HZ.SÜLEYMAN ALEYHiSSELÂM
HZ.SÜLEYMAN ALEYHiSSELÂM
Süleyman aleyhisselâm, israiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Dâvud aleyhisselâmın oğludur. Yâkub aleyhisselâmın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adaleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine, Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirildi. Dünyaya hâkim olan dört kişiden biridir. Uzun boylu, beyaz tenli, iri vücudlu, nurlu gü- zel yüzlü, gür saçlı idi. Süleyman aleyhisselâm, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, bü- yük işleri onunla müşavere ederdi. Zekâ, anlayış ve firasette, ictihadda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görülmüştü. Buharî’nin, Ebu Hüreyre’den bildirdiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: (Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde birer oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan büyük olanının çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı küçük kadına; “Kurt, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Öbür kadın; “Hayır, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Nihayet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud’a [aleyhisselâm] müracaat ettiler. Dâvud [aleyhisselâm], çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Sü- leyman’a [aleyhisselâm] gittiler. Dâvud’un [aleyhisselâm] hükmünü ona söylediler. Süleyman [aleyhisselâm] da dedi ki: Bana bir bıçak getirin. Çocuğu, bu iki kadın arasında paylaştırayım. Hemen küçük kadın; “Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır!” dedi. Bunun üzerine, Süleyman [aleyhisselâm] çocu- ğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.) Dâvud aleyhisselâm, bu hükmü işitip, oğlunun firaset ve zekâsına hayran kaldı. Dâvud aleyhisselâm, geride kalan çocuğu büyük kadının elinde bulması ve küçük kadının, onun kendi çocuğu olduğuna dair delil getirmekten âciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına ait olduğuna hükmetmiştir. Bu sebep, dini kaidelere uygun olması bakımından güzel bir izahtır. Süleyman aleyhisselâm, babası Dâvud aleyhisselâmın hükmünü bozmayı kastetmiş değildir. Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki meseleyi halletmiş, hakikati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çare ile meseleyi halletmiştir. Süleyman aleyhisselâmın, çocuğu aralarında paylaştırmak için bıçak getirmelerini istemesinden maksadı, bu işin hakikatini ortaya çıkarmaktı. Yoksa, çocuğu keserek paylaştırmak değildi. Nitekim bu yolla, maksadı da hâsıl oldu. Çünkü; bıçak isteyince, kü- çük kadın feryat etmiş, çocuğunun hayatta kalması- nı tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Ancak, Süleyman aleyhisselâm, küçük kadının bu sözüne itibar etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkati ile feryat edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına ait olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine ait olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telâşa karşılık, büyük kadında böyle bir telâ- şın görülmemesi, ve çocuğun küçük kadına ait olduğu hükmolunduğunda, itirazının olmaması, çocuğun küçük kadına ait oldu- ğuna dair bir delil idi. Hazreti Dâvud’a vâris oldu Dâvud aleyhisselâm zamanında, bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sahibi, Dâvud aleyhisselâ- ma gelip, koyunların sahibinden davacı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Dâvud aleyhisselâm, koyunların, tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleyman aleyhisselâm daha on bir ya- şındaydı. Babasının bu hükmünü işitince dedi ki: – Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hü- küm daha vardır. Babası ne olduğunu sorunca, utandı. Israr edilince, şöyle cevap verdi: Koyunları ekin sahibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sahibine verin, ekin ekip önceki hâle getirsin. Sonra da her biri, kendinde olanı önceki sahibine teslim etsin. Dâvud aleyhisselâm, oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Dâvud aleyhisselâmın on dokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleyman aleyhisselâmın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Tâlût’un kızından dünyaya gelmişlerdi. Ömrü- nün sonlarına doğru, Dâvud aleyhisselâma, akıl ve firasette, hüküm ve adalette birçok üstünlüklerine şahit olduğu oğlu Süleyman aleyhisselâmı, yerine halife bırakması emredildi. Dâvud aleyhisselâm israiloğullarına; “işte bu, benden sonra sizin üzerinize halifemdir!” diye vasiyette bulundu. Hepsi Sü- leyman aleyhisselâmın hilâfetini kabul ettiler. Allahü teala Davud aleyhisselama Süleyman aleyhisselamı halife kıldığını bildirince Davud aleyhisselam: Ya Rabbi! Bana lütufkar olduğun gibi Süleyman’a da lütufkar ol” diye niyazda bulundu. Allahü teala: -Süleyman’a de ki: O bana senin kul olduğun gibi kul olsun da ben de ona sana lütufkar davrandığım gibi lütufkar olayım, diye vahyetti. Dâvud aleyhisselâm, Hazreti Süleyman’ın kendi yerine halifesi olduğunu ilân edince, ona bazı nasihatlerde bulundu: “Ey oğlum! Çok şaka yapmaktan sakın! Çünkü onun faydası azdır. Lüzumsuz şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın! Çünkü kızmak, kızanı hafişetip, basitleştirir. Takvaya sarıl! Yani Allahü teâlâdan kork! Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın! Ona taatten ayrılma! Çünkü takva ve taat, Allahü teâlânın izni ile insanın her şeye galip gelmesine vesile olur. insanlara karşı kıskanç- lıkta bulunma! Bu davranı- şın, insanlara suizan beslemene sebep olur. insanlardan bir şey bekleme! Işte bu, hakiki zenginliğin ta kendisidir. Allahü teâlânın kullarına verdiği çeşitli nimetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir. Özür dilemeyi icap ettirecek iş ve sözlerden sakın! Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır! iyilik yapmaktan ayrılma! imkânın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış! Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl! Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma; böyle kimselerle beraber olma! Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır! Allahü teâlâ rahmetinden ümitli ol! Çünkü, Allahü teâlânın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.” Dâvud aleyhisselâm, çok geçmeden vefat etti. Süleyman aleyhisselâm da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine vâris oldu. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, Süleyman aleyhisselâmı mealen şöyle övdü: (Biz Dâvud’a Süleyman’ı [aleyhimesselâm] verdik. O, ne güzel kuldur. Hakikaten o, bütün vakitlerinde zikr, tesbih ve tövbe ile Allahü teâlâya dönen bir kuldur.) [Sâd 30] Mescid-i Aksa’nın inşası Dâvud aleyhisselâmın vefatından sonra, oğlu Süleyman aleyhisselâm, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona vâris oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile âlimlerini davet etti. Onlara dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize peygamberlik ve saltanatla ilgili her şey verildi. Bunlar Allahü teâlânın açık seçik bir ihsanıdır. Hadis-i şerifte, Süleyman aleyhisselâmın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyuruldu: (Süleyman bin Dâ- vud’a [aleyhimesselâm] verilen mülkü görmediniz mi? Bu, onun huşuunu, Allahü teâlâdan korkusunu artırdı.) Süleyman aleyhisselâm, dünyaya hâkim olan dört kişiden birisidir. Nitekim, Resûlullah efendimiz bu hususta buyurmuştur ki: (ismini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. ikisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselâm] idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de malik olacaktır.) Ayet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinnîler Süleyman aleyhisselâmın emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı. Cinnîlerin, Süleyman aleyhisselâm için yaptıkları şeylerden biri de Beyt-ül-Makdis yani Mescid-i Aksa’dır. Beyt-ül-Makdis’in inşasına önce Dâvud aleyhisselâm başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleyman isminde bir oğul vereceğim; o tamamlayacak!” diye vahyetti. Dâvud aleyhisselâm, oğlu Süleyman aleyhisselâmı kendi yerine halef seçtikten sonra vefat etti. Bir müddet sonra, Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis’i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi Davud aleyhisselâmın inşasına başladığı Mescid-i Aksa’yı bitirmek, oğlu Süleyman aleyhisselâma nasip oldu yaptı. Onlardan her bir cemaatı bir işle vazifelendirdi. Sonra, on iki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabile yerleştirdi. fiehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölüklere ayırdı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yakut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirtti. Ustalar, getirilen taşları yonttular. Mücevher, inci ve yakutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladı- lar. O asırda, ondan güzel olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beyt- ül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksa” adıyla anıldı. Beyt-ül-Makdis’in inşası bitince, Süleyman aleyhisselâm, israiloğullarının âlimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü teâlânın rızasını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlatarak buyurdu ki: -Bu mescit Allahındır! Çünkü, Onun emri ile yapılmıştır. Onda bulunan her şey Allahındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü teâlâya hainlik etmiştir. Sonra, israiloğullarına ziyafet verdi. Allahü teâlâ için kurbanlar kesti. Sonra şöyle dua etti: -Ya Rabbi! Bana bu mülkü, saltanatı sen ihsan ettin. Üzerimdeki nimetler sendendir. Beni yeryüzünde halife yaptın. Hamd sana mahsustur. Ya Rabbi, Bu Mescid’e giren kimse hakkında benim Senden dileğim şudur: Buraya girip içinde ihlasla iki rekat namaz kılan kimse, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınsın. Buraya giren günahkar günahına tövbe etsin. Korkuya kapılanı emniyete kavuştur. Hasta olana şifa ver. Kıtlığa uğrayana bolluk ve zenginlik ihsan et. Bundan sonra Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’nın inşasının bittiği günü bayram yaptı. Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis’in in- şasını bitirince, Allahü te- âlâdan, takdîrine uygun hü- küm ile hükmetmeyi nasip etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini de istedi. Bu da ona verildi. Resûlullah efendimizin ümmetine de, bu mescitte namaz kılmak çok sevap olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte; (Mescid-i Haram’da kılınan namaz, yüz bin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksa’da kılı- nan namaz beş yüz namaza denktir.) buyurulmuştur. Süleyman aleyhisselâm, Mescid-i Aksa’ya, Musa aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahit sandığını koydu. Bu durum, Beyt-ülMakdis’in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devam etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Babil’e götürdü. Hazreti Süleyman ve karınca Süleyman aleyhisselâmın, cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygı- sı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çı- kar, rüzgâr onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar da bir aylık yol katederdi. Ayrıca rüzgâr, duymak istediği sesleri de Süleyman aleyhisselâma getirirdi. Süleyman aleyhisselâmın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanları- na alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine birgün emir verilip, Süleyman aleyhisselâm ve ordusu, iran’daki istahar şehrinden Yemen tarafına hareket etti. Süleyman aleyhisselâ- mın ordusu daha sonra Taif’te Sedîr vadisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vadisine ulaştı. Süleyman aleyhisselâ- mın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reisi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip dedi ki: Ey karıncalar! Süleyman aleyhisselâm ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin! Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler. Bunun üzerine, karıncalar, reislerinin sözüne uyarak yuvalarına girdiler. Karınca, Süleyman aleyhisselâma itaat etmekle memurdu. Elbette itaat ettiği zatı, onun fazilet ve adaletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü teâlânın ihsan ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Meselâ, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bö- lerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür. Süleyman aleyhisselâm, dişi karıncanın, ayet-i kerimede beyan buyurulan sözünü, uzaktan duydu, tebessüm etti. Bunun üzerine, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Hayvan bile reisi bulundu- ğu topluluğu korumaya çalışıyordu. insan için, karıncanın bu davranışında ibretler vardı. Zira insan da emri altındakileri korumalıydı. Çoban, güttüğü sürüyü her türlü tehlikeye karşı nasıl koruyorsa, cemiyetteki idareci olanlar da, idare ettikleri kimseleri korumalıydılar. Rivayete göre Süleyman aleyhisselam karıncayı yanına getirtti ve ona: Karıncaları niçin sakındırdın? Beni zalim diye mi işittiniz? Yoksa benim adaletli bir Peygamber oldu- ğumu bilimediniz mi? Ne için “Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler” dedin, diye sordu. Karınca: Ey Allahın Peygamberi! Benim sözümdeki “Bilmeden” kaydını işitmediniz mi? Bununla beraber benim, maksadım ancak kalblerin kırılması idi. Sana bakmakla meşgul olup, Allahü tealayı tesbihten geri kalmaktan korktum, dedi. Süleyman aleyhisselam: -Bana öğüt ver, dedi. Karınca: -Babana Davud isminin niçin konulduğunu biliyor musun? Hayır bilmiyorum. -O kalb yarasını tedavi etsin diye verildi. Sana Süleyman isminin niçin konulduğunu biliyor musun? Göğsüne selamet verilinceye kadar dayansın ve Baban Davud’a erişmeye müstehak olasın diye verilmiştir. Karınca bunları söyledikten sonra tekrar: Allahü teala sana rüzgarı ne için uysal kıldığını biliyor musun? Diye sordu. Süleyman aleyhisselam; Hayır, bilmiyorum, dedi. Karınca: -Dünyanın tümünün esen, gelip geçen bir yel’- den ibaret bulunduğunu sana haber vermek için, dedi. Süleyman aleyhisselam karıncanın bu sözlerine gülümsedi. Sebe halkı Süleyman aleyhisselâm zamanında, Yemen taraşarında Sebe kavmi vardı. Bu kavim, Yemen’de, San’a şehrine üç günlük mesafede, Mağrip bölgesinde kurulmuş bir şehirde yaşarlardı. Bu bölge çok mamur idi. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Mağrip seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyacı karşılanmış, hem de bu bölge selden korunmuştu. Her kavme olduğu gibi, Allahü teâlâ, onlara da bir- çok peygamber gönderdi. Sebe halkını Allahü teâlânın dinine davet ettiler. Onlara, Allahü teâlânın nimetlerini hatırlattılar. Allahü te- âlânın emirlerine uymazlarsa, azaba uğrayacakları- nı anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, onları yalanladılar. Üstelik; nankörlükte ileri giderek dediler ki: Allahü teâlânın bize nimet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nimetleri bize vermesin! Allahü teâlâ, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onları cezalandırdı. Sebe halkının şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassan kabilesi fiam’a, Ezd kabilesi Amman’a, Huzaa kabilesi Tihame’ye, Evs ve Hazrec kabileleri Medine-i münevvereye geldi. Huzeyme kabilesi ise, Irak’a gitti. Sebe halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darbımesel olarak söylenmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. işte Süleyman aleyhisselâm devrinde, Sebe ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultan vardı. Belkıs, Himyerî meliklerinin neslinden geliyordu. Annesi cinnîlerdendi. Süleyman aleyhisselâmın Belkıs’tan, onun da Süleyman aleyhisselâmdan haberi yoktu. Saba Melikesi Belkıs Süleyman aleyhisselâm, Mescid-i Aksa’nın in- şasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikamet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine dedi ki: – Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak hususunda, Onun yanında herkes birdir. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek hususunda, kınayanın kınamasına asla kıymet vermez. Yanında bulunanlar sordular: O hangi din üzeredir? O Hanîf dini yani islâm dini üzeredir. Ona yetişip de iman edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; Onun, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar! Süleyman aleyhisselâm, kurbanlar kesip ibadetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mü- kerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti. Gördü- ğü güzel bir araziye inerek, namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleyman aleyhisselâm, konaklama ile meşgul iken; Hüdhüd [çavuşkuşu], daha yükseklere çıkıp, etrafı seyretmek istedi. Süleyman aleyhisselâmın meş- guliyetinin bitmesine yakın, onun yanında olmaya karar vererek yükseldi. Hüdhüd etrafa bakınırken, Saba Melikesi Belkıs’ın gü- zel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşı- laştığı hüdhüd ona sordu: – Nereden gelip, nereye gidiyorsun? – Padişahımız Süleyman bin Dâvud’la fiam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, kuşların ve diğer vahşî hayvanların sultanıdır. Senin padişahına bü- yük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyarının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. istersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim. Hüdhüd, nerede su olduğunu bilir ve Süleyman aleyhisselâma su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar; cinler gelir ve orayı kazıp, su çıkarırlardı. Hüdhüd kuşu, böyle bir haslete sahip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı göremez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Hâlbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir. Bunun için; “Kaza ve kaderin vakti gelince, göz görmez olur, akıl baştan gider.” denilmiştir. Süleyman aleyhisselâ- mın Hüdhüd’ü, Yemenli hüdhüde dedi ki: – Namaz vaktinde Sü- leyman aleyhisselâmın suya ihtiyacı olup, beni aramasından korkuyorum. Bunun için hemen dönmeliyim. – Fakat, Belkıs’ın memleketini Süleyman aleyhisselâma haber verirsen, o bundan memnun kalır. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâmın Hüdhüd’ü, onunla beraber Belkıs’ın mülkünü görmek için gitti. Süleyman aleyhisselâ- mın, ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyacı üzerine, Süleyman aleyhisselâm, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını sordu. Onlar da bilemediklerini söylediler. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm, Hüdhüd’ü araştırdı. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremeyince, diğer kuşları çağırdı. Onlara dedi ki: – Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü görmüyorum. Acaba ne oldu? Yoksa kayıplardan mı oldu? Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd hakkında bu sözlerinden sonra, kuşların efendisi olan Ukâb isimli kuşu çağırdı. Hüdhüd’ü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gayet iyi görüyordu. Etrafa bakınırken, Hüdhüd’ün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Hüdhüd’ün ortadan kaybolması, her ne kadar şiddetli azaba uğramasına sebep ise de, ortadan kaybolmasını telâfiye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saadet alâmetlerindendi. Süleyman aleyhisselâ- mın Hüdhüd’ü aramakla görevlendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Ukâb, Hüdhüd’ü Süleyman aleyhisselâma götürdü. Süleyman aleyhisselâm, kürsüsünde oturuyordu. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselâma yaklaşıp, tevazu ve hürmetini arz etti. Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: – Nerede idin? Hüdhüd şöyle cevap verdi: Ey Allahın nebîsi! Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum. Sebe şehrinden sana çok doğru ve mühim bir haber getirdim. Orada, insanlara hü- kümdarlık yapan bir kadın gördüm. Ona her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var. Ben, onu ve kavmini, Allahü teâlâyı bırakıp, güneşe secde eder buldum. fieytan, onların güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini süslemiş; onları, hak yoldan alıkoymuş. Bu sebeple onlar hidayet ve tevhid yolunu bulamıyorlar. Hüdhüd’ün anlattıkları- nı dikkatle dinleyen Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve onun memleketinin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasını şöyle bitirdi: – fieytan, göklerde ve yerdeki her gizliyi açığa çı- karan, kalblerinde ne gizliyorlarsa hepsini bilen Allahü teâlâya secde etmesinler diye, onları doğru yoldan alıkoyuyor. Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O büyük Arş’ın sahibidir. Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü teâlâyı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleyman aleyhisselâm, gadaplandı ve bunu araştırmak isteyerek dedi ki: – Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Hüdhüd’ün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleyman aleyhisselâm, o anda Belkıs’a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü teâlânın adı yazılı mührüyle mü- hürleyip, Hüdhüd’e verdi. Süleyman aleyhisselâmın bir mührü vardı. Mührünün üzerinde, Allahü teâlânın ismiyle birlikte ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâ- mın ismi de vardı. Süleyman aleyhisselâm, mektubu Hüdhüd’e verdikten sonra dedi ki: Bu mektubu Belkıs ve kavmine götür! Onu, görebilecekleri bir yere bırak! Sonra, onlara yakın bir yere gizlenip, ne şekilde hareket edeceklerine bak! Belkıs, kavminin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her cuma günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs, halkı görür; halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricası olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzuruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs’ın yüzüne asla bakmazdı. Sonra tazim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince de, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarının giderilmesi için, gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşkü ne girer; bir sonraki cuma gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hazreti Süleyman’ın mektubu Hüdhüd, Süleyman aleyhisselâmın mektubu ile gittiği zaman, kapılar kapanmış, etrafta muhafız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiçbir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs’ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu hâlde gören Hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra da, Belkıs’ın uyanıp mektubu okuması- nı beklemek için, olanları görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği hâlde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, saklandığı yerden indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı. Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu hâlde, yanı- na kadar bu mektubun, kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merakla odasından çıkıp, sarayın etrafına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsinin yerlerinde olduklarını görerek, onlara sordu: – Kapıyı açıp, benim odama giren kimse gördünüz mü? – Kapılar hiçbir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz. Belkıs, hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitap edip dedi ki: Ey ileri gelenler! Bana çok şereşi bir mektup bırakıldı. O mektup, Süleyman’dandır. O mektupta, “Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz! Bana, emrime itaat ediciler olarak geliniz!” yazılıdır. Belkıs, mektupta olanları açıkladıktan sonra, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu hususta kendisine yardımcı olmalarını istemek gayesiyle, sözlerine şöyle devam etti: – Ey eşraf! Bu işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz! Sizi toplayıp, sizinle müzakere etmeden hiçbir işte kat’î bir hüküm vermedim. Böyle mühim bir hususta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim? Belkıs’ın adamları, ordu kumandanları, kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra dediler ki: – Biz, güç ve kuvvet sahibi çetin savaş erbabıyız. Bununla beraber emir sana aittir. Biz sana itaat edicileriz. Muharebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tâbiyiz. Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatalı olduğunu bildirmek için dedi ki: – fiüphesiz hükümdarlar, bir memlekete zorla girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şereşi olanları zelil ve esir ederler. Belkıs, böyle söylemekle, onları; Süleyman aleyhisselâmın, ordusu ile üzerlerine gelerek, zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. Onlar da dediler ki: – Süleyman aleyhisselâm ve orduları da böyle yapacaktır. Âlimlerimiz; akıllı kimsenin, sulh yoluyla düş- manlarını defedebileceği durumlarda, muharebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbur kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icap ettiğini bildirmişlerdir. Belkıs’ın elçileri ileri gelenlerinin dikkate değer bir fikir ileri sürememeleri üzerine, Belkıs, sözüne devam ederek şöyle dedi: Ben, onlara bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım? Bu, Belkıs’ın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleyman [aleyhisselâm] dünya padişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu razı eder, bizden vazgeçer. Eğer peygamber ise, dinine tâbi olmaktan başka hiçbir şeyle razı olmaz. Mutlaka onun dinine tâbi olmamız icap eder” diye düşündü ve Süleyman aleyhisselâm için pek kıymetli hediyeler hazırlatıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Sü- leyman aleyhisselâmın huzuruna çıktılar. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın hediyelerini kabul etmedi. Gelen elçilere dedi ki: – Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Benim, sizin hediye ile yardı- mınıza ihtiyacım yoktur. Allahü teâlânın bana verdiği nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, dünya hayatının görünü- şüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen hediyeye sevinirsiniz. Ben ise dünyalıkla sevinmem. Dünyaya benim ihtiyacım yok. Çünkü Allahü teâlâ bana hiç kimseye vermediği dünyalığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereşendirdi. Belkıs’ın elçileri, Süleyman aleyhisselâmın sahip olduğu nimetleri görmüş- ler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’a mektubu gönderdiği Hüdhüd vası- tasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, onların iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Bunun için Süleyman aleyhisselâm da, elçilerin gö- recekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muharebeye hazır olduğunu ima etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiçbir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Bütün bunlardan sonra, Süleyman aleyhisselâm, elçilerin reisine dedi ki: Ey elçi! fiimdi getirdi- ğin hediyelerle Belkıs ve kavmine dön! Eğer iman etmiş oldukları hâlde bana gelmezlerse, muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır; onları oradan hor ve hakîr olarak çıkarırım! Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs’ın yanına döndüler. Süleyman aleyhisselâm ile alâkalı haberleri olduğu gibi anlattı- lar. Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleyman aleyhisselâmın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhafazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip, oraya bekçiler tayin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleyman aleyhisselâma gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleyman aleyhisselâma haber verdiler. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs’ın, Yemen’de muhafaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleyman aleyhisselâ- mın, bunu, Allahü teâlânın kudretine, kendisinin peygamberliğine delâlet eden bir mucize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir. Belkıs’ın tahtı Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın tahtının getirilmesine karar verince, buyurdu ki: Ey ileri gelenler! Belkıs ve kavmi iman etmiş olarak bana gelmeden önce, Belkıs’ın tahtını hanginiz bana getirir? O sırada Süleyman aleyhisselâm Kudüs’te bulunuyordu. Belkıs’ın tahtı ise Yemen’de Sebe şehrinde idi. iki şehir arası iki aylık yoldu. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten âciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun muradı, ümmetinden keramet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyanın kerameti, o peygamberin mucizesidir. Süleyman aleyhisselâm; “Belkıs’ın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, cinden bir ifrît dedi ki: – Sen makamından kalkmadan, ben onu sana getiririm. Ben Belkıs’ın tahtını getirmeye muktedirim. ifrîtin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: – Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum. Bunun üzerine, huzurundaki ilim ehli olan bir zat söz alarak dedi ki: – Ben gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm. Bu sözü söyleyen, Sü- leyman aleyhisselâmın başveziri ve teyzesinin oğlu olan Âsaf bin Berhıyâ idi. Âsaf bin Berhıyâ, Süleyman aleyhisselâmdan önce nazil olan semavî kitaplara vâkıftı. ism-i a’zamı da bilirdi. ism-i a’zamla dua ettiği için de, duası kabul olurdu. Süleyman aleyhisselâm, Âsaf’ın bu sözü üzerine buyurdu ki: – Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir! Âsaf kalkıp abdest aldı. ism-i a’zamla Allahü teâlâ- ya dua edip secde etti. Belkıs’ın tahtı bulunduğu yerden, bir anda Süleyman aleyhisselâmın kürsüsünün yanına geldi. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın Yemen’deki tahtını Kudüs’te yanında görünce, Allahü teâlânın halis kullarının âdeti üzere nimete şükür için dedi ki: – Bu Belkıs’ın tahtını o kadar uzak mesafeden, bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana Rabbimin lütfundan biridir. Rabbimin bu lütfu, Allahü teâlâya şükür mü edeceğimi, yoksa kendimi bu nimete lâyık görüp, nimetin hakkını eda etmekte kusurlu olmak suretiyle nankörlük mü edeceğimi imtihan içindir. Belkıs kafile ile Süleyman aleyhisselâmın yanına geldi. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ın aklını tecrübe etmek istedi. Bunun için bir köşk yaptırdı. Köşkün billûrdan olan avlusunun altına su akıttı. içine balık ve kurbağa gibi suda yaşayan canlıları attı. Avluya giren, suya girdiğiKırgızistan’daki Hazret-i Süleyman tepesini zannederdi. Belkıs’ın tahtının değiştirilmesini de emrederek buyurdu ki: Tahtın altını üste, üstünü arkaya, arkasını öne getirerek şeklini değiştirin; kendi tahtı olduğunu anlayacak mı bakalım? Belkıs, maiyeti ile beraber Süleyman aleyhisselâmın huzuruna gelince, kendisine soruldu: Bu taht senin midir? Belkıs baktığında, kendi tahtına benzetti. Hatta kalbinden; “Birbiri içinde ve yedi kat daire şeklinde muhkem ve etrafında nöbetçi ve muhafızlar bulunan tahtım, buraya nasıl gelir?” diye düşünerek, gördüğüne inanamadı. Tahtta değişmeler de oldu- ğundan, bilmek ve bilmemek arasında cevap verdi: Sanki odur. Daha sonra, Belkıs ilâve etti: – Bundan önce de bize Hüdhüd’ün mektup bırakması, hediye ve elçiler meselesi ile Allahü teâlâ- nın kudretine, Süleyman’ın [aleyhisselâm] peygamberliğine dair ilim verilmişti. Biz, ona teslim olanlardan idik. Belkıs, küfr içinde yü- zen bir cemiyet içerisinde yetişmişti. Onlardan güneşe tapmayı öğrenmişti. Bu yüzden Süleyman aleyhisselâmın himayesine kavuşuncaya kadar Müslüman olmak şerefine erememişti. Süleyman aleyhisselâmın daveti ile iman etti ve dedi ki: – Ey Rabbim! Güneşe ibadet etmekle nefsime zulmetmişim. fiimdi Süleyman’ın maiyetinde âlemlerin Rabbi olan Allaha teslim oldum. Süleyman aleyhisselâm Belkıs’la evlendi. Belkıs’tan Dâvud isminde bir oğlu olup, babası hayatta iken vefat etti. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs’ı, ordusunun başında geri Yemen’e gönderdi. Ayda bir kere rüzgâra biner, Belkıs’ın yanına giderdi. Süleyman aleyhisselâmın vefatından kısa bir müddet sonra Belkıs da vefat etti. Hazreti Süleyman’ın vefatı Süleyman aleyhisselâm, Akabe Körfezi’nden Fırat kenarına kadar yerde, kırk sene adaletle hü- küm sürdü. Diğer hükümdarlar da kendisine bağlı- lıklarını bildirdiler. Ticaret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizi’nde ticaret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makamına oturduğunda ve meclis kurduğunda, kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleyman aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nur yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edepli, hep Allahtan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; “Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu. Ömrünün son anına kadar Allahü teâlânın takdîr ettiği izzetle, insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleyman aleyhisselâm, birgün, yapılmakta olan büyük bir sarayın in- şasını kontrol etmeye gitmişti. Bu bina, bir su kıyı- sında çok heybetli bir saraydı. Ustalar, işçiler, cinler sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında, asasına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrafı seyrederek tefekküre başladı. Süleyman aleyhisselâm sarayın balkonunda tefekkürle meşgul iken ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrail aleyhisselâm gelip dedi ki: – fiu an dünyadaki hayatının son anıdır. Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: – Allahü teâlânın takdî- ri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, asla kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü te- âlâyadır. Görevlendirildi- ğin emri yerine getir. Süleyman aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamanında herkes iman etmiş, yeryüzünde pek az imansız kimse kalmıştı. Süleymân aleyhisselâ- mın vefâtından sonra, israiloğulları, 12 kabîleye ayrılmış, birbirlerine düş- müşlerdir. Bu ayrılış, dahâ Süleymân aleyhisselâm hayâtta iken başlamış, Fakat Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın ihsâ- nı ile, kabîleleri bir arada tutabilmişti. Süleymân aleyhisselâmın yerine oğlu Rehoboam geçdi. 12 kabîleden yalnız ikisi ona sâdık kaldı. isrâîl devleti ikiye ayrıldı. Bu devletlerden biri, (isrâîl) olup 10 kabîleyi topladı. Geri kalan iki kabîleye (Yahûdâ) devleti denilir. Kudüs’de kaldı. Azdılar. Allahü teâlânın gazabına uğradılar. Bir müddet Âsû- rî devletine bağlı olarak kaldılar. Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar (Nebukadnezar), Kudüs’ü yakıp yıkdı. isrâîloğullarını zorla Kudüs’den çıkararak Bâbil’e sürdü. Ancak Îrân fiâhı Keyhusrev [Kirüs], Âsûrî- leri mağlûb edince, Yahûdîlerin tekrâr Kudüs’e dönmelerine izin verdi. Yahûdîler Kudüs’e dönerek, yanmış olan bu şehri biraz tamîr ettiler. Evvelâ Îrânlıların, sonra, Makedonyalıların idâresi altında yaşadılar. Mîlâddan önce 64 senesinde Romalılar Kudüse girdiler. fiehri yeni baştan yakıp yıktılar. Romalılar bir kere dahâ, mî- lâddan 70 sene sonra, Kudüsü yerle bir ettiler. Roma imparatoru Titüs, Kudüs’ü tamamen yaktı. Süleyman aleyhisselamın hususiyetleri ve mucizeleri Süleyman aleyhisselâm, Musa aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrat’ın içinde bulunduğu Ahit sandığı- nı (Tâbût-i Sekîne) Mescid-i Aksa’ya koydu. Babası Dâvud aleyhisselâm gibi, Musa aleyhisselâmın dinine göre ibadet etti. Davud aleyhisselam vefat ettiğinde, Allahü teala, Süleyman aleyhisselama: -Hacetini benden dile, diye vahyetti. Süleyman aleyhisselam: -Benim kalbimi de babamın kalbi gibi Sana karşı haşyet ve muhabbet taşır kılmanı dilerim, diye arz etti. Bunun üzerine Allahü teala O’nun kalbini dilediği gibi kıldı. Süleyman aleyhisselam sultan oluşundan vefatına kadar Allaha karşı huşuundan dolayı alçak gönüllü olmuş, başını yukarı kaldırmamıştır. Miskinlerin yanlarına varır, hallerini sorardı. Hurma yaprağından zenbil örüp satardı. Böylece nafakasını temin ederdi. Her ayın başında altı gün, ortasında üç gün, sonunda da üç gün oruç tutardı. Buyurdu ki: Biz hayatın yumuşak olanını da sert olanını da denedik. Onlardan aşağı olanını yeterli bulduk. insanlara verilmeyen şeyler bize verildi. insanlara verilmeyen ilimler bize verildi. Fakat şu üç kelimeden: Öfke ve sükunet halinde hilimden, kıtlıkta ve bollukta tutumluluktan, gizlide ve açıkta Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık. Süleyman aleyhisselam oğluna da: Yavrucuğum, miskinlikle birlikte günah işlemek ne kadar kötüdür. Hidayetten sonra dalalete düşmek ne kadar kötüdür. Kişinin Rabbi’ne ibadet edip dururken ibadeti bı- rakması ise bundan daha kötüdür, dediği rivayet edilir. Süleyman aleyhisselâmın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar: 1- Sebe Suresi on ikinci ayetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı. Bir defasında Azrâîl aleyhisselâm Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Bu kimse, meleğin böyle sert bakı- şından korktu. Azrâîl aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emretmesini, peygamberler tarihi rüzgârın kendisini uzak memleketlerinden birine götürüp, Azrâîl aleyhisselâmdan kurtulmasını istedi. Azrâîl aleyhisselâm tekrâr gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrâîl aleyhisselâm, (Bir sâat sonra, uzaktaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emrolunmuş- tum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup oraya gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi. 2- Süleyman aleyhisselâm denizi geçmek istedi- ği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı. 3- Âyet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinnîler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, bü- yük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı. 4- Süleyman aleyhisselâmın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i a’zam duası yazılıydı. O dua ile her isteği kolay olurdu. 5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı. 6- Nereye gitmek istese, rüzgâr emrinde oldu- ğundan, kürsüsünü kaldı- rır, kürsüsünü beraberinde götürürdü. 7- Cinnîler vasıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri ve yerde bulunan defîneleri bilirdi. Kendine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu. 8- Neml vadisinde, maiyetiyle beraber bir dağ üzerine konmuştu. Orada kaldığı esnada, o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübarek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhal dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi. 9- Süleyman aleyhisselâm bir yere gittiği vakit, beraberinde duvarlar da giderdi.