdi. Daha önce anlatıldığı gibi, Musa aleyhisselamın Tûr-i Sînâ’da kalma müddeti önce otuz gün olup, sonra kırk güne tamamlanmıştı. işte Samirî’nin ştnesi de, ilave edilen bu on gün içinde oldu. Samirî, iğrenç ve çirkin planını tatbik etmeye yaklaşıyor, fakat bunu, sezdirmeden ve belli etmeden yapmaya çalışıyordu. imânsızlığı, hak dine düşmanlığı gizli olduğu gibi, bu hususta yaptığı hain faaliyeti de çok gizli idi. Musa aleyhisselam, onlara bildirdiği otuz gü- nün sonunda yanlarına dönmeyince, Samirî, gizliden gizliye, israiloğulları içinde dolaşıp, konuşma imkanı bulduklarından herbirine çeşitli yalanlar anlatıyordu. Mısır’da Kıptilerden elde edilen mü- cevherlerin kendilerinin hakkı olmadığı yalanını yayıyor ve diyordu ki: – Musa aleyhisselamın gelmemesinin sebebi; bizim yanımızda bulunan, Mısır’da Kıptîlerden aldı- ğımız zinet eşyalarının haram olmasıdır. Yani belli ki, bu sebeple, Rabbi, Hazreti Musa’yı mu- âheze etti, cezalandırdı. Bu cezanın bize de gelmemesi için, en iyisi biz bir çukur kazıp, yanımızda bulunan bütün zinet eşyalarını oraya atalım ve ateş yakıp eritelim, dedi. Bu sinsice plânıyla onları saptırmaya başladı. Onun bu sözüne kanan, israiloğulları yanlarında bulunan mücevheratı getirip, çukura attılar. Mesleğinde mahir olan bir kuyumcu vardı. Samirî ateş yakıp, zinet eşyalarını ona erittirdi. Bir buzağı heykeli yaptı. Bu buzağı heykelininden sesler çıkardı. Samirî’nin aldatıcı sözleriyle, çoğu cahil kimseler olan israiloğulları o heykeli ilâh edindiler. Samirî ve ona tâbi olanlar, israiloğullarına: – işte bu buzağı sizin ve Musa’nın mâbududur. Fakat Musa, mâbudunun burada olduğunu unuttu da, onu istemek, arayıp bulmak için Tûr’a gitti. Arı- yor bulamıyor, diyerek, insanları, o heykele ibâdet etmeye zorladılar, tahrik ettiler. Üstelik, heykel çok ustalıklı şekilde yapılmıştı. Heykelde, boru gibi delikler bırakılmıştı. Bu deliklerden hava girince, ses hasıl oluyordu. Böyle olunca da, heykel ses çıkarıyor diye insanları aldatı- yordu. Samirî’nin yaptığı buzağı heykelinin altına, gö- rünmeyecek şekilde, insanları aldatmak için; hakiki, canlı bir buzağı yerleştirdiği, canlının çıkardı- ğı sesin, heykelden geliyormuş gibi anlaşıldığı da bildirilmiştir. Harun aleyhisselam, Samirî ve ona aldananlara, bu yaptıklarının, kat’iyyen uygun olmadığını, bu sapıklıktan ve taşkınlıktan hemen vazgeçmelerini söyledi ise de, onu dinlemeyen israiloğullarından bir çoğu, buzağı heykeline tapmaya, ona ibadet etmeye başladılar. Bu heykele secde ettiler ve; “Bu bizim mâbudumuzdur” dediler. Hazreti Harun, onların bu hallerine pekçok üzülüyor, yaptıklarının çok yanlış ve pek bozuk bir iş olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Harun aleyhisselamın nasihatlerine uyarak, diğerlerinin azgınlığına kapılmayanların adedi, on iki bin kişi idi. Diğerleri hep buzağı heykeline secde ediyorlardı. Hazreti Harun, onlara çok nasihat edip, yalvardı ise de kabul etmediler. Hazreti Harun’u tartaklayıp: – Musa bize geri dö- nünceye kadar buzağı heykeline ibadeti terk etmeyiz. Zira Samirî, o heykel için bize; “Bu, Musa’nın ve sizin ilâhı- nız” demişti. Bakalım Musa aleyhisselam gelince, hakikaten o da bunu ilâh kabul eder mi? O da bizim gibi buna -hâşâ- tapar, ibâdet eder mi? dediler. Bu sırada, Allahü teâlâ, Tûr-i Sînâ’da bulunan Musa aleyhisselama; kavminden Samirî isminde birisinin insanları dalalete sevkettiğini, bir buzağı heykeli yaparak, herkesi buna tapmaya teşvik ettiğini bildirip: – Ya Musa! Sen Tûr-i Sî- nâ’ya gelmek üzere kavminden ayrıldıktan sonra Samirî, buzağı heykelini ilâh edinmekle ve insanları ona ibadete sevketmekle onları dalalete düşürdü, buyurdu. Musa aleyhisselam kendisine nâzil olan Tevrat-i şeriş alıp, kavminin yaptıklarından dolayı çok üzülmüş bir şekilde kavmine döndü. Samirî’nin ve ona tâbi olanların yaptıklarına pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi. Musa aleyhisselam, israiloğullarının yanları- na geldiğinde; dalalete düşmüş kimseler, ilâh edindikleri buzağı heykelinin etrafında dönüyor, bir takım sesler çıkarıyorlardı. Hey’ette bulunanlar bu hengameyi görünce, kavga var zannettiler. Hazreti Musa, onlara; – Hayır, bunlar ştne gü- rültüsüdür. Kavmim, bizim arkamızdan Allahdan başkasına tapınmakla ştneye düştü, buyurdu. Hazreti Musa, insanları böyle batıl bir yola sevkettiği için Samirî’yi, ona tabi oldukları için buzağı putuna tapanları şiddetle azarladı ve onlara dedi ki: – Ben ayrıldıktan sonra, ne çirkin işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini terk mi ettiniz? Rabbinizin emriyle, benim size dönmeme kadar sabretmeyip acele mi ettiniz? Hazreti Musa gadabı- nın şiddetinden dolayı, elinde bulunan Tevrât levhalarını yere bıraktı. Kardeşi Harun, israiloğulları- nın sözünü dinlemediğini bildirdi. Hazreti Musa kendisi ve kavmi için Allahü teâlâdan magşret diledi. Musa aleyhisselam, gadablı ve çok üzülmüş bir şekilde kavminin yanı- na döndü. Onlara dedi ki: – Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size Tevrat’ı vereceğini, tövbe ettiğiniz takdirde geçmiş günahları- nızı bağışlayacağını ve sizi düşmanlarınız üzerine galip kılacağını bildirmedi mi? Yoksa, benim sizden ayrılığım, size vaad ettiğim müddetten uzun mu oldu? Yahut siz, Rabbinizin gadabını arzu ettiniz de, imanda benimle sabit ve benim emrimde kalacağınıza dair verdiğiniz vaadinizden vaz mı geçtiniz? Allahü teâlâ- nın birliğine inanıp, O’ndan başkasına ibadet etmeyeceğinize dair taahhüdünü- zü neden bozdunuz? Buzağı heykeline tapmak dalaletine düşmüş olanlar, Musa aleyhisselama: – Biz, sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Mısır’dan çıkarken Kıptîlerden aldığımız altın, gümüş gibi zinet eş- yalarını, Samirî’nin emriyle ateşe attık. Samirî de, elinde bulunan zinet eşyalarını bizim gibi ateşe bı- raktı. Sonra erimiş zinet eşyalarından buzağı şeklinde bir suret, heykel yaptı. O ve ona tabi olanlar, “işte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır” dediler, diye mazeret bildirdiler. Hazreti Musa, ağabeyi Hazreti Harun ile konuş- tuktan sonra, bu ştne ve fesadın esas mes’ulünün Samirî’ olduğunu anladı. O’na sordu: – Senin zorun ne idi ey Samirî! Seni bu büyük işi yapmaya, insanları dalalete düşürmeye sevkeden nedir? Bu işten maksadın nedir? dedi. Samirî: – Ya Musa! Ben israilo- ğullarının görmediklerini gördüm. Onların bilmediklerini bildim. Yani senin dininin hak olmadığına kâil oldum. Zaten Senin sünnetinden, dininin emirlerinden bir kısımını almıştım. Onu da terk ettim. Böylece sana anlattığım bu işi, nefsim bana hoş gösterdi. Ben de böyle yaptım, dedi. Böylece, Samirî küfrü- nü itiraf etmiş oldu. Musa aleyhisselam, Samirî’nin yaptığı bu hain ve çirkin işten dolayı pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi. Ona lânet etti. Buyurdu ki: – Benim yanımdan, git. Gözüm seni görmesin. Zira senin için, hayatın boyunca; “Aman bana kimse dokunmasın. Kim bana dokunursa, ona humma illeti bulaşır” demen vardır. işlediğin cinayet, seni, bir kimsenin yanına varmaktan, bir kimseye dokunmaktan mahrum etmiştir. Hayatı ve hissi olmayan bir heykele; hayatı varmış, canlı imiş gibi gösterip ilâh diye tapındığın ve bununla da kalmayarak bir- çok insanları da ona taptırmak suretiyle dalalete sürüklediğin için, hayatın boyunca idrak ve şuurdan mahrum bir taş gibi, gezeceksin. Bir kimsenin sana dokunmasından çok korkacak ve devamlı karşılaş- tıklarına; “Aman bana dokunma” diye bağıracaksın. Herkes de sana yakın olmaktan ve dokunmaktan korkacak. Ey Samirî! Dünyadaki cezan bu olduğu, yani hayatın vahşî hayvanlar misali geçeceği gibi, ahırette de Cehennem azabına du- çâr olacaksın. Sen o Cehennem azabından kat’iyyen kendini koruyamazsın ve ebedî olarak da, kat’iyyen o Cehennem azâbından ayrılamazsın… Hem biz, senin kendi elinle yaptığın sonra da ona ilâh diye taptığın o buzağı heykelini de yakacağız. Sen onun, yanmaktan kendini koruyamayan cansız bir şekil olduğunu, ilâh olmakla hiç bir alâkası da bulunmadığını iyice anlıyacaksın. Böylece Musa aleyhisselam tarafından kovulan Samirî insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde vakitlerini geçirmeye başlayan Samirî, başkalarına yaklaşamadığı gibi, baş- kaları da ona yaklaşıp dokunamıyordu. insanların arasından ayrı, dağ başlarında ve vahşî hayvanlar arasında geziyor, sesi çıktığı kadar; “Bana kimse dokunmasın” diye bağıra bağıra ömrünü bitiriyordu. Hatta, Samirî bir kimseye veya bir kimse Samirî’ye dokunsa, her ikisi de salgın humma hastalığına tutulduklarından; herkes Samirî’den, Samirî de herkesten kaçıyordu. Bu halde bulunan Samirî, bir sahrada perişan bir halde helâk oldu. israiloğullarının tövbesi Musa aleyhisselam, Samiri’yi kovup buzağı heykelini eritip yok ettikten sonra kavmine Ey kavmim! Muhakkak ki siz, buzağı heykeline tapınmakla, onu ilâh edinmekle, nefsinize zulmettiniz, dedi. Onlar; – Bunu affettirmenin çaresi nedir? Siz onu bildirin biz de yapalım, dediler. Hazreti Musa buyurdu ki: – Rabbinize dönün. Tam bir alçak gönüllülükle, yalvararak ve tam bir nedamet ve pişmanlık ile O’na tövbe edin. – O’na nasıl tövbe ve rücû ederiz? – Nefslerinizi öldürün. Böyle yapmanız, Rabbiniz katında sizin için hayırlı- dır. Musa aleyhisselamın sözleri karşısında, gaşete ve münâfıkların hilesine düştüklerini anlayan israiloğulları, yaptıklarına çok pişman oldular. Onu ilâh edinmekle dalalete düş- tüklerini görüp anladılar. – Eğer Rabbimiz bize rahmet etmezse ve günahımızı magşret etmezse; muhakkak ki biz hüsrana düşenlerden, en büyük zarara uğrayanlardan olaca- ğız, dediler. Âlimler bildirdiler ki, Musa aleyhisselamın bildirdiği dinde, mürted olan yani imandan ayrılıp küfre, imansızlığa düşen bir kimse, sonra bu hâline tövbe etmek, tekrar mü’min olmak dilerse, tövbe etmekle beraber öldürülmesi lâzım gelirdi. Yani onun öldürülmesi, tövbesinin tamamlayıcısı idi. Bizim dinimizde ise, mürted olan imandan ayrılmasına sebep olan söz ve şiline tövbe ederek imanını tazelerse, yine mü’min olur ve öldürülmesi icabetmez. Musa ve Harun (aleyhimüsselam), peygamberlik şefkatlerinden dolayı ağlayarak Allahü teâlâya duâ ettiler. Duâları kabul olunup kimseyi öldürmemeleri emredildi. Allahü te- âlâ, israiloğullarının magşret olunmaları, affedil meleri için yaptıkları tövbenin de kabul olunduğunu bildirdi. Hazreti Musa’nın onlara; – Tövbeniz kabul oldu. Muhakkak ki, Allahü teâlâ tövbe eden kullarını çok magşret ve onlara çok rahmet edicidir, dedi. Nitekim Bekara sûresinin 52. ayet-i kerimesinde de israiloğullarına hitaben; “Buzağı heykeline ibadet etmenizden sonra, tövbe ettiğiniz için günahınızı affettik. Ta ki, af nimetine şükredesiniz” buyuruldu. Tekrar Tûr Dağına gidiş Musa aleyhisselam buzağı heykelini yakıp yok etti. Bundan sonra Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama, israiloğullarının seç- kinlerinden yetmişini getirip, kavminin buzağıya tapındıklarından dolayı özür ve af dilemelerini emretti. Musa aleyhisselam da kavminden yetmiş kişi seçti. Musa aleyhisselam bu yetmiş kişiyi tesbit ederken, israiloğullarının her bir kolundan altışar kişi seçti. Toplam yetmiş iki ki- şi oldular. Hazreti Musa; – Ben, yetmiş kişi gö- türmekle emrolundum. iki kişi ayrılıp, yetmiş kişi kalsın, buyurdu. Yetmiş iki kimseden hiç biri geri kalmak istemedi. Musa aleyhisselam, – Kalan da, bizimle gelen kadar sevaba kavuşacaktır, buyurdu. Bunun üzerine Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ gönüllü olarak kaldılar. Musa aleyhisselam, o yetmiş kişiye oruç tutmalarını, beden ve elbiselerinin çok temiz olmasını emretti. Sonra Tûr dağına çıktı. Tûr-i Sînâ’ya yaklaş- tıklarında bir sis bulutu, Musa aleyhisselamı kaplayıp, Hazreti Musa sisin içinde kaldı. Bu hâli gö- rünce, onlar secdeye kapandılar. Onlar bu durumdan iken; Allahü teâlânın izni ve kudretiyle, Hak te- âlânın Hazreti Musa’ya bildirdiği emir ve nehyettiği hususları işittiler. Sonra sis dağıldı. Hazreti Musa’yı gördüler. Ona; – Allahü teâlâyı bize aşikâre olarak göstermezsen, seni tasdik etmeyiz, dediler. Bu kavimde olanlar Musa aleyhisselam ile bunca mucize gördükleri hâlde yine nankörlük yapı- yor, yine beyinsizlikte bulunuyorlardı. Bu hususta ayet-i kerimede buyruldu ki: “Hatırlayın şu vakti ki, Musa’ya (aleyhisselam.) “Yâ Musa! Biz, Allahü te- âlâyı hicâbsız, örtüsüz, perdesiz bir şekilde aşikâ- re olarak görmedikçe, asla sana inanmayız” demiştiniz de, o sebepten o anda, sizi, gökten gelen yakıcı bir ateş yakalayı vermişti. Siz de, bu musibeti bizzat gözlerinizle görmüştünüz.” (Bakara 55) Musa aleyhisselama böyle diyenlerin her biri, kendilerine gökten gelen yakıcı ateş ile diğerlerinin gözü önünde öldü. Yani her biri ölürken, kalanlar onun nasıl öldüğünü seyrediyor, bizzat görüyordu. Onların başına bu hâl gelince, Hazreti Musa çok üzülüp ağlamaya başladı. Tam bir sığınma ile Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu. – Ey Rabbim! Dileseydin, daha önce beni ve onları yok ederdin. Aramızdaki beyinsizlerden ötürü bizi yok eder misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Sen, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola sokarsın, sen bizim yardımcımız, koruyup gözetleyicimizsin. Bizi magşret et ve bize rahmet eyle. Zira sen, magşret edicilerin en hayırlısısın. Musa aleyhisselam Allahü teâlâya çok yalvardı. Nihayet Hak teâlâ o kimseleri teker teker diriltti. Bu yetmiş kişi, biraz evvel, biri ölürken, kalanların seyrettiği gibi, şimdi de biri dirilirken, ondan önce dirilen, onun nasıl dirildiğini görürdü. Nitekim Bekara sûresi: 56. ayetinde meâlen buyuruldu ki: “Sonra sizi tekrar dirilttim ki, bu tekrar dirilme sebebiyle, hayat nimetine şükredesiniz.” Allahü teâlânın Musa aleyhisselamın duâsı üzerine dirilttiği kimseler tövbe etmeye başladılar: – Ya Rabbi! Bu dünyada bize; yardım eyle, ibadet, tâat, nimet ve âşyetle güzel yaşamak ihsan eyle, Ahı- rette ise magşret ve rahmetini, Cenneti ve cemalini görmemizi nasib eyle. şüphesiz ki biz sana yöneldik, tövbe edip, sana döndük. Onların bu tövbesine karşılık Allahü teâlâ buyurdu ki: – Azabıma, kullarımdan dilediğim kimseyi uğratı- yorum. Rahmetim her şeyi kaplamıştır. Bu dünyada, ALEYHiSSELÂM mü’min, kaşr, mükellef ve çocuk herkese şamildir. Lâ- kin kıyamet gününde rahmetim hasseten Allahü te- âlâya karşı gelmekten sakı- nanlara, zekatlarını verenlere ve ayetlerimize iman edenleredir. Alimlerimiz buyuruyorki, Allahü teâlâ; “Rahmetim herşeyi kaplamıştır” buyurunca, iblis mel’unu; – Ben de bir şeyim. O halde ben de rahmete kavuşurum, dedi. Fakat Allahü teâlâ; “Hasseten Allaha karşı gelmekten sakınanlara,” buyurunca, iblisin ümidi kalmadı. Kavminden yetmiş kişi ile birlikte Allahü teâlâya münâcâtta bulunmak ve kavminden buzağıya tapma dalaletine düşenler namına istigfarda bulunup, Hak teâlâdan af ve özür dilemek için Tûr-i Sî- nâ’ya gelen Hazreti Musa, Allahü teâlânın kelâmını duyup, kavminin yanına döndü. israiloğullarının gariplikleri Bu mühim ve müthiş hadisenin te’siriyle biraz kendine gelen israiloğulları, bir müddet itaat içinde yaşadılar. Daha sonra, kendilerinde bulunan nimete nankörlük ve çabuk unutma gibi hasletlerinden dolayı yine söz dinlememeye başladılar. Zaman ilerledikçe nasihatlerin te’siri azalıyordu. Geç- mişte yaşadıkları mühim hadiseleri unutarak gaşete dalıp, Tevrât’ın hükümlerine aykırı haraketler etmeye başladılar. Hatta öyle oldu ki, Tevrât’ta bildirilen, emredilen hükümlerin çok zor ve pek ağır olduğunu, bu hükümlerin icablarını yerine getiremiyeceklerini söylediler. Bu hükümleri Hazreti Musa’ya bildirenin Allahü te- âlâ olduğunu, dolayısıyla bunlara itaatsizlik ve riayetsizlik etmenin, doğrudan Hak teâlâya isyan olacağını düşünemediler. Tevrât’ın hükümlerine mutlaka tâbi olacaklarına ve Musa aleyhisselama kati olarak itaat edeceklerine dair verdikleri te’minatı unutmuşlardı. Allahü teâlâ gaşetten uyanmaları için Tûr dağını kaldırıp onların üzerine getirdi. Dağ, Allahü teâlânın izni ve kudretiyle gelerek, israiloğullarının üstünde, başları hizasının az yükseğinde durdu. Da- ğın hemen üzerlerine çökü- vereceğini zannettiler. Hep birden Hak teâlâya secde için kapanıp, çok korktular. Öyle ki, secdede sol kaşları- nı yere koyup, sağ gözleri ile ha çöktü ha çökecek diye dağa bakarlardı. Bu hadiseden kalma bir âdet olarak, yahudiler, yüzlerinin yarısı üzerine secde ederler ve bunu azabdan kurtulmaya vesile sayarlar. Tûr dağının onlara gölgelik etmesi ile ilgili Kur’ân-ı kerimde buyuruldu ki: “Hatırlayın şunu ki, sizden, kuvvetli söz almıştık. Tûr dağını üzerinize kaldırmıştık ve; “Size verdi- ğimiz Tevrât’ı tam bir ciddiyet ve gayretle alıp sımsıkı sarılın. Ondaki emirleri dinleyin ve icâblarıyla amel edin” demiştik…” (Bekara 93) israiloğulları, başlarındaki dağın, önlerindeki ateşin ve arkalarındaki denizin kaldırılması karşılı- ğında kabul ettikleri şartlara, söz verdikleri esaslara uymadılar. içlerinden pek azı hariç, hiç biri sözlerinde durmadı. Musa aleyhisselam bu azgınlara; eskiden Kıptîler elinde çektikleri eziyetleri, Şravunun zulümlerini, Allahü teâlânın, kendilerini onlardan kurtarıp daha nice nimetler ihsan ettiğini, denizde yollar açıp geçirdiğini, selâmet ve rahata kavuştuklarını hatırlatıyor, onlar ise bir türlü isyanlarından vaz geçmiyorlardı. Musa aleyhisselamın, kavmine şöyle diyordu: – Ey israiloğulları! Allahü teâlânın size olan nimetlerini hatırlayın. O sizi, Şravunun zulmünden kurtardı. Şravun ve kavmi size, azabın şiddetlisini revâ görüyordu. Oğullarınızı boğazlıyordu, kızlarınızı da, hizmetçi olarak kullanmak üzere alıkoyuyordu. O şiddet ve sıkıntıda, Allahü teâlâdan size büyük bir imtihan vardı. Yine hatırlayınız ki, Allahü teâlâ size şöyle bildiriyor: “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azab ederim.” Ey kavmim! Eğer siz ve yeryüzünde bulunan insan ve cinnîlerin hepsi, Allahü teâlânın nimetlerine nankörlük etseniz ve nimetlerine şükretmezseniz, hiç şüphe yok ki, Allahü teâlânın sizin şükrünü- ze ihtiyacı yoktur. Çünkü, O, zatında gereği üzere hamde lâyıktır. O hâlde, sizin nimetlere nankörlük etmenizin zararı yine kendinizedir. Zira nankörlük etmekle, nimetlerin artmasından kendinizi mahrum etmiş, hem de azabın şiddetlisine uğramış olursunuz. israiloğulları, olmadık suâller sorarak ve olmayacak şeyler isteyerek, her söylenilene çeşitli laşarla itiraz ederek, Musa aleyhisselamı çok üzüyorlardı. O ise sabrediyor, kavminin ıslâhına çalışıyordu. Kendini üzmemeleri ve itaat etmeleri hususunda onlara ikazda bulunuyor, dikkatli davranmalarına çalışıyordu. Kavmine diyordu ki: – Ey kavmim! Benim, Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamber olduğumu bildiğiniz ve bunu bilmeniz, bana hürmetsizlikten, bana sıkıntı vermekten sakınmanızı icab ettirdiği hâlde, bana niye eziyet ediyorsunuz. israiloğulları çölde bulundukları için susuz kalmışlar, Musa aleyhisselama gelerek susuz kaldık çare bul, demişlerdi. Musa aleyhisselam da asası- nı yere vurduğunda yerden on iki tane pınar fışkırmıştı. Başka bir zaman da sıcaktan yandık diye şikayette bulunmuşlar bu defa bir bulut gelerek üzerlerine gölge yapmıştı. Hatta Tûr Dağı gölge yapmıştı. Bütün bunlara, bu nimetlere karşı yine nankörlük etmeden duramıyorlardı. Halbuki bir imtihan geçirdiklerini anlamıyorlar, Musa aleyhisselamı üzüyorlardı. Belki de çölde senelerce kalmalarına sebep olacaklarının farkında de- ğillerdi. Sığır kurban edilmesi israiloğullarından Âmil isminde çok zengin birisinin, fakir bir amcaoğlu vardı ve bundan başka da varisi yoktu. Zengin çok, amcaoğlu, malına konmak için onu öldürdü. Bulunduğu köyden bir başka köye doğru taşı- yıp iki köy arasına bıraktı ve bu iki köy halkı birbirlerine düşman oldular. Ölünün yakın akrabaları, Musa aleyhisselama gelip, birtakım kimseler getirerek bunlardan davacı oldular ve kısas yani ölenin yerine bunların öldürülmelerini istediler. Musa aleyhisselam onları muhakeme etti. Fakat dava edenler delil ve şahit getiremediler. Musa aleyhisselam tereddüdde kaldı. Öldürülen ile, iki katil zanlılarının taraftarları arasında, çatışma ve kavga baş gösterdi. Bunun üzerine Musa aleyhisselamdan, bu öldürülme işini açıklığa kavuşturması için, Allahü teâlâya duâ etmesini istediler. Musa aleyhisselam da Allahü teâlâ- dan bunu istedi. Allahü teâlâ da onlara bir sığır kesmelerini emretti. Hazreti Musa kavmine bunu bildirip; – Allahü teâlâ bir sığır kesmenizi emrediyor, buyurdu. Onlar, kâtilin bulunmasıyla sığır kesilmesi arasındaki ilgiyi ve bununla emrolunmalarındaki hikmeti anlayamadıkları için; – Bizimle alay mı ediyorsun? Biz başka şey sorduk. Sen ise bize sığır kesmemizi söylüyorsun, dediler. Hazreti Musa, bunun, Allahü teâlânın emri olduğunu bildirdi ve; – Cahiller gibi insanlarla eğlenmekten Hak teâlâ- ya sığınırım. Bu Allahü teâlânın bir emridir, buyurdu. israiloğulları, işin mahiyetini kavrayıp, bu emrin Hak teâlâdan geldiğini iyice anladıklarında, emri yerine getirmek istediklerini bildirdiler. israiloğullarının gariplikleri, tuhaşık- peygamberler tarihi ansiklopedisi 179 MUSA ALEYHiSSELÂM ları burada yine kendini gösteriyordu. itirazvari sözlerine burada da devam ettiler. Hazreti Musa’ya; – Rabbimizin kesmemizi emrettiği sığır, hangi sı- ğırdır? Ne surettedir? Duâ et de Allahü teâlâ bunu da bize bildirsin, dediler. Hazreti Musa Allahü te- âlâdan gelen vahyi onlara aktardı. – Rabbim buyuruyorki, o sığır, ne çok genç ne de çok yaşlıdır. ikisi arasında bir yaştadır. Artık emredilen işi yapın. Bu cevap da israiloğullarına kâş gelmemişti. Bu sefer; – Rabbine duâ et de, kesmemizi emrettiği orta yaşlı sığırın rengini de bildirsin, dediler. Hazreti Musa, buyurdu ki: – Rabbim buyuruyor ki: O sapsarı bir sığırdır. Rengi bakanların gözlerini dinlendirir, gönüllerine ferahlık verir. israiloğullarına bu da yetmemişti. Musa aleyhisselamın “artık yeter” demesini bekliyorlardı. Üçüncü defa müracaat ettiler. – Ya Musa! Bizim için Rabbine duâ et, sığırın nasıl olduğunu bize açık bildirsin. Çünkü sığırlar bize, birbirine benzer görünü- yor. inşallah biz, sığırın sı- fatını tayinde doğru yolu buluruz, dediler. israiloğullarının bu kadar inat etmelerine, işi yokuşa sürmelerine rağmen Musa aleyhisselâm hiç kızmadı. Sinirlenmedi ve buyurdu ki: – Rabbim buyuruyor ki: O sığır çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış bir inektir. Renginde hiçbir kusuru yoktur. Lekesiz altın sarısı bir sığırdır. israiloğullarının artık mazereti kalmamıştı. istemeye istemeye dediler ki: – işte şimdi hak ve ger- çek olanı getirdin. israiloğulları, böyle demişlerdi ama böyle bir sı- ğırı nerede bulacaklardı. Aramaya koyuldular. Nihayet bir yerde, ihtiyar bir kadının bu tarişere tam uyan bir ineği olduğunu öğrendiler. Bu kadının, yetim bir oğlu vardı ve başka kimsesi yoktu. Bunların tek geçim kaynağı o ine- ğin, sütü idi. Kadından bu ineği satın almak istediler. Kadın, başka şeyleri olmadığı için vermek istemiyordu. Ayrı- ca bu ineği almaya mecbur olduklarını anlamıştı. Bu sebeple astronomik bir şyat istedi. israiloğulları Hazreti Musa’yı nasıl terlettiler ise kendileri de öylece terlediler. Durumu Musa aleyhisselâma haber verdiler. – Ne ücret isterse ödeyip sığırı alın, sahibini kat’iyen incitmeyin, buyurdu. Tekrar kadına gelip almak istediklerini nazikçe söyleyince, kadın bu sefer; önceki şyatın iki mislini istedi. israiloğulları tekrar Hazreti Musa’nın yanına gelerek, ücretin çok fazla olduğundan ve kadına da bir şey diyemediklerinden şikâyet ettiler. Musa aleyhisselâm tekrar kadını üzmemelerini söyledi. Uzun pazarlıklardan sonra nihayet kadın, şöyle bir teklifte bulundu: – Bu sığırı boğazlarsı- nız. Derisini tulum yapıp çıkarırsınız. Sonra o tulumun dolusu kadar altın vermeyi kabul ederseniz, ben de sığırı size satmayı kabul ederim. israiloğulları yine Hazreti Musa’ya müracaat ettiler. O da; – Her ne pahasına olursa olsun almak gerek, buyurdu. Neticede israiloğulları, “Daha sonra ücretini vermesek de olur. şimdi kabul etmiş görünüp, sığırı alalım. Boğazlarız. Emir yerine gelmiş olur. O zaman da, biz ücretini vermeyiz” diye düşünerek kadından ineği aldılar. Allahü teâlâ, sığır kesildikten sonra, herhangi bir parçasının, kimin öldürdü- ğünde ihtilâf bulunan zengin kimseye vurulmasını (dokundurulmasını), böylece ölünün dirileceğini bildirdi. israiloğulları sığırı bo- ğazladıktan sonra, ücretini vermemek niyetlerinde devam ediyorlardı. Hazreti Musa; – Ücretini tam ödemezseniz, ölü dirilmez, buyurdu. Çaresiz, ineğin derisini tulum olarak yüzüp çıkardılar. Aralarında altın toplayıp, tulumu doldurdular, kadına teslim ettiler. Böylece israiloğulları Allahü teâlânın emrini yapmakta gevşek davranmalarının cezasını, sıradan bir inek kesecek iken, neticede bu kadar pahalıya bir inek alarak ödediler. israiloğullarının parası- nı ödemesinden sonra, kesilen ineğin dili alınarak, öldürülen kimsenin bedenine dokunduruldu. Hâdisenin üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen, adam, Allahü teâlânın emri ile, öldürüldüğü bıçak yaralarından kanlar akarak kalkıverdi. Hemen adama sordular: – Seni kim öldürdü? Adam da, “Beni, karde- şimin oğulları şlan ve şlan öldürdü” diyerek isimlerini söyledi. Bundan sonra yine düşüp can verdi. O anda yeğenleri de orada idi. Zengine kısas olarak, o iki ye- ğen de orada öldürüldü. Bu kıssa hakkında âlimlerin birçoğu buyuruyorlar ki: Bu hâdisede pek çok ibretler vardır. Öldürülen zengin kimsenin dirilmesi için sebep olarak bir sığır kesilmesi emrolundu ki, evvelden sığıra karşı olan meyilleri ve gönüllerinde ona karşı ilâh imiş gibi his kalmaya… israiloğulları, bu hâdisede de görüldüğü gibi, söz dinlemeyen, her emredileni hemen yapmakta, tereddüt eden, gevşek davranan, itirazcı insanlardı. Böyle olunca, haddini bilmezliklerinin, bildirileni hemen yapmamalarının cezası olarak, bildirilen bir sığırı bulup satın alıncaya kadar çok zahmetler çektiler. Öldürülen kimse tenhada öldürüldüğünden, hâdisenin şahidi yoktu ve katiller bulunamıyordu. Bulunamayınca da birçok ihtilâşar ve sürtüşmeler ortaya çıkmıştı. Böylece bu da giderilmiş oldu. Allahü teâlâ bütün israiloğullarının gözleri önünde, böyle bir hâdisenin olmasını, yani ölünün dirilmesini diledi. Böyle dilemesinin hikmeti de israilo- ğulları içinde bazıları vardı ki, kıyamet hâllerine, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanırlar, fakat kalblerinden de tereddüt ederlerdi. “Acaba bu nasıl olur?” derlerdi. Hak teâlâ böyle bir vesile ile onlara, kullarını yeniden diriltmeye kadir olduğunu gösterdi. Karun ve hazinesi Hazreti Musa’nın akrabalarından Karun adlı fakir, fakat iyi huylu bir genç vardı. Tevrat’ı pek güzel okurdu. Hazreti Musa, buna dua etti ve kimya ilmini öğretti. Karun’un babası Yasher idi. Karun, Hazreti Musa’ya iman etmeden önce, israiloğullarının başında, Mı- sır Şravununun temsilcisi idi. idaresi altında bulananlara zulüm ve eziyet ederdi. Musa aleyhisselâ- ma inandıktan sonra, kendisini ilim ve ibadete verdi. Ondan pek çok şeyler öğrendi. israiloğullarının en bilgililerinden idi. Tevrat’ı ezberden ve çok güzel bir şekilde okurdu. Yüzü- nün güzelliği fevkalâde idi. Bu yüzden ona; “Nur yüzlü” derlerdi. Karun, senelerce bir dağ başında ibadet etti. Sonra insanların yakınına geldi. Burada ibadet etmeye devam etti. Çevrede oturan kimseler, ona yemek getiriyorlardı. Bu hâl, bir müddet böyle devam etti. Sonra şeytanın teşviki ile, dünya malı toplamaya başladı ve gittikçe hırslandı. Daha çok mal toplamak gayretine düştü. Musa aleyhisselâmdan kimya ilmini öğrenmiş ve hayır duasına kavuşmuş- tu. Kavuştuğu bu nimetlerin kıymetini takdir edemeyip, bildiklerini dünya malı toplamakta kullandı. insanlara hizmet etmeyi hiç aklına getirmedi. Zenginliği ile dillere destan olup, darbımesellere geç- ti. “Karun gibi zengin” sö- zü, onun sahip olduğu mal sebebi ile ortaya çıktı. Mallarını hazinelere doldurdu. Hazinelerinin anahtarlarını, kırk katır taşırdı. Karun zengin olunca, fakirliğindeki iyi, güzel hasletleri kaybetti. Azarak taşkınlık yaptı ve haddi ziyadesiyle aştı. Böylece zulüm ve haksızlık yapmaya başladı. Ziynetlerle süslü elbiselerle dışarı çıkar; göğsü ilerde olarak, salı- narak kibirli yürür ve elbiseleri yerlerde sürünürdü. Nitekim Kasas suresinin 79. ayet-i kerimesinde mealen; (Karun, ziynet ve ihtişamı içinde kibirlenerek kavminin karşısına çıktı.) buyurularak, onun bu hâli haber verildi. Sonradan gördüğü için, altın eyerli beyaz bir ata biner; iki yanına, süslü elbiseler ve ziynetlerle donatılmış yüzlerce köle ve cariyeler alır, halka gösteriş yapardı. Bunun da ötesinde israiloğullarına ve Musa aleyhisselâma karşı kibirlenir; işlerine karışarak muvaffak olmalarına mâni olurdu. Fakirleri aşa- ğı görür; mal ve mülkü- nün çok fazla olmasına rağmen, birazını bile fakirlere veremezdi. Nasihat edenleri hiç dinlemezdi. Hatta, duası ve öğrettiği ilim sayesinde, mal ve mülke kavuş- masına vesile olan Hazreti Musa’nın sözünün bile, israiloğulları tarafından dinlenmesine tahammül edemez oldu. Hele Hazreti Musa’nın, kardeşi Hazreti Harun’a kurban kesme vazifesi (hibirlik) vermesi karşısında, artık dayanamadı. “Allahü teâlâ dilediğini peygamber yapar” diyeceği yerde, Hazreti Musa’ya varıp dedi ki: – Ey Musa! Senin peygamberliğin, Harun’un hibirliği var. Benim ise böyle hiçbir şeyim yok. Hâlbuki ben, Tevrat’ı gayet iyi okumaktayım. Buna nasıl dayanırım? – Hazreti Harun’a bu vazife ve makamı, ben değil, Allahü teâlâ verdi. – Vallahi, bana bir beyan, bir alâmet göstermedikçe, seni bu hususta tasdik etmem! peygamberler tarihi ansiklopedisi 185 MUSA ALEYHiSSELÂM Bunun üzerine Musa aleyhisselâm, israiloğullarının reislerini toplayıp buyurdu ki: – Bastonlarınızı getirin! Sabahleyin kimin bastonu yeşillenmiş olursa, hibirli- ğe o lâyıktır. Bastonları toplayıp, getirdiler. Musa aleyhisselâm, herkesin ismini bastonunun üzerine yazdı. Hepsini alıp, Allahü teâlâ- ya ibadet ettikleri mabedin içine bıraktı. Bastonlar, sabaha kadar orada dikili kaldı. Sabah olduğunda, Harun aleyhisselâmın bastonu kımıldadı ve yeşil yapraklar açtı. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm buyurdu ki: – Ey Karun! Bunu ben mi yaptım? Karun, “Vallahi bu, sihirbazlarınkinden daha acayip bir şey değildir.” dedi ve kızarak çıkıp gitti. Bu hâli de onun iman etmediğini göstermekte idi. Musa aleyhisselâm da, inananlar ile birlikte oradan ayrıldı. Musa aleyhisselâm, aralarındaki yakınlıktan dolayı ona müdâra ederdi. Zira onun gerçekten iman etmediğini biliyor, fakat açık bir delil olmadığı için açıkça söylemiyordu. Buna karşılık Karun, her zaman Musa aleyhisselâma eziyetten, sıkıntı vermekten geri kalmazdı. Günden güne düşmanlığı- nın şiddetini ve muhalefetini daha da artırdı. Allahü teâlâ Musa aleyhisselâma, kavmine, elbiselerinin dört bir tarafına gökyüzü mavisi renginde bir şerit takmalarını emretmesini bildirdi. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm, israiloğullarını ça- ğırdı ve onlara dedi ki: – Allahü teâlâ, birbirinizi gördüğünüz zaman, kendisini hatırlamanız için, elbiselerinize gökyü- zü renginde şeritler takmanızı emrediyor. israiloğullarının çoğu taktığı hâlde, Karun bö- bürlenip, bu emre itaat etmedi. Üstelik; “Bu işi, baş- kalarından kendilerini ayırmak için efendiler kö- lelerine yapar.” dedi. Karun’un yaptıklarına karşı, iman eden israilo- ğullarından bazıları, ona nasihat edip dediler ki: – Ey Karun! Dünya malı ile şımarma! Çünkü Allahü teâlâ dünya malı ile şı- maranları sevmez. Allahü teâlânın sana verdiği zenginlik ve servet ile ahiret yurdunu, cenneti iste! Onu ibadet olan yerlere sarf eyle! Allahü teâlânın sana verdiği servet ile ahireti elde etmeye çalış! Çünkü asıl maksat odur. Bundan sonra da dünyadan nasibini de unutma! Allahü teâlânın sana ihsan ettiği gibi, sen de Onun kullarına mal ile ihsan et! Yeryüzünde fesat arama, isteme! Çünkü Allahü teâlâ, fesat çıkaranları sevmez. Karun, müminlerin yaptığı bu nasihatleri kabul etmedi. şımarıklığının yanında, Allahü teâlânın kendisine verdiği nimetlere nankörlüğünü gitgide artırdı. O dereceye geldi ki, utanmadan nimeti kendinden bildi ve nasihat edenlere dedi ki: – Bu servet, bana ancak bende olan ilim mukabilinde verilmiştir. Karun’un bu sözü, ilminin kendisine bir faydası olmadığını göstermektedir. Zira önceki ümmetlerden kendisinden ilimce, sayıca çok üstün kimseler helâk olmuşlardı. Hâlbuki o, kendisi gibi, hatta kendisinden daha zengin, güçlü ve kuvvetli olanların hâllerini Tevrat’ta okumuş, tarihçilerden dinlemişti. O, kendisini helâkten koruyacak faydalı ilmi bilemedi. Bildiğini iddia ettiği ilim, onu helâk olmaktan koruyamadı. Karun, ziynet ve ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktığında, dünya hayatını arzu edenler diyorlardı ki: – Ne olurdu, Karun’a verilen servet gibi, bizim de olsaydı. O, hakikaten büyük nasip sahibidir. Buna karşılık, kendilerine ilim verilenler de şöyle diyorlardı: – Yazıklar olsun size! iman edip, salih amel işleyenlere Allahü teâlânın verdiği sevap, Karun’un malından ve dünyadan daha hayırlıdır. Bu sevaba, ancak günahlardan sakı- nıp, taate sabredenler kavuşur. Bu sözü söyleyenler Hazreti Yûşa ve Kalib bin Yukna idi. Bunlar, dünyaya aldananlara, esas nimetin ahirette olduğunu hatırlatıyorlardı. Karun, Musa aleyhisselâma muhalefette daha da ileri gidip, altından bina yaptı. Orada yemekler hazırlatıp ziyafetler vererek, israiloğullarını yanına çekmeye çalıştı. Onlardan bir kısmı, ona iltifat etmeye, ziyafetlerine gitmeye, sözlerine kanmaya başladı. Onun şatafat ve malına imrenip, onun gibi zengin olma hülyalarına düşenler oldu. Hatta bazıları onun emrine girerek, dediğinden çıkmaz oldular. Musa aleyhisselâm ona nasihat ederek, yaptıkları- na son vermesini istedi. Allahü teâlâdan zekât emri gelinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Allahü teâlâ, müminlere zekâtı farz kılınca; Musa aleyhisselâm, Karun’a, vereceği zekâtın miktarını söyledi. Karun eve dönüp, mal ve parasını hesap edince, vereceğini çok buldu. Nefsi, bunu vermeye yanaş- madı. israiloğullarından nefsine uyanları toplayıp, onlara dedi ki: – Musa’nın her dediğine itaat ettiniz. Ama o, şimdi de mal ve paraları- nızı almak istiyor. Bunun üzerine, Karun’un dünyalığına aldananlar şöyle cevap verdiler: – Sen bizim büyüğü- müz ve efendimizsin. Ne yapmamızı istersen, söyle yapalım. – Öyleyse size emrim, şlan fahişeyi buraya getirin! “Musa benimle zina etti” desin, ona bahşiş vereyim. Bunu yapınca, israiloğulları Musa aleyhisselâma baş kaldırırlar; böylelikle biz de kurtuluruz. Fahişeyi getirdiler. Karun, ona yüklü bir miktar para verdikten sonra dedi ki: – Senin koruyucun benim. Seni, benim hanımlarımla birlikte bulunduracağım. Ama yarın, israilo- ğullarının gözü önünde, “Musa benimle zina etti” diyeceksin. Allahü teâlânın emrettiği zekâtı vermeye gelince, çok bulduğu için vermek istemeyen Karun, maksadına ulaşmak için, bir fahişeye yüklü miktarda altın vermekte hiç tereddüt etmiyordu. Zira nefs Allahü teâlânın emrine karşı gelmeyi ona tatlı gösteriyordu. Ertesi gün olunca, Karun, israiloğullarını topladı. Sonra Musa aleyhisselâma gelerek dedi ki: israiloğulları toplandı, seni beklerler. Allahü te- âlânın emir ve yasaklarını, dinlerinin esaslarını, hü- kümlerini onlara bildir. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm, onların yanına gitti. Anlatmaya baş- ladı: – Hırsızlık yapanın elini keseriz; iftira edene, seksen sopa vururuz; zina eden bekâr kimseye, yüz sopa vururuz; evli olan kimse zina ederse, ölünceye kadar onu taşlarız. Karun hemen sordu: – Bu hükümler senin için de geçerli midir? Musa aleyhisselâm buyurdu ki: Evet, benim için de geçerlidir! Aradığı fırsatı ele geçirdiğini zanneden Karun, büyük bir heyecanla Musa aleyhisselâma dedi ki: – israiloğulları, senin şlan kadınla düşüp kalktığı- nı söylüyorlar. – Ben mi yapmışım? – Evet. – O kadını çağırın bakalım, ne diyor? şahitlik ederse, yahut itiraf ederse, dediği gibidir. israiloğulları, hemen adam gönderip kadını ça- ğırdılar. Musa aleyhisselâm gelen kadına sordu: – Ey kadın! Ben sana, bunların dediği gibi bir şey yaptım mı? Sonra da peygamberlik nuru ile ona bakıp buyurdu ki: – Musa’ya ve israiloğullarına denizi yarıp yol yapan ve Musa’ya Tevrat’ı indiren Allahü teâlâ hakkı için doğru söyle! Allah için doğruyu söylemesine yemin verince, Allahü teâlâ, kadına tevşk verdi. Yani, kadının işini, rızasına muvafık kıldı ve onun için kötülük yolunu kapayıp iyilik yolunu açtı. Kadın kendi kendine; “Bugün tövbe ile söze başlamam, Allahın peygamberine eziyet etmemden iyidir” diye düşündükten sonra şöyle cevap verdi: – Hayır, onlar yalan söylüyorlar. Ama, Karun bana, benimle zina ettiğin iftirasını söylemem için çok para verdi. Beklediğinin aksine, söylenen bu sözleri işiten Karun şaşırdı, ne yapaca- ğını bilemedi. Orada bulunanları bir müddet sessizlik kapladı. Musa aleyhisselâm hemen secdeye kapandı. Hem ağlıyor, hem de şöyle dua ediyordu: – Ya Rabbi! Senin düş- manın bana eziyet etti. Beni rezil ve rüsva etmek isteyip, çirkin bir şille beni suçladı. Ey Allahım, onun cezasını ver! Allahü teâlâ, Hazreti Musa’ya başını secdeden kaldırmasını emir buyurdu. Yere de, Musa aleyhisselâmın isteğine uymasını emretti. Musa aleyhisselâm, toplanmış insanlara buyurdu ki: – Ey israiloğulları! Allahü teâlâ beni Şravuna gönderdiği gibi, Karun’a da gönderdi. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın! iki kişi hariç hepsi Karun’dan ayrıldı. Sonra Musa aleyhisselâm; “Ey toprak! Onları yut!” buyurdu. Dizlerine kadar yuttu. Tekrar “Ey toprak! Onları yut” dedi. Bellerine kadar yuttu. Sonra; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Boyunlarına kadar yuttu. Sonra yine; “Ey toprak! Onları yut” buyurunca, toprak onları içine alıp, kapandı. Böylece yerin dibi geçtiler. Karun ve arkadaşlarından hiçbir eser kalmadı. Karun helâk olunca, Musa aleyhisselâmın nasihat edip, Allahü teâlânın azabıyla korkuttuğu mü- minler, Allahü teâlâya hamdettiler. Önceden Karun’un malını, saltanatını ve yaşayışını temenni edenler, pişman oldular. Böylece malıyla gururlanan ve kurtulacağını sanan bir kimse de tarihte darbımesel olarak kaldı. Allahü teâlâ, Karun’u ve iki arkadaşını yere geçirince, israiloğulları, kendi aralarında fısıldaşıp dediler ki: – Musa aleyhisselâm, Karun’un evini, mal ve hazinelerini elde etmek için ona beddua etti. Musa aleyhisselâm, bunun üzerine Allahü te- âlâya dua edip, evini, malını ve hazinelerini de yere geçirmesini istedi. Bunun üzerine, Hak teâlânın emriyle Karun’un sarayı, mal ve hazineleri de yerin dibine geçti. Hiçbir eser kalmadı. Nitekim Allahü teâlâ, Kasas suresi 81. ayetinde mealen buyurdu ki: (Nihayet biz onu [Karun’u] ve sarayını yere ge- çiriverdik. Artık Allahü te- âlânın azabından onu kurtarmaya yardım edecek hiçbir cemaatı da yoktu. Kendisi de o azabı men etmeye kadir değildi.) Karun helâk olunca, müminler, Allahü teâlâya hamdettiler. Önceden Karun’un malını, saltanatını ve yaşayışını temenni edenler, pişman oldular. Allahü teâlâ bunu bildirerek, aynı surenin 82. ayetinde mealen buyuruyor ki: (Dün onun mal ve saltanatını temenni edenler; “Vay, demek ki, Allahü te- âlâ dilediği kimsenin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allahü teâlâ bize lütfetmeseydi, bizi de yere batırmıştı. Hakikat şu ki, kâşrler asla kurtulmayacak!” demeye başladılar.) Allahü teâlâ, insanlara Karun kıssası ile mal ve mülkün insanı kurtarmayacağını, kibrin insanı felâkete düşüreceğini bildirerek, Kasas suresinin 83. ayet-i kerimesinde de mealen; (işte ahiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde tekebbür ve fesat istemeyenlere veririz. Akıbet cennet müttekîlerindir.) buyurdu. Allahü teâlâ, böylece, emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak suretiyle, azabından korkan kimseler için güzel akıbet olarak cenneti vadetti. Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâmı ve müminleri her belâ ve sıkıntıdan kurtardı. Nitekim Ankebût suresi 39. ayet-i kerimesinde mealen buyurdu ki: (Karun’u, Şravunu ve Haman’ı da helâk ettik. Gerçekten Musa onlara apaçık delillerle gelmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip baş kaldırmışlardı. Azabımız onlara ulaşıp kurtulamadılar.) Hızır aleyhisselam ile buluşma Bir zaman Hazreti Musa, Allahü teâlâya sual etti: – Ya Rabbi! Kullarından hangisi sana daha sevgilidir? – Beni zikredip, unutmayandır. – Ya Rabbi, kazada, hü- küm vermede en sevgili kulun kimdir? – Doğru hüküm verip, nefsinin arzularına uymayandır. – Ya Rabbi, en âlim kulun hangisidir? – ilmi, insanlarca çok istenendir. Onun bir sözü benim hidayetime, yasaklaması da benim yasaklamama delâlet eder. – Ya Rabbi! Yeryüzünde benden daha âlim birisi var mı? – Evet, vardır. – Ya Rabbi, o kimdir? – Hızır’dır. – Onu nerede bulurum? – Sahilde, balığın suya daldığı kayanın yanında. Allahü teâlâ böylece balığı, ona işaret ve delil eyledi ve buyurdu ki: – Bu balık dirilince, arkadaşını orada bulursun! Allahü teâlânın, Hızır aleyhisselâmla buluşacağı yeri bildirmesi üzerine, Musa aleyhisselâm, Yûşa aleyhisselâmı da yanına alıp, zembil içine tuzlanmış bir balık koyarak yola çıktı. Hı- zır aleyhisselâmı buluncaya kadar yol yürümeye karar verip, azmetti. Böylece yolculuğa başladılar ve bir müddet yürüdükten sonra Yûşa aleyhisselâma dedi ki: – Balığın canlanıp, denize gittiği yerde bana haber ver! Nihayet iki denizin birleştiği yerde, bir kayanın yanına varınca, dinlenmek üzere konakladılar. Başlarını yere koyup uzandılar. Bu sırada zembil içindeki tuzlanmış ölü balık, canlanıp denize akıverdi. Deniz içinde bir yol tutup gitti. Tuzlu balığın canlanıp, iki denizin birleştiği yerde denize akmasını, Yûşa aleyhisselâm gördü. O anda Musa aleyhisselâm uyuyordu. Fakat Yûşa aleyhisselâm uyanık idi ve abdest alıyordu. Abdest suyundan su damlaları, zembil içindeki tuzlu balığın üzerine damlayınca, balık hemen canlanıp, denize gitmişti. Yûşa aleyhisselâm bu hâdiseye hayret edip, Musa aleyhisselâma anlatmayı düşündü. Fakat unuttu. Konakladıkları bu yerde bir müddet uyuduktan sonra, gecenin sonuna doğru yola çıkıp, bir gün bir gece ve bir kuşluk vaktine kadar daha yürüdüler. Kuşluk vakti Musa aleyhisselâm, hizmetinde bulunan Yûşa aleyhisselâ- ma dedi ki: – Kuşluk yemeğimizi getir! Bu yolculuğumuzdan yorgunluk duymaya başladık. Musa aleyhisselâm ile Hazreti Yuşa, ilk konakladıkları yer olan iki denizin birleştiği bölgeden epey uzaklaşmışlar ve oraya kadar hiç yorulmamışlardı. Orayı geçip gittikten sonra, yorgunluk duymaya başladılar. Musa aleyhisselâm yiyeceği isteyince, Yûşa aleyhisselâm balığın, daha önce konakladıkları yerde denize gittiğini hatırladı. Bunu daha önce söylemeye karar verdi- ği hâlde unutmuştu. Bu unutmasına şaşarak; “Biz taşın dibinde dinlendiğimiz zaman, tuzlu balık denize gitti. Bunu size haber vermeyi unuttum.” dedi. Sonra da hâdiseyi şöyle anlattı: Siz istirahat için uzandığınızda, ben abdest alı- yordum. Abdest suyumdan su damlaları, balığın üzerine düşünce, balık canlanıp, zembilden sıçradı ve denize gitti. Denize gittiği yer, kendine göre bir yol oldu. Bu hâdiseyi size haber vermeyi unuttum. Yûşa aleyhisselâm, bu hâdiseyi anlatınca, Musa aleyhisselâm buyurdu ki: – Ey Yûşa! işte senin gördüğün bu garip hâdise, bizim aradığımız şeydir. Yolculuğumuzun sebebi de, bu hâdisenin vuku bulduğu yere ulaşmaktır. Çünkü aradığımız zatı orada bulacağız. Büyük bir neşe ve sü- rur içinde geri döndüler. izlerine baka baka, dinlenmek için ilk oturdukları ve tuzlu balığın canlanıp denize gittiği yere tekrar geldiler. Yanında dinlendikleri kayaya yaklaştıklarında, bir de baktılar ki, orada hırkasına bürünmüş, mü- barek bir zat oturmaktadır. Bu zat, Hızır aleyhisselâm idi. Böylece, Musa aleyhisselâm ona kavuşmuş oldu. Musa aleyhisselâm, balığın denize yürüdüğü yerde Hazreti Hızır’ı görünce, ona yaklaşıp selâm verdi. Selâmına cevap veren Hızır aleyhisselâm sordu: – Burada selâm veren bulunur mu? Sen kimsin? – Ben Musa’yım. – israiloğullarının Musa’sı mı? – Evet. Bu tanışmadan sonra, Musa aleyhisselâm, asıl maksadını söyledi: – Allahü teâlânın sana ihsan edip bildirdiği ilimden, biraz öğretmen üzere sana tâbi olayım mı? Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm şu cevabı verdi: – Ya Musa! Bende, Allahü teâlânın ihsan edip verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de Allahü teâlânın sana verdiği öyle bir ilim vardır ki, ben de onu bilemem. Sen benimle beraber olamazsın ve bende bulunup, sende olmayan ilmim ile yaptığım işlere sabredemezsin! – Beni inşaallah sabırlı bulursun. Senin hiçbir işine müdahale etmem. – Ben sana hikmetini ve sebebini izah edinceye kadar, yaptığım işler hakkında bana sual sormamak şartıyla, benimle beraber olabilirsin. Musa aleyhisselâm, oraya kadar beraber geldikleri Yûşa aleyhisselâmı israiloğullarının yanına gönderdi. Hızır aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm ile sahil boyunca bir müddet yürü- düler. Giderlerken bir geminin geçmekte olduğunu gördüler. Gemicilere, kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemiciler Hızır aleyhisselâmı tanıyıp, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Bu sırada bir serçe geminin kenarına konup, denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm, bu kuşu göstererek dedi ki: – Ya Musa, Allahü te- âlânın ilmi yanında benim ve senin ilmin; denizin yanında, şu serçenin denizden aldığı bir yudum su kadar bile değildir. Bindikleri gemi bir müddet yol aldıktan sonra, Hızır aleyhisselâm, bir aletle gemiye hasar vermeye başladı. Geminin suya temas eden tahtalarından birini söktü. Musa aleyhisselâm, bu durumu görünce, mü- dahale ederek dedi ki: – Sen ne yapıyorsun? Bizi ücretsiz gemiye bindirdiler; sen ise gemiyi delip, içindekileri batırmak istiyorsun. Bunun üzerine, Hızır aleyhisselâm, “Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi?” diyerek ayrılmak istedi. Musa aleyhisselâm, “Dalgınlığımdan dolayı beni kınayıp da bana güçlük çıkarma!” deyince; Hı- zır aleyhisselâm, yapılan bu ilk muhalefetin dalgınlık ile olması sebebiyle, Musa aleyhisselâmdan ayrılmadı ve yolculuğa devam ettiler. Musa aleyhisselâm ile Hazreti Hızır’ın bindikleri gemi karşı sahile varınca, inip yürüdüler. Yolda oynamakta olan bir grup çocuğa rastladılar. Hızır aleyhisselâm, o çocuklardan birini tutup, öldürüverdi. Musa aleyhisselâm dayanamayıp, Hızır aleyhisselâma dedi ki: – Tertemiz bir cana kıydın. Hiç günahı yok iken onu öldürdün! – Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi? – Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme! O zaman benim sana bir diyeceğim yoktur. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm bir müddet daha beraber olmayı kabul etti. Yolculuklarına devam ettiler. Sonra yolları bir beldeye düştü. O memleketin ahalisinden yiyecek bir şeyler istediler. Fakat onlar hiçbir şey vermediler ve misaşr etmek de istemediler. Sonra o beldede dolaş- maya başladılar. Bu sırada, yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselâm, eliyle duvarı doğrultuverdi. Duvarın yıkılması- na mâni olup sağlamlaştırdı. Musa aleyhisselâm, kendilerini misaşr etmeyen bu belde halkına böyle bir yardımın yapılmasına sabredemeyip şöyle dedi: – Eğer isteseydin, bu duvarı doğrultmana karşı- lık, onlardan bir ücret alırdın. Biz de ihtiyacımızı gidermiş olurduk. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm, Musa aleyhisselâma ayrılık zamanı- nın geldiğini bildirerek dedi ki: – işte bu sualin artık ayrılmamızı gerektiren bir sebeptir. şimdi sabretmeye dayanamadığın şeylerin hikmetini sana açıklayacağım: Bindiğimiz gemiyi delip yaralamamın sebebi şudur: O gemi, geçimlerini denizden temin eden on fakir kardeşe aitti. Karşı sahilde ise, sağlam olan gemilere el koyarak, zorla alan zalim bir hükümdar vardı. O zalimin, “Bu gemi sağlam değildir!” diye el koymaması için gemiyi yaraladım. işte gemiyi kusurlu hâle getirişimin sebebi budur. Böylece, o zalim hükümdarın onu gasp etmesine mâni oldum. Öldürdüğüm çocuğa gelince; bu çocuk, bulûğ çağına ermiş, yol kesen azgın ve taşkın bir kâşr idi. Anası ve babası ise halis birer mümindiler. Eğer, o çocuğu öldürmeseydim, ana ve babasının küfre düşmesine sebep olacaktı. O çocuğu öldürmekle, biz istedik ki; mümin olan anne ve babası küfre düş- mekten kurtulsun; Allahü teâlâ da onlara bedel olarak, temiz ve salih bir evlât versin. [Hızır aleyhisselâmın öldürdüğü çocuğun anne ve babasına, Allahü teâlâ hayırlı bir kız çocuğu vermiştir. Bu kız, bir peygamber annesi olmuş ve o peygamber vasıtasıyla bir ümmet hidayete ermiş- tir.] Yıkılmak üzere iken doğrulttuğum duvara gelince; o duvar, salih bir babanın iki yetim çocuğuna aitti. Altında bir deşne vardı. Eğer duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp deşne ortaya çıkacak, çocuklar da henüz küçük oldukları için, mallarına sahip olamayacak ve deşne başkalarının eline geçecekti. Çocuklar büyüyünce deşneye sahip olabilsinler dü- şüncesiyle duvarı düzelttim. Bütün bunlar, her ikimiz için Rabbimizden bir rahmet idi. işte senin sabredemediğin hâdiselerin hikmeti bunlardır. Hızır aleyhisselâm bu sebepleri açıkladıktan sonra, Musa aleyhisselâmdan ayrıldılar. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerişnde, bu hâdisenin, Musa aleyhisselâmın üçüncü suali sormasına kadar olan kısmını anlattıktan sonra buyurmuştur ki: (Allahü teâlâ Musa’ya rahmet etsin. Ne olurdu, sabretseydi de aralarında geçecek hâdiseler Allahü teâlâ tarafından bize bildirilseydi.) Musa aleyhisselâm ile yolculuk eden Hazreti Hı- zır’ın peygamber veya velî olduğu bildirilmiştir. Muhammed Masum hazretleri de, Hazreti Hızır’ın vefat ettiğini ve ruhunun insan şeklinde, insanlara yardım ettiğini bildirmektedir. Arz-ı Mev’ûd’a yolculuk Musa aleyhisselâm, israiloğulları ile beraber, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına gitmek üzere Mısır’dan çıkmışlardı. Çünkü Allahü te- âlâ onlara, Arz-ı mev’ûd denilen yerde yerleşmeyi nasip edeceğini vadetmişti. O zamanlarda, o beldelerde zalim ve zorba bir kavim olan Amâlikalılar vardı. Bunlar, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi. Allahü teâlâ, zalim ve zorba olan Amâlika kavmini helâk edip, Arz-ı mev’ûd diyarı- nı, israiloğullarına vatan kılacağını Musa aleyhisselâma bildirmişti. Allahü teâlâ, israiloğullarına, bu bölgede bulunan Erîha şehrine gidip yerleşmelerini emretti. Musa aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: – Ya Musa! Ben, Erî- ha’yı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım, takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et! Muhakkak ki, onlara karşı sizin yardımcınız benim. Musa aleyhisselâm, kavmine, Erîha beldesinde bulunanlarla harp etmek suretiyle o beldeyi almaları icap ettiğini, böylece kendilerine vadolunan memleketlere varmış olacaklarını bildirdi. Toplanıp gidecekleri zaman, israiloğulları, her zamanki itaatsizliklerini yine yaparak dediler ki: – Biz onlarla harp edeceğiz ama, bilmiyoruz ki, askerleri ne kadardır? Ne silahları vardır? Önden adam gönderip, durumlarını anlayalım. On iki kişilik heyet Bunun üzerine Hazreti Musa, israiloğullarının her bir kolundan birer temsilci 201 MUSA ALEYHiSSELÂM seçti. Seçtiği bu temsilciler, iyi haber toplayan, sö- zünde sadık ve vefakâr kimseler idi. Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ da bu on iki kişi arasında idi. Bu on iki kişilik temsilci heyeti, Erîha beldesine giderek, malûmat toplamaya başladılar. Tabiî ki, oralarda bulunanlar zalim ve zorba kimseler olup, hepsi de uzun boylu, cüsseli, güçlü kuvvetli idiler. Fakat her ne olursa olsun, onlarla savaşıp, şehri ele geçirmeleri lâzımdı. Bu savaş- ta, Allahü teâlâ, israiloğullarına yardım edeceğini vadettiğine göre, savaşı mutlaka Musa aleyhisselâm kazanacaktı. Hâl böyle olunca, Amâ- likalıların güçlü, kuvvetli ve zorba kimseler olmasına hiç aldırış etmeden saldırı- ya geçmek gerekiyordu. Bununla beraber, hücumda gevşek davranmak ve çekingenlik, israiloğulları- nın âdetleri olduğundan, yine bir pürüz çıkarmamaları için, Amâlikalıların askerî güçlerinin fazla oldu- ğunu, israiloğullarına bildirmemek icap ediyordu. Erîha beldesine incelemeye giden on iki kişi, israiloğullarının gevşeklik göstereceğini düşünerek, aralarında istişare edip dediler ki: – şayet biz bu zorbaların hâllerini bütün teferruatıyla, açık açık anlatır, haber verirsek; israiloğulları, bunlarla muharebe etmekten çekinirler. En iyisi biz, Amâlikalıların durumlarını gizleyelim. Temsilciler, aralarında bu şekilde anlaşıp, israilo- ğullarının yanına döndükten sonra, yaptıkları anlaş- mayı bozdular. Temsilciler arasında bulunan ve Kur’an-ı kerimde; “Allahtan korkan iki kimse” olarak bildirilen Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ hariç, kalan on kişi sözlerinde durmayıp, gördüklerini anlattılar. Bu iki zat ise, Musa ve Harun aleyhimesselâmdan başkasına, Erîha’da gördüklerinden hiç bahsetmediler. Onlara Erîha beldesi hakkında bilgi verirken; “Orası çok güzel, çok hoş, nimeti bol bir memleket. insanları dev cüsseli, iri yarı; fakat kalbleri zayıf kimseler. Onlar size bir şey yapamazlar…” gibi şeyler söylediler. Fakat, diğer on kişinin, sözlerinde durmayarak, Amâlikalıların durumunu tam olarak anlatmaları sebebiyle, onların zalim ve zorba kimseler oldukları israiloğulları arasında yayıldı. Hâl böyle olunca da, gitmekten çekindiler. Musa aleyhisselâm onlara dedi ki: – Allahü teâlânın size takdir ettiği, sizi yerleştirmeyi vadettiği yere, hep beraber gidin, korkmayın, çekinmeyin! Ardınıza dönmeyin! Allahü teâlânın yardımı elbette gelecektir. Çünkü vaadi vardır ve Onun vaadi elbette haktır. Dolayısıyla siz hiçbir şeyden çekinmeyin! Bunlara riayet etmez, söz dinlemezseniz, muhakkak zarara, ziyana uğramış olur; perişan bir hâlde kalırsınız. israiloğulları ise, normalde kendilerine yakışan ve nankörlüklerine uyan şu cevabı verdiler: – Hakikaten orada zorbalar var. Gerçekten, onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya giremeyiz. Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ da israiloğullarını söz dinlemeye teşvik ederek dediler ki: – Onlara anîden baskın yapın! Böyle yaparsanız galip olursunuz. Hakiki iman sahibi iseniz, Allahü teâlâya güvenin! Zalim ve zorba diye insanlardan korkmayın! Bu iki zat, israiloğulları içindeki kabilelerden, Erî- ha beldesindeki kimseler hakkındaki haberleri duyanlara, korkulacak bir şey olmadığını bildirdiler. Allahü teâlânın yardım ve inayetiyle Erîha’nın fethedileceğini söyleyerek, Hazreti Musa’ya yardımcı olmaya çalıştılar. israiloğulları, gitmeyeceklerini söylemekle de kalmayıp, içlerine düşen korku sebebiyle, ağlayıp sızlamaya, feryat etmeye başladılar ve dediler ki: – Keşke Mısır’da kalsaydık. Orada ölseydik. Yahut burada, şimdi bulunduğumuz yerde ölsek de, Allahü teâlâ bizi o zalimlerin, Amâlikalıların memleketine sokmasa. Yoksa oraya girersek, kendimiz öldüğümüz gibi, kalan her şeyimiz de onlara ganimet olur, yazık olur. israiloğulları yıllarca kendilerini Mısır’da gördükleri zulümden kurtaracak kurtarıcıyı beklemişlerdi. şimdi ise en ufak bir zorlukta ona zorluk çıkartıyor, eski gördükleri zulümleri unutmuş görünüyorlardı. Bu durum, tarih boyunca tekerrür etmiştir. insan feraha çıkınca, eski sıkıntılı günlerini çabuk unutuyordu. israiloğullarının inat ve tuhaşıkları hatta küstahlıkları artarak devam ediyordu. Hazreti Musa’ya en olmadık sözleri söyleyerek, onu pek çok üzüyorlardı. Diyorlardı ki: – Siz ne kadar uğraşsanız ve gayret sarfetseniz yine boşuna… O zorbalar orada bulundukça biz oraya gitmeyiz. şayet çok istiyorsan Rabbinle beraber sen git. ikiniz onlarla sava- şın. Bizi sorarsanız, biz burada kalacağız. Sadece Hazreti Harun, Kâlib bin Yuknâ, Hazreti Yûşa ve pek az kimse, onların bu hareketlerinin yanlış olduğunu söylüyordu. Hazreti Musa, onların bu sözlerine çok üzüldü ve gadaplandı. şöyle dua etti: – Ya Rabbi! Ben kendimden, kardeşim Harun’dan ve bana tâbi olanlardan, dinde benimle kardeşlik edenlerden başkasına sahip olamıyorum. Söz geçiremiyorum. Artık sen, bizimle bu fasıklar topluluğunun arasını ayır! Bunun üzerine Allahü teâlâ ona buyurdu ki: – şimdi kavmin içinde bulunan Kâlib ve Yûşa hariç, onlardan hiçbirine, Arz-ı Mukaddes’e girmek ve oralara sahip olmak nasip olmayacaktır. Arz-ı Mukaddes’e girmek onlara haram kılınmıştır. Artık onlar, kırk sene müddetle, bulundukları Tîh sahrasında hayret içinde, şaşkın şaşkın dolaşırlar. O hâlde sen, böyle fasık bir kavmin o hâlleri için hiç mahzun olma, kederlenme! israiloğulları peygamberleri olan ve kendilerini zulümden kurtaran Musa aleyhisselâma böyle derken, Medineli Müslümanlar Bedir’de Peygamber efendimize aynen şöyle söylemişlerdi: “- Ya Resûlallah, biz sana inandık! Allah katından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itimat ve iman eyledik. Sana itaat etmeye ve emirlerine kesinlikle uymaya söz verdik. Biz israiloğullarının Hazreti Musa’ya dediği gibi, “şayet çok istiyorsan Rabbinle beraber sen git. ikiniz onlarla savaşın. Bizi sorarsanız, biz burada kalacağız.” demeyiz. Biz, “Seninle beraber ölünceye kadar savaşırız.” deriz. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen, seninle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana kar- şı varmaktan çekinmeyiz. Savaş anında geri dönmeyiz. Biz, sabredenlerdeniz ve sadıklardanız. Cenab-ı Haktan, bizden memnun olacağınız işler göstermesini niyaz ederiz. Hemen, Allahü teâlânın bereketi ile bizimle murat ettiğiniz tarafa hareket buyurunuz!” Tîh çölünde kırk yıl israiloğulları, Hazreti Musa’yı çok üzmeleri sebebiyle kırk sene müddetle Tîh sahrasında âdeta hapsolundular. Ne yapacaklarını bilemez vaziyette şaşkın şaşkın dolaşırlardı. Bulundukları yer daracık, onlar ise pek kalabalıktı. Sabahleyin büyük şevkle ve gayretle, başka taraşara gitmek üzere oldukları yerden ayrılırlar; akşama kadar meşakkat ve zahmetle uzun yollar giderlerdi. Fakat Allahü teâlâ Tîh çölünden ayrılmamalarını dilediğinden, bir günlük sıkıntılı yolculuktan sonra, vardıkları yerin, sabahki ayrıldıkları yer olduğunu görerek, çok hayışanırlar; kendi kendilerine yanıp yakılırlardı. Yani ne kadar yol giderlerse gitsinler, neticede çıktıkları yere varırlardı. israiloğullarının tuhaşıkları, nankörlükleri hiç bitmiyordu. Bu kadar azgın, söz dinlemez, kıymet bilmez bir kavim oldukları hâlde, Allahü teâlâ, merhamet ve ihsanının sonsuz olması sebebiyle onlara rızık veriyordu. Gökten, men ve selva denilen tatlı ve et indiriyor, onlar yiyorlardı. Hazreti Musa bir yere asası ile vurmuş ve taş- tan su çıkmıştı. israiloğulları o sudan içiyorlar ve su hiç kesilmiyordu. Allahü teâlâ tarafından bir bulut gönderilmişti. Bu bulut, üzerlerinde bulunup, onları gölgelendirirdi. Onlar ise, bunlara şükretmek yerine nankörlük etmekte ileri gidiyorlardı. Zaman akıp giderken, israiloğullarının Arz-ı Mukaddes’e girmesi haram olan kırk sene dolmuştu. Bu müddet içinde nesil değişmiş; “Biz o beldeye gidip, zorba kimselerle, kat’iyen savaşamayız…” diyenler ölüp gitmişler; yerlerine, onlara göre daha itaatkâr, Tevrat’ın hü- kümlerine uygun amel etmeye çalışan ve her biri, harp edecek yaş ve kuvvette bir nesil yetişmişti. Bu kırk senenin sonları- na doğru, Harun aleyhisselâm da vefat etmişti. Musa aleyhisselâmın etrafında Yûşa bin Nûn ve Kâ- lib bin Yuknâ’dan başka eski yakınlarından hiç kimse kalmamıştı. Kavminin hepsi Hazreti Musa’ya itaat eder duruma gelmişti. Musa aleyhisselâm, ümmeti ile birlikte Lût gö- lünün güney tarafına geldi. Orada bulunan Uc bin Unk adında zalim melik ile harp ederek, şerîa nehrinin doğu kısmındaki yerleri ele geçirdi. Erîha şehrinin karşısındaki dağa çıktı. Uzaktan Kenan ilini gördü. Uzakta olmasına rağ- men, oralar bu dağdan görülürdü. Musa aleyhisselâm her ne kadar Kenan ilini görmüş ise de, israiloğullarını oraya götürmek Yûşa aleyhisselâma nasip oldu. Hazreti Musa’nın vefatı Musa aleyhisselâm, birgün bir iş için çıkmıştı. Bir grup melâike gördü. Onları tanıdı. Yanlarına yaklaşarak durdu. Gördü ki, benzeri görülmemiş, çok güzel bir kabir kazıyorlar. Yeşillik, parlaklık ve güzellik bakımından öyle bir yer hiç görmemiş idi. Onlara sordu: – Bu kabri kimin için kazıyorsunuz? – Salih ve Rabbi katında kerim olan bir kul için kazı- yoruz. – O kul, Allah katında, herhâlde çok yüce bir yere sahiptir. Zira bugüne kadar böyle güzel bir kabir görmedim. – Ey Allahın peygamberi! Senin için olmasını ister miydin? – Evet, isterdim. – Öyleyse, haberin olsun, bu kabri senin için hazırlıyoruz. peygamberler tarihi ansiklopedisi 207 MUSA ALEYHiSSELÂM Meleklerin bu sözü üzerine, Musa aleyhisselâm vefatının geldiğini anladı. Bu sırada Cebrail aleyhisselâm gelerek, yanında durdu. Elinde cennet elmalarından bir elma vardı. Hazreti Musa, o elmayı kokladı. Kokusunun lezzeti ile âdeta kendinden geçti. Bu sırada Azrail aleyhisselâm ruhunu kabzeyledi. Kabrinin yeri kesin belli değildir. Peygamber efendimiz, Miraca gittiğinde, Hazreti Musa’nın kabrinin yanından geçtiğini, kabrinde namaz kılıyor gördüğünü haber vermiş- tir. Âlimler, bundan, Hazreti Musa’nın kabr-i şerişnin Kudüs civarında bir yerde bulunduğunu söylemişlerdir. Hazreti Musa’nın görünüşü ve üstünlüğü Musa aleyhisselâm çok heybetli bir zat idi. Birine heybetle baksa, o şahıs dehşete kapılırdı. Mübarek teninin rengi esmer idi. Yüzü, ay misali parlardı. Uzunca boylu idi. Mübarek saçları ve sakalı siyah idi. Mübarek yüzünde bir ben vardı. Hazreti Musa Kelimullah’tır. Yani vasıtasız olarak Allahü teâlâ ile mükâ- leme [konuşma] şereşne sahiptir. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâtü vesselâm, Habibullah yani Allahü teâlâ- nın sevgilisidir. ibrahim aleyhisselâm da Halilullah idi. Yani Allahü teâlâ- nın dostu idi. Hazreti Musa da Kelimullah olmakla, Habibullah Muhammed aleyhisselâm ve Halilullah ibrahim aleyhisselâmdan sonra, varlığın ve insanlı- ğın en üstünü, faziletlisidir. Bi’set yani peygamber olarak gönderilme sırası- na göre, ülül’azm olan peygamberlerin dördüncüsü; fazilet ve üstünlük bakımından da, Muhammed aleyhisselâm ve ibrahim aleyhisselâmdan sonra dünya yaratıldığı günden kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların üçüncüsüdür. Hak teâlâ katında derecesi ve makamı çok yüksektir. Vahyi tebliğ için, Cibril-i emin, kendisine dörtyüz kere gelmiştir. Birgün, Musa aleyhisselâm yolda giderken, Allahü teâlâ kendisine nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde nida edip buyurdu ki: – Ey Musa! Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allahım. Musa aleyhisselâm, “Buyur ya Rabbi! Emrine hazırım!” dedi ve secdeye vardı. Allahü teâlânın, “Başını kaldır ya Musa!” emri üzerine, Musa aleyhisselâm başını kaldırdı. Sonra Allahü teâlâ buyurdu ki: – Ya Musa! Arş’ın gölgesinde gölgelenmek istiyorsan, yetimlere merhametli bir baba gibi; dul kadına da, onu muhafaza eden ve gözeten zevci gibi ol! Ya Musa, merhametli ol! Böyle olursan, sana da merhamet edilir. Ceza verirsen, ceza görürsün. Ya Musa! israiloğulları- na haber ver ki, kim habibim Muhammed’e yetişir de Ona iman etmezse, onu ateşe atarım. izzetim ve celalim hakkı için Muhammed ve ümmeti cennete girmeden, kimse cennete giremez. Musa aleyhisselâm, bunun üzerine Allahü te- âlâya suâl etti: – Ya Rabbi! Onun ümmeti nasıldır? – Onun ümmeti, her zaman bana hamd ederler. Temizdirler. Gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadet ederler. Onların yaptığı az bir şeyi de kabul ederim. Allahtan başka ilâh yoktur, deyip, bunu kalbleriyle tasdik ve kabul ettikten sonra, onları cennete koyarım. – Ya Rabbi, beni bu ümmetin peygamberi eyle. – Onların peygamberi, kendilerindendir. Bu sefer Musa aleyhisselâm, “Ya Rabbi, beni habibin Muhammed’in ümmetinden kıl!” diye yalvarınca, Allahü teâlâ buyurdu ki: – Ya Musa! Sen önce geldin. Onlar sonra gelecekler. Fakat ahirette seninle Onu bir araya getiririm. Bir defasında Allahü te- âlâ, Musa aleyhisselâma sordu: – Benim için ne işledin? – Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim. – Ya Musa! Namazların sana burhandır. Oruçların, cehennemden siperdir. Zekât, kıyamet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. ismimi söylemen de, kabir ve kıyamet karanlığında seni aydınlatan nurdur. Yani bunların faydaları hep sanadır. Benim için ne yaptın? Musa aleyhisselâm, bunun üzerine, “Ya Rabbi! Senin için olan ameli bana bildir!” deyince, Allahü te- âlâ buyurdu ki: – Ya Musa! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi? Böylece, Musa aleyhisselâm da, Allah için amelin, Hubb-i şllâh ve Buğd-i şllâh, yani Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmek olduğunu anladı. Allahü teâlâ, Hazreti Musa’ya şöyle vahyetti: “Lâ ilâhe illallah” diye şehadet edenler olmasaydı; cehennemi dünya ehline musallat ederdim. Ya Musa! Bana ibadet eden olmasaydı; bana isyan edenlere göz açıp kapayıncaya kadar bir mühlet vermezdim. Ya Musa! şurası muhakkak ki, bana inanan, benim indimde mahlûkatın en kerimidir. Ey Musa! Asi olanın sözünün ağırlığı, dünyadaki bütün kumların ağırlığına denktir. Bu vahiy üzerine, Musa aleyhisselâm, asinin kim olduğunu bildirmesini arz edince, Allahü teâlâ buyurdu ki: – O kimse anasına ve babasına; “Ben sizi dinlemiyorum” diyendir. Bir defasında Allahü te- âlâ, Musa aleyhisselâma buyurdu ki: – Ya Musa! Dünyada ibadet edenler içinde en çok sevdiğim kimse, zahid olanlardır. Bana en çok yaklaşan kimse, haram kıldıklarımdan kaçınan kimsedir. Bana en çok sevgili olan âbid; bana ibadet ederken, benim korkumdan ağlayan kimsedir. – Ya Rabbi! Sen onlar için ne hazırladın? Onlara, karşılık, mükâfat olarak ne vereceksin? – Zahidlere cenneti mubah kılarım. Orada nereyi isterlerse oraya inerler. Diledikleri yerlere girerler, otururlar. Haramlardan sakınanlara gelince; onları hesaba çekmekten hayâ ederim ve onları hesapsız olarak cennete sokarım. ibadetlerinde benim korkumdan ağlayanlara gelince; onlar için, hiç kimsenin kendileriyle beraber olamayacağı, başkalarına nasip olmayan Refîk-ül- âlâ mertebesi vardır. Hazreti Musa, Allahü teâlâya münacatında sual etti: – Ya Rabbi! Beni Kelimullah olmakla şereşendirdin. Benimle konuştun. Daha önce, bu şekilde kimse ile konuşmadığın hâlde, ne için beni seçtin? Acaba yaptığım hangi amel sebebiyle bana bu ihsanı yaptın? – Ya Musa! Senden razıyım. Razı olmama sebep, hükümlerime razı olman oldu. Musa aleyhisselâm birgün, Allahü teâlâya şöyle münacatta bulundu: – Ya Rabbi! Cennette benim komşum kim olacak? Bana bildir de onu bulup görüşeyim. Allahü teâlâ buyurdu ki: – Falan beldeye var. Orada, çarşının başında bir kasap dükkânı var. O dükkânın sahibi olan kasabı gör. O, velî kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağı- rırsan gelmez. işte senin cennetteki komşun o olacaktır. Musa aleyhisselâm hemen denilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona dedi ki: – Ben sana misaşr geldim. Kasap, gelen zatın Hazreti Musa olduğunu bilmeden, “Merhaba, hoş geldin!” diyerek onu evine götürdü. Musa aleyhisselâmı baş köşeye oturtup, çok ikramda bulundu. Hazreti Musa, kasabın, ocakta bir çömlek içinde et pişirdiğini gördü. Kasap, et pişince, çömlekten bir parçası- nı çıkararak, ufak parçalar hâline getirdi. Bir tabağa koyup hazırladı. Çömlekteki etten bir parça daha çıkarıp, bir tabakta Hazreti Musa’ya ikram etti ve kendisinin mühim bir işi oldu- ğunu, yemeği yemek için kendisini beklememesini söyledi. Sonra duvarda asılı bü- yük bir zembili indirdi. içinde bulunan mecalsiz, yaşlı kadına, parçaladığı küçük et parçalarını yedirdi. Kadının kirlettiği bezleri temizledi. Yeni bezler koyduktan sonra, yerine astı. Ellerini yıkayıp, misaşrinin yanına geldi. Musa aleyhisselâm, bu durumu hayretle takip etti. Kasap sofraya gelip, misaşrinin yemeğe başlamadığını görünce, yine buyur etti. Bunun üzerine Musa aleyhisselâm, kasaba dedi ki: – Sen bana bu zembildeki sırrı söylemedikçe, bir lokma bile yemem. – Ey misaşrim! Bu zembilin içinde bulunan yaşlı kadın annemdir. Çok yaşlı olduğu için takati kalmamıştır. Evde ona bakacak bir mahremim de yok. Evleneceğim hanım, annemi incitir diye evlenemiyorum. Evde yalnız bıraktı- ğımda, herhangi bir hayvanın ona zarar vermesinden korktuğum için, onu zembile koyup yükseğe asıyorum. Ona günde iki öğün yemek yediriyorum. Gördüğün gibi, onun hizmetini gördükten sonra, işime gönül rahatlığı ile gidiyorum. Bunun üzerine Hazreti Musa tekrar sordu: – Ancak anlayamadı- ğım bir şey daha var. Sen anana su içirdikten sonra, dudakları kıpırdayıp bir şeyler mırıldandı. Sen de “Amin” dedin. O ne idi? – Annem her defasında; “Allah seni cennette Musa aleyhisselâma kom- şu eylesin!” diye dua eder. Ben de lâyık olmadı- ğımı bildiğim hâlde, bu güzel duaya “Amin” derim. Nerede bende öyle bir amel ki, o büyük peygambere komşu olabileyim? O zamana kadar kimli- ğini saklayan Musa aleyhisselâm buyurdu ki: – Ya velî! işte ben Musa’yım. Beni sana, Allahü teâlâ gönderdi. Ananın rızasını kazandığın için, cennet-i âlâyı ve orada bana komşu olmayı kazandın! Kasap hemen kalkarak, Hazreti Musa’nın elini öptü. Sevinç içinde, birlikte yemek yediler. işte ana hakkı gözeten böyle olur. Annenin duası da insanı böyle yüksek derecelere kavuşturur. Hazreti Musa’nın faziletleri Musa aleyhisselâmın bazı faziletleri şunlardır: Musa aleyhisselâma Kelimiyyet [Hak teâlâ ile konuş- mak] mertebesi, mucize olarak “Yed-i beydâ” verildi; mübarek eli parlak olarak görünürdü. Yine mucize olarak asa verildi. Bununla Şravunun sihirlerini mahvetti. Ümmetiyle beraber denizi geçtiler, etekleri ıslanmadı. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma bir taştan on iki çeşme akıttı. Musa aleyhisselâm Hak teâlâ ile mükâleme ederken, Allahü teâlâya sual etti: – Ya Rabbi! Birbiri ile dargın olan iki kişiyi barış- tıran ve senin rızanı bulmak için zulmetmeyen kimseye ne ecir verirsin? – Kıyamet gününde onlara selâmet verir, korktu- ğu şeylerden emin eder, umduğu şeylerle şereşendiririm. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: – Cennete en son girecek olanlar, gıybetten tövbe edenlerdir. Cehenneme ilk girecekler de gıybete devam edenlerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Musa bin imrân “Ya Rabbi! Kullarının en kıymetlisi kimdir?” dedikte, “Gücü yettiği zaman affeden Müslüman kimsedir.” buyuruldu.) Musa aleyhisselâma vahiy gelip, buyuruldu ki: (israiloğullarına, “Aranızdan en iyi kimseyi seçiniz!” diye söyle!) Bu emir üzerine, israiloğulları, aralarından bin kişiyi seçtiler. Tekrar vahiy gelip; “Bu bin kişiden en iyisini seçiniz!” diye emredildi. Seçe seçe on kişiyi ayırdılar. Yine vahiy gelip; “Bu on kişiden en iyisini seçiniz!” buyuruldu. Birini seçtiler. Allahü teâlâ tarafından; “Bu kimseye söyleyiniz ki, Benî israil’in en kötüsünü bulup getirsin!” diye vahiy geldi. israiloğulları içindeki en iyisi seçilen bu zat, verilen bu vazifeyi kabul etti. Aranılan kimseyi bulup getirebilmek için, dört gün mühlet istedi. Çıkıp dolaşmaya başladı. Dördüncü gün bir köye vardı. Orada, her türlü yakışıksız işleri yapmakla ve fesat işlemekle tanınmış bir kimseyi gördü. “Aranılan kimse her hâlde budur!” diye düşünüp, o kimseyi alarak, Hazreti Musa’ya götürmek istedi. Fakat kendi kendine şöyle dü- şündü: “Bu kimse her ne kadar kötü olarak tanını- yor ve öyle biliniyorsa da, görünüşe göre hüküm vermek doğru olmaz. Onun; bilinmeyen, görünmeyen, tanınmayan bir üstünlüğü olabilir. insanların sözleriyle, onun hakkında karar vermem ve onu en kötü kimse diye götürmem uygun olmaz. insanlar beni en iyi kimse olarak seçtiler. Öyleyse gördüğüme göre hüküm vereyim. Verdiğim karar muhakkak doğru olur diye gurura kapılmam ise çok fenadır. Böyle yapmam, insanların benim hakkımdaki hüsnüzanları- na, güzel düşünmelerine ihanet etmek olur. Yapacağım en akıllıca iş, bu hususta kendi hakkımda karar kılmamdır.” O zat, böyle düşündükten sonra, sarığını çözüp boynuna bağladı. Musa aleyhisselâmın yanına geldi ve dedi ki: – Ne kadar aradımsa da, kendimden daha kötü- sünü bulamadım. Bunun üzerine, Allahü teâlâ Hazreti Musa’ya vahiy gönderip buyurdu ki: (Bu kimse, israiloğulları- nın en iyisidir. Fakat bu iyiliği, çok ibadeti sebebiyle değil; kendini en kö- tü kimse olarak kabul etmesi sebebiyledir.) Hazreti Musa’nın mucizeleri Hazreti Musa’nın çok mucizesi vardı. Bunlardan meşhur olanları şunlardır: Asasını yere attığında ejderha olması. Yed-i beydâ yani elini koynundan çı- kardığında, ışık saçar şekilde parlak olarak görünmesi. Mısır’da duası sebebiyle Kıptîlere kıtlık olup israiloğullarına bir şey olmaması. Duası sebebiyle Kıptîlerin üzerine tufan olması. Duası sebebiyle gökten çekirge, kuml veya kummel yani bit, kurbağa yağması. Duası ile Kıptîlerin içtikleri her şeyin kan olması. Duası ile Kıptîler arasında taun hastalığının yayılması. Kavmi ile beraber denizi geçmek istedi- ğinde, asasını vurunca denizin yarılıp, on iki ayrı yol açılması. Gökten, men ve selva denilen kudret helvası ve bıldırcın eti inmesi ve israiloğullarının bunlarla beslenmesi. Tîh sahrasında mübarek asasını bir taşa vurmakla, o taştan su fışkırması. Altından (mücevherattan) yapılmış buzağı heykelinin yanması. Yağmurla kan kokularının giderilmesi. Ölen bir kimsenin dirilerek, kendini öldürenleri haber vermesi. Bir kurdun Hazreti Musa’ya gelerek, israiloğulları hakkında haber getirmesi. Sarı dikenlerin altına çevrilmesi. Yerin büzülerek küçülmesi ve duası ile Karun ve hazinelerini yerin yutması. Kur’an-ı kerimde, Hazreti Musa’yı metheden ayet-i kerimeler çok olup, bazıları mealen şöyledir: ([Ya Muhammed aleyhisselâm! Kur’an-ı kerimde, Hazreti] Musa’nın kıssasını da zikreyle! şüphesiz o muhlas [ihlâsa erdirilmiş, ibadetinde şirk ve riyadan, kusur ve noksanlıklardan temizlenmiş] bir zat idi. Allahü teâlâ tarafından, insanlara, Onun dinini bildirmek için gönderilmiş bir peygamberdir. Biz ona Tûr dağının sağ tarafından “Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Allahım!” diye nida ettik. Ve biz, onu, bize münacat etmeye yaklaş- tırdık. Rahmetimizden, ona, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ihsan eyledik.) [Meryem 51-53] (Gerçekten biz Musa ile Harun’u da nimetlendirdik. O ikisine ve kavimleri olan Benî israil’e bü- yük sıkıntıdan kurtuluş verdik. Onlara yardım ettik de Şravun ve kavmi üzerine galip oldular. Onlara, Tevrat kitabını verdik. Her ikisine de, kendilerini hak ve gerçeğe erdirecek olan hidayet yolunu gösterdik. Sonra gelecek ümmetler ve kavimler için, Musa ve Harun’un güzel zikirlerini, methlerini bıraktık ki; Musa ve Harun’a, bizden selâm olsun diyerek onlara salât-ü selâm getirsinler. işte biz, ihsan sahiplerini, böyle mükâfatlandırırız. O ikisi de bizim vahdaniyetimizi tasdik eden kullarımızdan idi.) [Sâffât 114-122] Tefsir âlimlerinden nakledilerek bildirildiğine göre, Hazreti Musa’nın ve Hazreti Harun’un birçok güzel vasışarı, meziyetleri bulunduğu hâlde, Allahü teâlâ, bu son âyet-i kerimede, onları mümin, yani iman sahibi olmalarıyla meth buyurdu. Âlimler, burada imanın zikredilmesinin hikmetini anlatırken buyuruyorlar ki: “Bütün meziyetlerin, güzel hasletlerin, faziletlerin en üstünü, en kıymetlisi hiç şüphesiz ki iman nimetidir. Başka her güzel haslet imandan neşet etmekte, ondan hâsıl olmaktadır. iman, güzel akıbete, mükâfata sebeptir. Binaenaleyh, imanın; bütün hayırların ve her çeşit nimetin gelmesine vesile ve bütün saadetlere keşl olduğuna bu ayet-i kerime kat’î bir delildir.” Tevrat (Gerçekten biz Musa’ya hidayeti verdik ve kendisinden sonra da israiloğullarına Tevrat’ı miras bıraktık.) [Mümin 53] Tevrat, Musa aleyhisselâma gönderilen semavî kitap olup, Musa aleyhisselâmdan sonra tahrif edilmiş, aslı bozulmuştur. Musa aleyhisselâm üç kere Tûr dağına gitti. Birinci gidişinde, kendisine peygamberlik ve on levha hâ- linde bazı hususlar bildirildi. ikincisinde, Tevrat-ı şerif nazil oldu. Üçüncüsünde ise, Benî israil’in gü- nahlarının affı için yalvarmaya gitti. Tevrat, Musa aleyhisselâma, israiloğullarını Mısır’dan çıkardıktan sonra nazil oldu. Allahü teâlâ, Şravunu ve askerlerini helâk ettikten sonra, Musa aleyhisselâma bir kitap vahyedeceğini vadetmişti. Musa aleyhisselâm da, dünya ve ahirete ait hükümleri bildirecek olan böyle bir kitabın, kendisine vahyedileceğini israilo- ğullarına müjdelemişti. israiloğulları, Mısır’daki esaret hayatından kurtulduktan ve Şravun da ordusuyla birlikte helâk edildikten sonra, Musa aleyhisselâmdan, müjdelediği kitabı getirmesini istediler. Musa aleyhisselâm da Allahü teâlâya dua edip, bu husustaki ilâhî vaade kavuşmak istedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma, zilkâde ayında otuz gün oruç tutmasını emir buyurdu. Musa aleyhisselâm otuz gün oruç tuttu. Bu müddete on gün daha ilâve edilip kırk güne tamamlandı. Bundan sonra Tûr dağına çıktı ve orada, Tevrat, levhalar hâlinde inzal edildi. Kur’an-ı kerim hariç di- ğer kitaplar, bir defada nazil olmuştur. Kur’an-ı kerim ise 23 senede nazil olmuştur. Tevrat, Musa aleyhisselâma büyük levhalar hâlinde nazil oldu. Yedi veya on levha idi. Bu husus, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: (Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa, hepsini, Musa için levhalarda yazdık. [Ve dedik ki:] Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en gü- zelini almalarını emret! Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.) (A’râf 145) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde müfessirler şöyle demişlerdir: “Tevrat’ın levhalarında her şeyden yazdık!” buyurulmasından murat; Tevrat’ta; emir, nehiy, helâl, haram ve dinin hükümleri ile ilgili her şeyin tafsilâtının bulunduğudur. Tevrat, gayet büyük ve ayetleri çok olduğundan, çok az kimse ezberlemiş- tir. Hatta onun ezberlenmesi bir meziyet olarak zikredilmiş; “Bu zat Tevrat’ı ezbere biliyor” diye methedilmiştir. israiloğulları, Musa aleyhisselâma indirilen Tevrat’ı zamanla değiştirdiler. Nihayet hahamlar, aslını tamamen tahrif edip, kendi yazdıkları şeylere Tevrat’tır, dediler. Bu hususta, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: (Onlardan ümmîler [okur yazar olmayanlar] vardır ki birtakım kuruntular hariç Kitab’ı [Tevrat’ı] bilmezler. Onların bildiklerinin hepsi, sadece zan ve tahminden ibarettir [Bilmezler fakat bilgiçlik taslarlar.] Vay hâline o kimselerin ki Kitab’ı [Tevrat’ı] elleriyle yazarlar, sonra o yazdıkları şeyi az bir para karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır.” derler. Ellerinin yazdıklarından ötürü vay hâline onların! Yine kazandıklarından ötürü vay hâline onların!) [Bekara 78-79] Aslında Mûsâ aleyhisselâm zamânında Tevrât’ın çok az yazılı nüshası bulunuyordu. Hazret-i Mû- sâ’dan sonra, Yahûdîlerin yaşadıkları yerler düşman işgâline uğradı. isrâiloğulları darmadığın oldu. Mî- lâttan evvel Asurî Devleti iki defâ Kudüs’ü alarak ve mîlâdın 135’inci senesinde Roma imparatoru Adiri- peygamberler tarihi ansiklopedisi 220 MUSA ALEYHiSSELÂM yan, Kudüs’te Yahûdîlerin çoğunu kılıçtan geçirdiler. Tevrât’ları yaktılar. Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra, Ezra adında bir râhip, elinde Tevrât’ın asıl nüshasının bulunduğunu iddiâ etti. Bu nüsha esas alınarak Torah adını verdikleri din kitabı yazdılar ve çoğalttılar. Bugün Hıristiyan ve Yahûdîlerin elinde bulunan ve (Ahd-i Atîk= Eski Ahid) adını verdikleri kitap buraya dayanmaktadır. Bu ise, ilâhî bir kitaptan daha çok bir târih kitabını andırmaktadır. Bugünkü Tevrât, Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma indirilen ve Kur’ân-ı kerîmde özellikleri belirtilen ilâhî kitaptan çok uzaktır. şimdiki Tevrât’ın üç nüshası vardır: 1) Yahû- dîler ve Protestanların kabul ettikleri ibrânice nüsha. 2) Katolik ve Ortodokslar tarafından kabûl edilen Yunanca nüsha. 3) Sâmirîlerce kabul edilen Samirî dilinde yazılmış nüsha. Yahûdîlerin son Peygambere inandıkları ve O’nun gelmesini bekledikleri muhakkaktır. Hattâ, bâzı tefsirlerde, Yahûdîlerin özellikle savaşlarda müşkül duruma girince; “Yâ Rabbî! Geleceğini bize vaat ettiğin son Peygamber hürmetine, bize yardım et!” diye duâ ettikleri yazılıdır. Yahûdîlerin Tevrât’tan sonra mukaddes kitâpları Talmûd’dur. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâda, Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn’a, Yûşa’ya ve Eliâzâra bildirmiş. Bunlar da, sonra gelen Peygamberlere ve nihâyet mukaddes Yehûdâ’ya bildirmiş- ler. Bu da, mîlâdın ikinci asrında, bunları kırk senede, bir kitâb hâline getirmiş. Bu kitâba (Mişnâ) denilmiş. Mîlâdın üçüncü asrında Kudüs’te ve altıncı asrında Bâbil’de, Miş- nâya birer şerh yazılmış. Bu şerhlere Gamâra denilmiş, iki Gamâradan birini Mişnâ ile bir kitâp hâ- line getirip, bu kitâba Talmûd demişlerdir. Kudüs Gamârâ’sından meydâna gelene Kudüs Talmûd’u, Bâbil Gamârâ’sından meydâna gelene Bâbil Talmûd’u demişlerdir. Hı- ristiyanlar, bu üç kitâba düşmandırlar. Evamir-i aşere (on emir) Hazreti Musa Tûr’a birinci gidişinde, Allahü te- âlâ, ona peygamberliğini bildirdiği gibi, ayrıca baş- ka hususlar da bildirdi. On levha hâlinde bildirilen bu hususlar, daha sonra Tevrat nazil olduğunda, burada da zikredilmiştir. Tevrat’ın ve başka zamanlarda gönderilmiş olan ilâhî kitapların, hak dinlerin esaslarının da bu hususlar olduğunu âlimler haber vermişlerdir. Bu hususlar kaynaklarda şöyle zikredilmektedir: “Rahman ve Rahîm olan Allahın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbar, Aziz ve Kahhar olan Allahtan, kulu ve resûlü Musa bin imran’a yazılmıştır. Beni tesbih ve takdis et! Benden başka mabut yoktur. Yalnız bana ibadet et! Bana hiçbir şeyi şerik, ortak koş- ma! Bana ve ana babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varılacak yer benim huzurumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allahın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. ismimle yalan yere yemin etme! Çünkü ben, ismimi tazim etmeyeni temiz ve pak etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinin vâkıf olmadığı şeye şahitlik etme! Çünkü ben, şahitleri, kıyamet gü- nü, şahitlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. insanlara verdiğim rızık ve nimetlere haset etme! Çünkü hasetçi, nimetime düşmandır ve taksimime razı de- ğildir. Zina ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin dualar makbul olmaz. Benden başkası için kurban kesme! Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan, benim ismime kesilmeyenler, benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, komşusunun hanımı ile sakın zina etmesinler! Zina etmek, çok çirkin ve pek büyük bir günahtır. Komşusunun hanımı ile zina etmek ise daha çirkin ve daha büyük günahtır. Çünkü, katımda en kızdı- ğım şey budur. Kendin için sevdiğini, insanlar için de sev; sevmediğini, kendin için istemediğini, onlar için de isteme!” Evamir-i aşere, yani on emir; bugünkü Yahudi kitaplarında şöyle yazılıdır: 1- Puta tapmayacaksın, tek Allahın varlığına inanacaksın, 2- Allah ismini hürmet ve muhabbet ile zikredeceksin, 3- Altı gün çalışıp, yedinci gün dinleneceksin, 4- Kimsenin malını çalmıyacaksın, 5- Adam öldürmeyeceksin, 6- Zina yapmayacaksın, 7- Anne ve babana hürmet, itaat edeceksin, 8- Yalan söylemeyeceksin, 9- Helâl yollardan olmayan, kazanmadığın parayı almayacaksın. (Buraya, rüşvet, faiz ve kumar paraları da dahildir.) 10- Haram olan kurbanı kesmeyeceksin. (Bu kurban, putperestlerin putlara kestiği, bazen insan bile olan kurbandır.) Allahü teâlâ, bu hususların hepsini isrâ suresinin 22-38. ayet-i kerimelerinde Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) de bildirmiştir.